22 Nisan 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Ahmet ÖZDEMİR

Kâinatın Sultanına muhatap olmak



Muhatab olmak veya muhatabiyet çok önemli bir makamdır. Muhatap, arkasında yer alan bir kitleyi temsil eder. Kişinin muhatap olması için bazı özelliklere ve sıfatlara sahip olması gerekir. Meselâ, sıradan dünyevî bir makam düşünün. Bir devlet dairesinde memur olarak çalışmaktasınız. Sizin birinci muhatabınız şeftir veya şube müdürüdür. Bakanın muhatabı her halde müsteşardır. Sıradan bir memurun bakana muhatap olması düşünülemez. Memur, müdürün makamına girerken en azından kendine bir çeki düzen verir. Kılık-kıyafetini düzeltir. Makam yükseldikçe şahıs kendine bir başka itina gösterir, değil mi?

Size devletin en yüksek makamından bir dâvet gelse ne yaparsınız?

Önce kendinize bir sürü soru sorarsınız:

Ben kimim?

Niçin beni muhatap seçti?

Ona ne zaman ve nasıl muhatap olacağım?

Huzurda ne yapacağım?

Huzura kabul için her halde günlerce hazırlanırsınız. Konuşacaklarınızı iyice ölçüp tartarsınız. Belki de bir kâğıda yazıp defalarca okursunuz. Provalar yaparsınız. Huzura kabul edilinceye kadar geceleriniz gündüz olur. Halbuki o da sizin gibi bir insan değil midir?

Bir de Kâinatın Sultanını düşünün! O’nun makamı dünyevî makamlarla kıyaslanamaz. Allah’a muhatap olmak ne büyük şereftir. Tarif etmeye ve anlatmaya kelimeler kâfî gelmez.

Said Nursî’nin ifadesiyle, “Sultan-ı Kâinat birdir. Her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O'nun elindedir. Her şey O’nun emriyle hâlledilir. O’nu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.”1

Kâinatı yoktan var eden ve varlığından bizleri haberdar eden Zât, yarattıklarından Kendisine her halde bir muhatap seçecektir. Cenâb-ı Allah kâinatta dört yüz nev'î bitki ve hayvan yaratmıştır. Bunlar içinde insanları yaratıp yeryüzüne halife olarak göndermiştir. En yüksek huzura çıkacak şahısta diğerlerine göre en üstün vasıflar bulunmalıdır.

Madem şu kâinatın Yaratıcısı, her nev'îde mümtaz bir şahıs seçecektir. Güzel isimlerindeki İsm-i Âzam tecellîsiyle, bütün kâinata nisbeten mümtaz ve mükemmel bir ferdi yaratacaktır. Allah’ın isimlerinde bir İsm-i Âzam olduğu gibi, yarattıklarında da mükemmel bir ferd bulunacaktır. Sonra kâinata yayılmış mükemmellikleri o fertte toplayıp kendi nazarına sebep yapacaktır.

O fert, her halde canlılardan olacaktır. Çünkü kâinat nev'îlerinin en mükemmeli canlılardır. Yine her halde, canlılar içinde o fert şuur sahiplerinden olacaktır. Çünkü, canlıların nev'îleri içinde en mükemmeli şuur sahipleridir. Şuur sahipleri içinde de sınırsız yükselişlere yetenekli insanlardan olacaktır. Ve o insanlar içinde, her halde o ferd Muhammed (asm) olacaktır. Çünkü, Âdem (as) zamanından şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zira, o zât, dünyanın yarısını ve insanlığın dörtten birini mânevî saltanatı altına alarak, bin dört yüz yıl boyunca bütün haşmetiyle mânevî saltanatını devam ettirmiş, bütün ehl-i kemâle, bütün hakikatlerde külli bir üstâd hükmüne geçmiştir. Dost ve düşmanın ittifakıyla, güzel ahlâkın en yüksek derecesine sahip olmuştur. Peygamberliğinin ilk yıllarında, tek başıyla bütün dünyaya meydan okumuştur. O her dakikada yüz milyondan fazla insanların vird-i zebânı olan Kur’ân-ı Mû’cizü’l-Beyânı göstermiş bir zat, elbette o mümtaz ferddir, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi Resûl-i Ekrem’dir (asm).

Yaratıklardan birisi Kâinatın Sultanı’na muhatab olacaksa, elbette Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (asm) olacaktır. Çünkü O âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Kâinatın yaratılma sebebi de odur. İnsanların ve cinlerin yaratılma sebebi de ancak Allah’a îman ve ibâdettir.2

Rabbimizi bize tarif eden üç büyük tarif ediciden birisi de peygamberlerin sonuncusu ve en büyüğü Hz. Muhammed’dir (asm).3

Şimdi, şu konuşan bürhan olan Hz. Muhammed Mustafa’yı (asm) tanımalıyız, dinlemeliyiz.

İnsanlık büyük bir kafile halinde Hz. Âdem’den (as) bu yana gelmekte, dünyada bir süre kalmakta ve daha sonra buradan başka yere gitmektedir. Bir başka ifadeyle, “İnsan bir yolcudur. Sabâvetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.”4

İnsanlar şu dünyada birer misafir değil midir? Misafir geçici ve misafir olduğunu bilir; yerleşmeye çalışmaz. Getirmediği şeyi götürmeye uğraşmaz.

İnsanoğlu, büyük bir kervan ve koca bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücut ve hayat çölünde misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve süslü bağlarına müteveccihen kafile kafile arkasında yürümekte iken, kâinatın dikkatini çeker.

Kafile ile hikmet arasında şöyle bir konuşma geçer. Hikmet:

“Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?”

