Ahmet ÖZDEMİR |
|
Kâinatın Sultanına muhatap olmak |
Muhatab olmak veya muhatabiyet çok önemli bir makamdır. Muhatap, arkasında yer alan bir kitleyi temsil eder. Kişinin muhatap olması için bazı özelliklere ve sıfatlara sahip olması gerekir. Meselâ, sıradan dünyevî bir makam düşünün. Bir devlet dairesinde memur olarak çalışmaktasınız. Sizin birinci muhatabınız şeftir veya şube müdürüdür. Bakanın muhatabı her halde müsteşardır. Sıradan bir memurun bakana muhatap olması düşünülemez. Memur, müdürün makamına girerken en azından kendine bir çeki düzen verir. Kılık-kıyafetini düzeltir. Makam yükseldikçe şahıs kendine bir başka itina gösterir, değil mi? Size devletin en yüksek makamından bir dâvet gelse ne yaparsınız? Önce kendinize bir sürü soru sorarsınız: Ben kimim? Niçin beni muhatap seçti? Ona ne zaman ve nasıl muhatap olacağım? Huzurda ne yapacağım? Huzura kabul için her halde günlerce hazırlanırsınız. Konuşacaklarınızı iyice ölçüp tartarsınız. Belki de bir kâğıda yazıp defalarca okursunuz. Provalar yaparsınız. Huzura kabul edilinceye kadar geceleriniz gündüz olur. Halbuki o da sizin gibi bir insan değil midir? Bir de Kâinatın Sultanını düşünün! O’nun makamı dünyevî makamlarla kıyaslanamaz. Allah’a muhatap olmak ne büyük şereftir. Tarif etmeye ve anlatmaya kelimeler kâfî gelmez. Said Nursî’nin ifadesiyle, “Sultan-ı Kâinat birdir. Her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O'nun elindedir. Her şey O’nun emriyle hâlledilir. O’nu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.”1 Kâinatı yoktan var eden ve varlığından bizleri haberdar eden Zât, yarattıklarından Kendisine her halde bir muhatap seçecektir. Cenâb-ı Allah kâinatta dört yüz nev'î bitki ve hayvan yaratmıştır. Bunlar içinde insanları yaratıp yeryüzüne halife olarak göndermiştir. En yüksek huzura çıkacak şahısta diğerlerine göre en üstün vasıflar bulunmalıdır. Madem şu kâinatın Yaratıcısı, her nev'îde mümtaz bir şahıs seçecektir. Güzel isimlerindeki İsm-i Âzam tecellîsiyle, bütün kâinata nisbeten mümtaz ve mükemmel bir ferdi yaratacaktır. Allah’ın isimlerinde bir İsm-i Âzam olduğu gibi, yarattıklarında da mükemmel bir ferd bulunacaktır. Sonra kâinata yayılmış mükemmellikleri o fertte toplayıp kendi nazarına sebep yapacaktır. O fert, her halde canlılardan olacaktır. Çünkü kâinat nev'îlerinin en mükemmeli canlılardır. Yine her halde, canlılar içinde o fert şuur sahiplerinden olacaktır. Çünkü, canlıların nev'îleri içinde en mükemmeli şuur sahipleridir. Şuur sahipleri içinde de sınırsız yükselişlere yetenekli insanlardan olacaktır. Ve o insanlar içinde, her halde o ferd Muhammed (asm) olacaktır. Çünkü, Âdem (as) zamanından şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zira, o zât, dünyanın yarısını ve insanlığın dörtten birini mânevî saltanatı altına alarak, bin dört yüz yıl boyunca bütün haşmetiyle mânevî saltanatını devam ettirmiş, bütün ehl-i kemâle, bütün hakikatlerde külli bir üstâd hükmüne geçmiştir. Dost ve düşmanın ittifakıyla, güzel ahlâkın en yüksek derecesine sahip olmuştur. Peygamberliğinin ilk yıllarında, tek başıyla bütün dünyaya meydan okumuştur. O her dakikada yüz milyondan fazla insanların vird-i zebânı olan Kur’ân-ı Mû’cizü’l-Beyânı göstermiş bir zat, elbette o mümtaz ferddir, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi Resûl-i Ekrem’dir (asm). Yaratıklardan birisi Kâinatın Sultanı’na muhatab olacaksa, elbette Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (asm) olacaktır. Çünkü O âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Kâinatın yaratılma sebebi de odur. İnsanların ve cinlerin yaratılma sebebi de ancak Allah’a îman ve ibâdettir.2 Rabbimizi bize tarif eden üç büyük tarif ediciden birisi de peygamberlerin sonuncusu ve en büyüğü Hz. Muhammed’dir (asm).3 Şimdi, şu konuşan bürhan olan Hz. Muhammed Mustafa’yı (asm) tanımalıyız, dinlemeliyiz. İnsanlık büyük bir kafile halinde Hz. Âdem’den (as) bu yana gelmekte, dünyada bir süre kalmakta ve daha sonra buradan başka yere gitmektedir. Bir başka ifadeyle, “İnsan bir yolcudur. Sabâvetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.”4 İnsanlar şu dünyada birer misafir değil midir? Misafir geçici ve misafir olduğunu bilir; yerleşmeye çalışmaz. Getirmediği şeyi götürmeye uğraşmaz. İnsanoğlu, büyük bir kervan ve koca bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücut ve hayat çölünde misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve süslü bağlarına müteveccihen kafile kafile arkasında yürümekte iken, kâinatın dikkatini çeker. Kafile ile hikmet arasında şöyle bir konuşma geçer. Hikmet: “Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?” Bu