Bu soruya, insanoğlu adına, diğer büyük peygamberler gibi, Hz. Muhammed (asm), insanlığa vekâleten hikmetin karşısına çıkarak şöyle cevap verdi:

“Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahlûklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudâtı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azim insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî’den risâlet vazifesiyle gelip riyâset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelinin risâlet beratı olarak bana verdiği Kur’ân-ı Azîmüşşan elimdedir. Şüphen varsa al, oku!”5

Cenâb-ı Allah, kudretiyle insanları yokluk karanlıklarından varlık âlemlerine çıkarmıştır. İnsanları diğer varlıklar içinden çıkarıp büyük emaneti vermiştir. Bu dünyadan çıkarıp tekrar ebedî mutlulukların yaşandığı yere sevk edecektir. Dünyadaki işleri ebedî saadet yollarını temin ederek yeteneklerini geliştirmektir. Bu büyük kafileye rehberlik yapan ve risâlet vazifesiyle görevlendirilen Hz. Muhammed’dir (asm). Peygamberliğinin beratı olan Kur’ân-ı Kerim elindedir.

Kâinat Sultanının muhatabı Kâinatın Efendisi Resul-i Ekrem’dir (asm). Kâinat Sultanının huzurundan O’nun yaveri olarak dönmüştür.

Resûl-i Ekrem’in (asm) risâleti umumî olduğu için, peygamberlik delili olan mû'cizeleri de umumîdir. Ezel ve Ebed Sultanının en büyük yaveri olan Resul-i Ekrem (asm), âleme teşrif edip, dünyanın ahalisi olan insanlığa mebus olarak gelmiştir. Taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut, tâ aydan, güneşten yıldızlara kadar her taife kendilerine mahsus dilleriyle ve ellerinde birer mû'cizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini alkışlamış ve ‘hoş geldin’ demiştir.6

Şimdi güzel ahlâk ile mümtaz bir zâtı görüyoruz ki, elinde mû’cizeli bir kitap, dilinde hakikat dolu bir hitâb, bütün Âdemoğullarına, belki cinlere, insanlara ve meleklere, belki de bütün varlıklara karşı ezelî bir hutbeyi tebliğ ediyor. Âlemlerin yaratılış sırrını hall ve şerh edip ve kâinatın tılsımını açarak, bütün varlıklardan sorulan, bütün akılları hayret içinde bırakan üç zor ve müthiş soru olan “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” sorularına ikna edici ve makbul cevap veriyor.

Resul-i Ekrem (asm), öyle bir hakikat ışığı neşreder ki, eğer onun o nurânî irşad dairesinden hariç bir sûrette kâinata baksan, elbette kâinatın şeklini umumî bir mâtemhâne hükmünde ve mevcudâtı birbirine yabancı, belki düşman ve cansızları dehşetli cenazeler ve bütün hayat sahiplerini ölüm ve ayrılığın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün.

Onun neşrettiği nur ile, umumî mâtemhâne, şevk ve cezbe içinde bir zikirhâneye dönüşüyor. O yabancı, düşman varlıklar, birer dost ve kardeş şekline giriyor. O cansız ölüler, birer mûnis memur, birer musahhar hizmetkâr vaziyetini alıyor. O ağlayan ve şikâyet eden, kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir sûretine giriyor.

Hem o nur ile; kâinattaki hareketler, değişmeler, dönüşmeler, başkalaşmalar, mânâsızlıktan, lüzumsuzluktan ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp, Rabbânî mektuplar, yaratılış âyetlerinin sahifeleri, esmâ-i İlâhiyenin aynaları ve âlem dahi Cenâb-ı Allah’ın bir hikmet kitâbı mertebesine çıktılar. Hem, insanı bütün hayvanların aşağısına düşüren sonsuz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyaçları ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, hüzünlerin nakline vasıta olan aklı o nur ile nurlandığı vakit, insan bütün hayvanlar, bütün mahlûkat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akılla niyaz ile nâzenin bir sultan ve fîzâr ile nazdar bir halîfe-i zemin olur.

“Demek, o nur olmazsa, kâinat da, insan da, hattâ her şey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedî bir kâinatta, böyle bir zât lâzımdır; yoksa, kâinat ve eflâk olmamalıdır.”7

Resûl-i Ekrem (asm) Kâinatın Sultanına muhatap olmuş. Muhatabiyet vazifesini hakkıyla yerine getirmiştir.

Biz insan ve kul olarak muhatabiyetin neresindeyiz?

Allah’a ve Resûlüne muhatap olabiliyor muyuz?

“Kutlu Doğum” vesilesiyle bu sorulara cevap bulmaya ne dersiniz?

Allah bizleri kendine ve Resûlüne gerçek muhatab olanlardan kılsın!

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 377

2- Zâriyat Sûresi: 56

3- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s.370

4- Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s.353

5- Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, s. 28-29

6- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s.157.

7- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 372-373

24.04.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KAPLAN

Burak Hüseyin... Saddam Hüseyin... ve çakma Türkler(!)



“İnsan…” olmanın farkı işte burada!

Çok da ciddî bir fark.

Kolay mı;

İnsan olmak.

Ama:

Kelimenin tam anlamı ile;

“İnsan” gibi insan olmak.

Çok zor bir şeydir bu.

Allah nasip etmedi ise kimseye de bu sıfatı siz kendi başınıza ne verebilirsiniz; ne de o alır!

İşte:

Baba ve oğul Bush’lar.

İnsan gibi mi anılacaklar yarın tarihte bunlar.

Yoksa!

***

Ya;

Saddam Hüseyin…

O, eğer:

Bir kırık akıl sahibi olsa idi…

Iraktaki Müslüman kardeşlerimiz bu halde mi olurlardı?

Her yan;

Kan, revân….

Zordur “insan” olmak.

Dağların-taşların kaldırmaya cesaret edeme-diği yükü kaldırmak kolay mı?

***

Şimdi gelelim Burak Hüseyin’e…

Yani;

Hüseyin Obama’ya.

Denilebilir ki:

ABD’nin tuzu kuru!

“Alçak, kalleş Amerika; baktı ki Irak petrolleri tamam.

Dünya da parsellendi!

2025 ve 2030’lu senelerde zenciler beyazları sayıca geçip ABD’de 2050’ler gelmeden de İspanyolca en yaygın dil olacağından tedbir aldı!

Ve:

Rejim ayarı yaparak ABD derin devleti CIA’sı ile FBI’ı ile şimdilik kaydı ile bir zenci kırmayı; hafiften de NİB olan yani Ne İdüğü Belürsüz bir adamı devlet başkanı yaptı.”

Doğru…

Böyle de düşünebilirsiniz!

***

Ancak…

Derler ki adama…

O zaman:

“Bre derin devleti özürlü.

Sivil anayasası bile olmayan!

Gudubet demokrasili tip efendi…

Sen önce kendine bak da;

Sonra el-âleme kusur bul!”

Böyle derler mi?

Demezler mi?!

Ne olursa olsun:

Aptal Corc Dabıl Wu Buşttan ise;

Bin kere Burak Hüseyin’i tercih ederim!

Neme lâzım:

Adamcağıza;

NİB: Ne İdüğü Belürsüz desek dee…

NİM: Ne İdüğü Meçhul bazı Babıali yazarından daha şahsiyetli duruyor.

Camideki saygısı bile…

Duruşu ile…

Bilmem; kaç senedir Cuma vakti bile mabetlerimize yolu düşmemiş kendi yazarlarımızdan daha şıktı.

Ezana endeksli konuşma yapması yok mu?

Eridim, eridim.

Bundan rahatsız olan “çakma Türkler” ne durumdalar anlamak istiyorsanız on dakika bazı kanalları seyretmeniz yeterli!

24.04.2009

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

En ucuz ve sorumsuzca harcanan!



Müslümanın en büyük zaman israfı, en fazla vakit kaybı bilmemek ve bilmediğini de bilmemekten gelmekte, ortaya çıkmaktadır.

Her şeyi çok iyi bilen Müslüman bilse ki “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” ukalalık yapar, böbürlenerek ve kasılarak konuşur, faaliyetlerde bulunur mu?

Çok bildiğini, bildiği bilgilerin içinde zirvelerde kaybolduğunu düşünen Müslüman bilmez mi ki, “Eğer bilmediklerimizi üst üste koysak başımız göğe değerdi.” İnsanın kendisinin durumunu bilmesi kadar, kendi kendisini tartması, ölçmesi; değerlendirmesi kadar güzel ve değerli bir kavram, bir düşünce hareketi olamaz…

Her şeye çok önem vereceksiniz, ama bütün verdiklerinizin en arka sırasına ve aklınıza geldikçe bilgiye, bilgiyi elde etmeye en sonda yer vereceksiniz. Ve Müslüman bilgince ve âlimce bir tavırla olur olmaz aklına geldikçe, kendisini ağırdan satarak: “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum…” söylenmeye ve konuşmaya devam edecek…

Bilir misiniz ki insanın zamanı ve vakitleri değil, ömrü bile bu yolda boşa geçmektedir… Önce öğrenmeyi, bilmeyi sonra bildiğini ve öğrendiğini kendisine satamayan insan koskoca bir ömrünü zayi etmektedir.

Evet elbette ki boş kaplara, bardaklara bir şeyler konur, sular doldurulur. Kendilerini dolu dolu bilenlere diyecek bir sözümüz ve bakacak bir gözümüz yok maalesef.

İsteyen daima çalışır ve her zaman da başarılı olur. Bu çalışmanın ve isteğin birinci şartı ise zamanı, vakti hiçbir zaman israf etmemek ve boşa geçirmemektir.

Hastalık haline gelmiş olan “dun himmetlik”ten, yani olana olduğu gibi, tembellik ve tenperverlikten dolayı razı olmak ise genel olarak bu yaşadığımız asrın acip bir hastalığıdır…

Bilinse ki insanın ömrü, hayatı, yaşantısı, sefası ve cefası bulunduğu andır… Gerisi hep yalandır… O zaman Müslümanın yalanların peşine koşması da haramdır…

Ne yiyip ne içeceğiz, ne ile geçineceğiz, Müslümanlara bu dünya terakki dünyası değil mi? gibi birçok sualler hemen gelir ve gelmekte de haklıdır…

Zaman israf edilmezse, vakitler boşa geçirilmez mesailer tanzim edilirse hem bulunduğumuz an, hem geçmiş, hem gelecek zamanlar değerlendirilir… Yani harama girmeden helâlle yaşamak her zaman mümkündür.

İsraf ve iktisatsızlık ve dun himmetlik âlemlerine düşmeden… İçinde bulunduğumuz varlık ve dirlik âlemini çok iyi değerlendirmeliyiz ve kıymetli vakitlerimizi buna harcamalıyız.

24.04.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

2009’dan 1909’a...



Artık Ergenekon yapılanmasından ziyade Ergenekon süreci bizi ilgilendireceğe benziyor. Ayışığı ve Sarıkız darbe teşebbüsleriyle başlayan yolculuk İttihatçılara mal edilen 31 Mart’a dayanınca, tabiatıyla Ergenekonun mahiyeti de değişti. Bir yönüyle de iyi oldu.