soruya, insanoğlu adına, diğer büyük peygamberler gibi, Hz. Muhammed (asm), insanlığa vekâleten hikmetin karşısına çıkarak şöyle cevap verdi: “Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahlûklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudâtı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azim insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî’den risâlet vazifesiyle gelip riyâset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelinin risâlet beratı olarak bana verdiği Kur’ân-ı Azîmüşşan elimdedir. Şüphen varsa al, oku!”5 Cenâb-ı Allah, kudretiyle insanları yokluk karanlıklarından varlık âlemlerine çıkarmıştır. İnsanları diğer varlıklar içinden çıkarıp büyük emaneti vermiştir. Bu dünyadan çıkarıp tekrar ebedî mutlulukların yaşandığı yere sevk edecektir. Dünyadaki işleri ebedî saadet yollarını temin ederek yeteneklerini geliştirmektir. Bu büyük kafileye rehberlik yapan ve risâlet vazifesiyle görevlendirilen Hz. Muhammed’dir (asm). Peygamberliğinin beratı olan Kur’ân-ı Kerim elindedir. Kâinat Sultanının muhatabı Kâinatın Efendisi Resul-i Ekrem’dir (asm). Kâinat Sultanının huzurundan O’nun yaveri olarak dönmüştür. Resûl-i Ekrem’in (asm) risâleti umumî olduğu için, peygamberlik delili olan mû'cizeleri de umumîdir. Ezel ve Ebed Sultanının en büyük yaveri olan Resul-i Ekrem (asm), âleme teşrif edip, dünyanın ahalisi olan insanlığa mebus olarak gelmiştir. Taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut, tâ aydan, güneşten yıldızlara kadar her taife kendilerine mahsus dilleriyle ve ellerinde birer mû'cizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini alkışlamış ve ‘hoş geldin’ demiştir.6 Şimdi güzel ahlâk ile mümtaz bir zâtı görüyoruz ki, elinde mû’cizeli bir kitap, dilinde hakikat dolu bir hitâb, bütün Âdemoğullarına, belki cinlere, insanlara ve meleklere, belki de bütün varlıklara karşı ezelî bir hutbeyi tebliğ ediyor. Âlemlerin yaratılış sırrını hall ve şerh edip ve kâinatın tılsımını açarak, bütün varlıklardan sorulan, bütün akılları hayret içinde bırakan üç zor ve müthiş soru olan “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” sorularına ikna edici ve makbul cevap veriyor. Resul-i Ekrem (asm), öyle bir hakikat ışığı neşreder ki, eğer onun o nurânî irşad dairesinden hariç bir sûrette kâinata baksan, elbette kâinatın şeklini umumî bir mâtemhâne hükmünde ve mevcudâtı birbirine yabancı, belki düşman ve cansızları dehşetli cenazeler ve bütün hayat sahiplerini ölüm ve ayrılığın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün. Onun neşrettiği nur ile, umumî mâtemhâne, şevk ve cezbe içinde bir zikirhâneye dönüşüyor. O yabancı, düşman varlıklar, birer dost ve kardeş şekline giriyor. O cansız ölüler, birer mûnis memur, birer musahhar hizmetkâr vaziyetini alıyor. O ağlayan ve şikâyet eden, kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir sûretine giriyor. Hem o nur ile; kâinattaki hareketler, değişmeler, dönüşmeler, başkalaşmalar, mânâsızlıktan, lüzumsuzluktan ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp, Rabbânî mektuplar, yaratılış âyetlerinin sahifeleri, esmâ-i İlâhiyenin aynaları ve âlem dahi Cenâb-ı Allah’ın bir hikmet kitâbı mertebesine çıktılar. Hem, insanı bütün hayvanların aşağısına düşüren sonsuz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyaçları ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, hüzünlerin nakline vasıta olan aklı o nur ile nurlandığı vakit, insan bütün hayvanlar, bütün mahlûkat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akılla niyaz ile nâzenin bir sultan ve fîzâr ile nazdar bir halîfe-i zemin olur. “Demek, o nur olmazsa, kâinat da, insan da, hattâ her şey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedî bir kâinatta, böyle bir zât lâzımdır; yoksa, kâinat ve eflâk olmamalıdır.”7 Resûl-i Ekrem (asm) Kâinatın Sultanına muhatap olmuş. Muhatabiyet vazifesini hakkıyla yerine getirmiştir. Biz insan ve kul olarak muhatabiyetin neresindeyiz? Allah’a ve Resûlüne muhatap olabiliyor muyuz? “Kutlu Doğum” vesilesiyle bu sorulara cevap bulmaya ne dersiniz? Allah bizleri kendine ve Resûlüne gerçek muhatab olanlardan kılsın!
Dipnotlar:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 377 2- Zâriyat Sûresi: 56 3- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s.370 4- Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s.353 5- Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, s. 28-29 6- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s.157. 7- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 372-373 24.04.2009 E-Posta: [email protected] |