Halkımız iradesine silâhla müdahale eden fert ve şahs-ı manevîlerin tarihçeleri, gerekçeleri ve hedefleri hakkında bilgi sahibi olmaya çalışacak. 2009’dan ta 1909’a uzanan çizgideki millet iradesi düşmanlarının ortak düşünceleri, metodları ve fikrî dayanakları hakkında mâlûmat sahibi olacak.

Aslında bu süreci Risâle-i Nur’daki ölçülerin ışığında detaylıca tahkik eden Nur Talebeleri, Ergenekon sürecini net, şeffaf ve doğru bir biçimde değerlendirebiliryorlar. Gazetelerdeki çoğu köşe yazarlarıyla birlikte efkâr-ı amme de bu hususta önemli bir noktaya gelmiş bulunuyor: Ergenekon çerçevesinde yapılan operasyonlar, hükümetin iradesi dışında gerçekleştiriliyor. Askerî cenah ile hükümet arasındaki aktüel münasebetlerin seyri, halihazırdaki siyasî iradenin Ergenekon ile ilgili zamanlı-zamansız ev baskınlarında, tevkiflerde ve gözaltılarda devredışı olduğunu gösteriyor.

Haddizatında emekli Deniz Kuvvetleri Komutanının günlüklerinden hareketle çıkılan yolculuk evvelâ 28 Şubat’a, sonra 12 Eylül’e ve daha sonra diğer ihtilâllere uğrayarak 31 Mart’a gitmeliydi. Buradaki tenakuz, 28 Şubat ile 12 Eylül’ün asıl faillerine ve birinci derecedeki tertipçilerine değinilmeden, bazı figüranlar üzerinden yapılan tiyatrodur.

İhtilâller münafıkane hareketler olduğundan asıl failleri daima arka planda gizlenirler. Tehlike bertaraf olduktan sonra ortaya çıkan bu tertipçileri hepimiz tanıdığımız halde, maalesef Ergenekon’u takip eden savcılar bir türlü işi oralara götüremiyorlar.

Mevcut hükümetin 28 Şubat’a teslim olduğunu, 28 Şubat’ın da 12 Eylül’ün devamı sayıldığını herkes bildiğine göre, şu dönemde bu Ergenekon takibatlarından neticeye ulaşmak pek mümkün görünmüyor.

AKP kadroları 28 Şubat ve 12 Eylül’ü yargılamayı gündeme getirselerdi, kamuoyu heyecana gelir ve onlara ihtiyaçları olan desteği verirdi. Şu merhalede bu da mümkün değil. Gelinen noktada AKP’nin ne 28 Şubat’a ve ne de 12 Eylül’e itiraz tâkati kalmamıştır.

Ergenekon sürecine yön veren gizli iradenin mahiyeti hakkında da İnşallah konuşanlar çıkacaktır. Bizim tedirginliğimiz, 28 Şubat’ı zamana yaydırarak başka ihtilâllerin yapılmakta olması ihtimalidir. Bugüne kadar millete zulmetmiş bulunan bazı Kemalistler cezalandırılıyor görüntüsü verilirken, perde gerisinde haricî kuvvetlerin müdahale etmekte olduğu endişesi bizi rahatsız ediyor.

1930’lu yıllarda İngiliz ve İtalyanların Cumhuriyet hükümetine ilişmesini fırsat bilen bazı dindarlara Bediüzzaman Hazretlerinin cevabının burada da geçerli olduğu kanaatindeyiz: “Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz. Fakat kâfirlerin kılıcıyla değil. Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılınçlarından gelen faide bize lâzım değil.”

Endişemiz, neoliberaller gibi hürriyetlere, ahlâka, semavî dinlere ve düzene düşman cereyanların, bizim içerideki problemlerimizden istifade ederek ülkeyi tamamen yaşanmaz hale getirmeleri.

Başlangıçta dinde hassas iken bu hassasiyetlerini de kaybeden ve muhakeme-i akliyede noksan siyasetçilerle, menfaatlerini millet menfaatleri önünde tutan bazı çevrelerin dolduruşuyla doğru bir hedefe ulaşamayacağımızı geçen altı-yedi sene bize göstermiş olmalı.

Osmanlı hanedanının Selâniklilerce idareden uzaklaştırıldığı tarih ile bu dönem arasındaki gizli ve açık ihtilâllerin sembolü mânâsını kazanan Ergenekon’u bundan böyle bir süreç olarak takip edeceğiz.

24.04.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Revizyon ve ötesi…



Ankara’da siyaset kulislerinde yine senaryolar konuşulmaya başlandı. Bu senaryoların başında bazı bakanların değişmesi geliyor, yani revizyon… Özellikle, mahallî seçimlerin ardından kabinedeki bazı bakanların, kendi seçim bölgelerinde AKP’nin belediye başkanlığını kaybetmelerinin ardından bakanlıktan alınacaklarına ilişkin kulisler sıklıkla konuşuluyor. Gidecek ve yerine gelecek bakanlar tek tek sıralanarak “ya tutarsa” kabilinden haberler yapılıyor.

Bu kulis bilgilerini güçlendiren gelişmeler de yaşanıyor. Önce Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, ardından da Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın “Ergenekon operasyonu” ile partide sıkıntılara sebep olan sözleri kulisleri hareketlendirdi. Özellikle de görevden alınacağı söylenen Günay’ın son günlerdeki açıklamalarına bakanlar kurulundaki arkadaşlarından da cevaplar gelmesi “sıkıntı”nın olduğunu gösteriyor.

“Şu anda Ergenekon’da süreç AKP’nin aleyhine mi işliyor?” diye soran gazetecilere “Kesin öyle oldu. Aleyhine işliyor. Bu şeye benziyor. 12 Mart geldi, darbecilik işine bulaşmışları aldı. Sonra döndü Tarık Zafer Tunaya’yı, Bülent Nuri Esen’i almaya başladı ve iş sulandı. 12 Mart bir demokrasi düşmanı hareketine dönüştü. Burada da, bu kadıncağız (Türkan Saylan) velev ki bu işin içinde olsun, onu görme ya, onu görme ya... Daha neler var, onu görme ya...” sözlerine Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek’in cevap vermesi işi farklı bir yöne doğru taşıdı.

Bir de bütün bunların yanına Günay’ın Bakanlar Kurulu toplantısından erken ayrılması, 2.5 ay sonra yapılan AKP’nin ilk grup toplantısına katılmaması, bir bakan arkadaşı hakkında Meclis’te gensoru görüşülürken Genel Kurulda olmaması revizyon kulislerinin hızlanmasına, lacivert takım elbise giyen milletvekillerinin de artmasına sebep oldu.

Şahin’in Günay’ın bu sözlerini değerlendirirken söylediği “Ben Kültür ve Turizm Bakanlığı ile ilgili bir değerlendirme yapsam her halde o da bunu şık bulmaz” dedikten sonra “Yargı siyasallaştı mı?” sorusuna “Ben bu tür değerlendirmeleri son derece talihsiz beyan olarak görüyorum” cevabını vermesi sıkıntının olduğunu iyice gün yüzüne çıkardı.

Ardından da Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek’in “Kuvvetler ayrılığı gereği herkes kendi işini yapacak… Eğer Türkiye hukuk devletiyse, herkese düşen, sıfatımız ne olursa olsun, konumumuz ne olursa olsun bu kurallara uyma konusunda kimsenin bir imtiyazı, bir ayrıcalığı yoktur” sözleri de adeta işin tuzu biberi oldu.

Bütün bu revizyon söylentilerine ve bakan arkadaşlarının cevaplarına rağmen Günay geri adım atmıyor. Soruşturmayı çok önemsediği belirtiyor, “Katılmadığımız, sakıncalı bulduğumuz her görüşü bu soruşturma vesilesi yapmayalım” demeyi de ihmal etmiyor. Günay, kabinede kendisiyle ilgili bir değişiklik olması durumunda AKP’den de ayrılmayı düşünmediğini açıklıyor.

* * *

Ergenekon soruşturmasının 12. dalgasından sonra pek çok dengenin değişeceği beklenebilir. Önümüzdeki ay ADD öncülüğünde cumhuriyet mitinglerinin “ikinci dalgası”nın yapılacak olması ve şu aşamada eğer Günay, bakanlık koltuğundan uzaklaştırılırsa Başbakan’a ve hükümete yönelik eleştirileri “farklı bir boyut”a getireceği muhakkak.

“Ergenekon sulandırılmasın” derken işte bundan bahsediliyordu. Bir dernek başkanı üzerinden soruşturma sulandırılmaya çalışılıyor. Oysa ki, soruşturması genişledikçe birçok bilinmeyen gün yüzüne çıkmaya, bu soruşturmayı küçümseyenler olayın ciddiyetini anlamaya başladılar. Oynanan oyunlar bir bir ortaya çıkıyor. Yeraltından lav silâhları, el bombaları fışkırıyor.

Bu aşamadan herkesin yargıya yardım etmesi ve yargının vereceği kararı beklemesi gerekiyor. Çünkü soruşturma sulandırılır da sonuç çıkmazsa en fazla yarayı hukuk ve demokrasi alacaktır. Bu soruşturma siyaset malzemesi yapılmamalı. Mahkeme safahatında, gözaltına almalarda, aramalarda olan veya olabilecek yanlış uygulamalarda siyasetçilerin yorum yapmaması soruşturmadan ellerini çekmesi gerekiyor. Zira, çok çetrefilli, bir çok soruşturmayı içinde barındıran, görünürde karmaşık olan soruşturmada bu söylemler “mahkemeler üzerinde siyasî baskı oluşturuyor” diyenleri haklı çıkaracağı gibi, soruşturmaya da zarar verecektir.

Aslında Günay’ın söylediği sözler “sulandırılması” yönündeydi. Ve buna benzer beyanlar birçok kişinin dillendirdiği sözler. Ancak hükümetteki bir bakanın bunu söylemesi işi bu noktalara getirdi. Bakanlar kurulunda revizyon ile Ergenekon soruşturmasını aynı anda konuşturmaya kadar götürdü.

Soruşturma başladığından beri zaman zaman söylediğimiz gibi, yapılacak iş, hukuk sürecinde müdahale görüntüsü vermeden, hukukun üstünlüğüne inanmaktan geçiyor. Bırakın da herkes işine baksın…

24.04.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Yine bir 24 Nisan klâsiği…



Her 24 Nisan’da gündeme getirilen “Ermeni soykırımı” iddiası, bu yıl da mâlum medyaca yine Amerikan Başkanının “soykırım” kelimesini kullanıp kullanmayacağına kitlendi…

Obama’nın Köşk’te ve Meclis’te milletvekillerinin gözünün içine baka baka 1915 olaylarını, Kızılderililere yaptığı soykırım ve zencilere yapılan ayırımcılık ve kölelik muamelesiyle Amerika’nın “karanlık tarihi”yle kıyaslayıp “acı veren insanlık trajedisi” benzeri tâbirlerle geçiştireceği tahminleri yapılmakta.

Ancak ne olursa olsun Obama’nın Ankara’da ortaya attığı “Ermenistan sınırının açılması” telkini, Ankara ile Bakü arasında krize dönüşen bunalımın perde arkasında büyük oyuncuların oynadığını ele vermekte. Görünen o ki Washington, Türkiye’nin yanı sıra Azerbaycan ve Ermenistan’ın Rusya ve AB’ye yakınlaşmasını engellemek ve Kafkasya’daki egemenliği, enerji hatları ve stratejik etkinliği politikalarını gütmekte.

Bundandır ki bu yıl da Amerikan Başkanının “24 Nisan bildirisi”nde “soykırım” kelimesini kullanmaması ve Amerikan Kongresi’ndeki “soykırım tasarısı”nın gündeme getirilmemesi karşılığında, Ankara emr-i vakilerle karşı karşıya… Erivan-Ankara-Bakü hattındaki gerilimli karmaşa sürüyor…

“NORMALLEŞMENİN” BİRİNCİ ŞARTI…

Azerbaycan’ın feryadı ortada. Azeriler, Ermenistan’ın bir milyon kaçkının (göçmenin) 15 yıldır perişan durumda yaşadığı Dağlık Karabağ işgaline son vermeden, Azerbaycan-Nahcıvan arasında kapattıkları Laçin Koridorunu açmadan ve Erivan’ın “Büyük Ermenistan” haritasında okullarda resmen Doğu Anadolu üzerinde toprak talebinden ve diasporanın “soykırım iftirası”ndan vazgeçmeden “sınır kapısı”nın açılmasının Ermenileri daha da şımartacağı endişesini iletiyorlar. Normalleşmenin birinci şartı bu…

Ne var ki Ankara hâlâ bigâne. Sürekli “Azerbaycan’ın rızâsı olmadan Türkiye’nin hiçbir şeye imza atmayacağı” açıklaması tekrarlanıyor; lâkin alttan alta Erivan’la “sınır kapısı” üzerinde görüşmeler sürüyor.

İki ay sonra toplanan Bakanlar Kurulu toplantısının ardından hükûmet sözcüsü Bakan’ın açıklamaları da bunun ötesinde geçmedi. Seçimden sonraki ilk grup toplantısında “yoğun süreç içinde Ermenistan’la kurulan bir takım temaslar”ın istismarından yakınan ve Ankara’ya gelen Azerî Parlamento Heyetinin yanlış yaptığını belirten Başbakan’ın tavrı da aynı yönde.

Başbakan, bir yandan “Karabağ’da çözüm olmadan olmaz” diyor, diğer yandan bu hususta “alt ve üst çalışmalar”ın devam ettiğini söylüyor. Meseleyi “her türlü uluslar arası toplantılarda hep Azerbaycan’ın yanında olduk” cümlesinin ötesine geçmeyen açıklamaları da bu anlama geliyor.

“Bu bizim millî dâvâmızdır” diyen Başbakan, meseleyi ABD, Fransa ve Rusya’nın içinde olduğu “MİNSK grubu çalışmaları” çerçevesinde bölgede güven ve istikrar için “Ermenistan’la normalleşme sürecine yönelik çalışmalar”ın devam edeceğini belirtiyor. Ancak “normalleşme”nin birinci şartı olan Ermenistan işgali altındaki “Dağlık Karabağ’da Azerbaycan topraklarının iadesi, Erivan’ın Türkiye’nin toprak bütünlüğünün tanınması, Azerbaycan’ı ayıran Laçin Koridorunu açması ve diasporanın “soykırım iftirası”na arka çıkması hakkında tek kelime etmiyor. Barışın bundan geçtiğini bildirmiyor.

ANKARA, ECNEBİLERİN

OYUNUNA GELMEMELİ…

Belli ki Obama’nın teklifiyle Bakü, sistemli bir şekilde “çözümü zorlaştıran” taraf olarak baskı altında tutulmakta, emr-i vakileri “kabullenmesi” taktiği izlenmekte… Ve bu taktikle AKP siyasî iktidarında Ankara, Kafkasya’yı çıkar blokuna katmayı amaçlayan “Amerikan projeleri” oldu-bittisine gelmekte. Bu yüzden Bakü dışlanıp kapalı kapılar arkasında Erivan’la görüşmeler devam ederken Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı, kamuoyunu “Merak etmeyin, bir şey olmaz” diye “teselli ve temkin” telkiniyle geçiştirmekte, oyalamakta…

Oysa Azerbaycan-Ermenistan arasında gerçek bir barışa gidilmesi ve Türkiye ile Ermenistan arasında “normalleşme süreci”nin başlaması için, öncelikle bu hayatî hakların temini gerekiyor. Aksi halde yetersiz çıkmaz ve tâvizkâr muamma politikalarla Ermenistan’la kalıcı bir barış sağlanamadığı gibi Türkiye ile Azerbaycan’ın arası açılır; herkes kaybeder.

Ankara diasporanın iftirasına karşı her yıl Amerika’daki Yahudi lobisine milyonlarca dolar ödeyeceğine dünyaya doğrudan gerçekleri anlatmalı. ABD’nin bölgedeki diğer aktörlerin hegemonya ve çıkar hesaplarıyla değil, millî menfaatlerini esas alan politikalar izlemeli; Osmanlının yaptığı “tehcir”in asla “soykırım” olmadığını uluslar arası câmiaya anlatmalı.

Ankara ecnebilerin oyununa gelmemeli. Türkiye’nin ve Azerbaycan’ın hak ve hukukunu koruyarak Ermenistan’la iyi komşuluk ilişkilerini geliştirmeli. Bediüzzaman’ın tesbitiyle, bütün bölgenin refah, dostluk ve güvenliğinin milletin hakkını ve hukukunu muhâfaza eden “izzetli bir işbirliği ve musâlaha”dan geçtiği gerçeğinden sapmamalı…

Yoksa bir netice elde edilemez; 24 Nisan klâsiği devam eder…

24.04.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Her gün özür dileseler yeridir!



Bazı ‘büyük gazete’ler zaman zaman okuyucularından ‘özür’ diler. Özür konulu yazılara bakınca, “Tamam, bundan sonra sözlerinde duracak ve yalan-yanlış haber ve yorumlara yer vermeyecekler” diye düşünürsünüz. Fakat aradan belki bir gün, belki bir hafta geçer ve diledikleri özrü ve verdikleri sözü unuttuklarını görürsünüz.

Dün de böyle bir ‘özür’ yazısı yayınlandı. ‘Büyük gazete’de yer alan ‘özür’ yazısında, 1988 yılında atılan bir manşetten dolayı duyulan pişmanlık sözkonusu edilmiş ve “1988 yılında gazetecilik hayatımın en utanç verici olaylarından birini yaşadım” denilmek sûretiyle hadise anlatılmış. (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 23 Nisan 2009)

Sözkonusu yazıda, o tarihte KKTC’ye gitmek isteyen 3 İranlı öğrencinin, ellerinde bir ‘bomba çanta’ ile Esenboğa Havalimanında yakalandığı ve bu haberin Hürriyet’te manşet olma serüveni anlatılıyor. Tabiî haber yayınlandıktan sonra yakalanan İranlı gençlerin ‘terörist’ olmadığı, ‘Humeyni yönetiminden’ kaçarak üniversitelerde okumak için KKTC’ye gitmek isteyen gençler olduğu anlaşılmış. Araya girilmesine rağmen gençler 3 ay tutuklu kalmış, mağduriyetler olmuş vs.

Tahmin edileceği üzere bu hadise bir ilk değil ve maalesef son da olmamış. Aradan yıllar geçtikten sonra ‘özür’ yazısını kaleme alan gazetecinin yönettiği yayın organı, hemen her gün benzer yanlışlar yapmış ve yapmaya da devam ediyor. Meselâ, özre konu olan hadisede, yakalanan gençler İranlı olmasaydı yine benzer bir manşet atılır mıydı? İşte Türkiye’deki yaygın medyanın yanlışı bu noktada düğümleniyor. Yeri geldiğinde ‘araştırmacı gazetecilik’ten bahsederler, ama belli konularda araştırmaya ihtiyaç duymazlar. Tabiî ki her ülkeden ‘terörist’ çıkabilir. Fakat bazı ülkeler, bazıları nezdinde ‘doğuştan terörist’tir! İranlı ve dolayısı ile ‘Müslüman’ ise, daha başka araştırmaya ihtiyaç duymadan hemen manşeti çakarlar! Aradan yıllar geçince de ‘özür’ dilerler. Peki bu özrün, o gençlere ne faydası olur? Hadi onlara faydası olmaz, sonraki hadiselerde biraz araştırıp, ön yargısız davranamazlar mı? Hayır, asla ve kat’a!

Nitekim, 1988 yılında yaşanan bir ‘hata’dan dolayı bugün özür dileyen genel yayın yönetmeninin gazetesi, sonraki yıllarda da pek çok yanlışa imza attı. Çok eskilere gitmeye gerek yok. Yakın zamanda meydana gelen ‘Danıştay Saldırısı’ sonrası yapılan yayınları hatırlamak yeter. Hadisenin yaşandığı daha ilk gün, hemen ‘suçlu’ları tesbit etmiş ve mahkûm etmişlerdi. Aradan yıllar geçince, ‘hata’ yaptıkları ortaya çıktı ama bu konuda özür dilemediler. Bu bakımdan doğru bir adım olmakla birlikte, sadece 1988 yılındaki ‘hata’dan dolayı özür dilenmesi yeterli olmuyor.

Zaten bu özür de, devam eden Ergenekon soruşturmasıyla ilgili haber ve yorumlara atıf yapmak için hatırlatılmış. Medyanın her türlü ‘dolmuş’a binmemesi gerekir, ama göz göre göre yaşananları görmezden gelmek de kabul edilemez. Keşke özür dilenmek zorunda kalacak şekilde yayınlar yapılmasa. Keşke özürler tekrarlanacak şekilde yanlışlarda ısrar edilmese. Keşke okuyucuya ve kamuoyuna karşı sürekli dürüst ve dikkatli olunsa.

Devam eden yayınlara bakılırsa bu özürler devam edecek...

24.04.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Gazze’de savaş suçu işlenmemiş!



Geçen akşam milyonlarca insan sivil bir Filistinli protestocunun İsrail askerlerince vahşice öldürülüşünü kalbi parçalanarak izledi. İsrail hiçbir insanlık emaresi göstermeden saldırılarına devam ediyor. Bir yandan da yüzsüzce kendisini haklı çıkarmaya çalışıyor.

İsrail’in önceki gün yayınladığı Gazze raporu da bunun tipik bir örneği. Bu rapora göre; İsrail Gazze katliâmında “uluslar arası hukuka uygun” olarak savaşmıştı. İsrail Genelkurmayı yapılan beş iç araştırma ile BM binalarındaki hasar, hastanelere saldırı, sivillere verilen zararlar, beyaz fosforlu silâhların kullanımı ve sivil binaların yıkılması olaylarının ayrı ayrı araştırıldığını bildiriyordu. Bu araştırmaların sonucunda; “istihbarat veya operasyon hatası bulunan çok az sayıda olay bulunduğu, bunların da tüm savaş hâllerinde kaçınılmaz olarak meydana gelebileceği” tesbit edilmiş.

900’den fazlası sivil 1400 Filistinlinin öldüğü ve ayrım yapmaksızın imha yeteneğine sahip uzun menzilli topların, beyaz fosfor bombalarının kullanıldığı, sınır kapıları kapatılarak insanların açlığa ve yokluğa mahkûm edildiği, hastanelerin, Birleşmiş Milletler binalarının bile vurulduğu bir acımasız savaşta, İsrail ordusu uluslar arası savaş kurallarına uymuş. Bütün dünyanın da bu kuyruklu yalana inanmasını bekliyorlar. Gerçi Amerika’nın da bu sonucu destekleyici bir açıklama yapması hiç şaşırtıcı olmaz.

Halbuki uzun süre bölgede araştırma yapmasına izin verilmeyen Birleşmiş Milletler hâlen iki soruşturma yürütüyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü ve Uluslar arası Af Örgütü, binbir güçlükle girebildikleri Gazze’deki savaş suçlarını bütün dünyaya duyurdular.

Bu örgütlerin incelemelerine göre;

AYRIM GÖZETMEYEN

TOP ATIŞLARI

155 mm’lik yüksek patlayıcılı top mermilerinin Gazze’nin nüfus yoğun bölgelerine atılması, ayrım gözetmeksizin saldırıda bulunma yasağını deliyordu. Bu mermiler ilk değdiği yerden üçyüz metre civarındaki her yeri mahvediyordu. Hatta bir tanesi de Birleşmiş Milletler Yardım Çalışmaları Ajansı binasını yıkmıştı.

FOSFORLU MERMİLER

Beyaz Fosforlu top mermileri harekâtın son gününe kadar Gazze’nin aşırı nüfus yoğunluğuna sahip bölgelerine yağdırılmış, sivilleri öldürmüş, okul, market, insanî yardım deposu ve hastane dahil sivil yapıları yok etmişti. Örgütler sivilleri hedef alan bu atışların kazaen değil, kasden yapılan atışlar olduğunu tesbit ediyordu. Meselâ; 15 Ocakta yapılan fosforlu top atışında Gazze’deki BM karargâhı, un ve araç depoları ile yaklaşık 3 milyon avroluk ilâç yok edilmişti. 17 Ocak’ta havadan yapılan bombalamada ise 1600 sivilin sığındığı BM okulu yıkılmıştı. Ve İsrail’e göre bunlar “birkaç önemsiz hata”.

BEYAZ BAYRAK TAŞIYAN SİVİLLERE ATEŞ AÇILMASI

Peki ya beyaz bayrak taşıyan sivillerin öldürülmesi?

İnsan Hakları İzleme Örgütü İsrail askerlerinin beyaz bayrak taşıyan sivilleri tüfekleriyle kasden ateş açarak öldürdükleri altı olay tesbit etmişti. Bu olaylarda beş kadın, üç çocuk ve iki erkek ölürken en az sekiz kişi de yaralanmıştı. Hepsinde de insanlar sivil olduklarını beyaz bayrak taşıyarak göstermeye çalışmışlardı. Bu da mı savaş kurallarına uygun?

Uluslar arası savaş hukukuna göre savaş suçu niteliğinde olan bu suçlara daha sivil binalara kasden ateş açılması, yapılan saldırı bölgesindeki sivillerin önceden uyarılmaması da mı normal? BM Kalkınma Programının araştırmasına göre Gazze’de bu savaşta 14.000 ev, 68 resmî bina ve 31 sivil toplum binası yok edildi. 122 sağlık tesisinin tamamı hasar gördü ya da tamamen yıkıldı.

Sudan Devlet Başkanının peşinde olanlar Gazze’deki savaş suçlarını işleyenleri neden görmüyor? Uyan ey uluslar arası kamuoyunun vicdanı! Yoksa masumlar ölmeye devam edecek.

24.04.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

İpotekli Meclis



TBMM’nin kuruluşunun 89. yıl dönümü, geçen sene Meclis iradesine Anayasa Mahkemesi eliyle konulan iki ayrı ipoteğin devam ettiği bir ortamda idrak edildi.

22 Temmuz 2007 seçimiyle yenilenen Meclis, işbaşı yapmasının üzerinden bir yıl bile geçmeden bu iki ipotekle yargı vesayeti altında alındı.

Bunlardan biri, başörtüsünü üniversitelerle sınırlı olarak serbest bırakma iddiasıyla anayasanın iki maddesinde yapılan ve 411 milletvekilinin kabul oyu ile Meclisten geçen değişikliğin Anayasa Mahkemesinden dönmesiyle konuldu.

Bilindiği gibi, biz bu girişimin yanlış olduğunu, başörtüsü meselesinin bir-iki anayasa maddesiyle oynayarak çözülemeyeceğini, böyle yapılmaya kalkışılırsa sorunun daha da derinleşip kronik hale geleceğini başından beri ifade ettik.

Birkaç ay sonra yasakçı rektörlerin önemli bir kısmının değişeceğini, buna bağlı olarak yasağın uygulamada tedrîcen kaldırılmasını öngören bir yöntemin daha isabetli olacağına dikkat çektik.

Ama MHP ve dolduruşa getirdiği AKP uyarılarımıza kulak vermeyip o değişiklikleri yaptılar.

Sonrasında olanları hep birlikte yaşadık.

Önce bu iki maddelik anayasa değişikliği için iptal, sonra da AKP'ye kapatma dâvâsı açıldı.

Her iki dâvâya da bakan Anayasa Mahkemesi anayasa değişikliğini iptal ederken, “laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı” olma suçlamasıyla yargıladığı AKP’yi kapatmadı, ama ağır bir ihtar verdi.

Hazine yardımından kısmen mahrum bıraktı.

Meclisin benzerine çok az rastlanır bir çoğunlukla kabul ettiği bir anayasa değişikliği için verilen iptal kararı, Türkiye’deki fiilî işleyişte üstün iradenin TBMM’de değil, Anayasa Mahkemesinde olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.

AKP hakkındaki karar da, iktidar partisi üzerinden siyasetin ve Meclisin tümüne aba altından sopa gösterip, yargı vesayetini koyulaştırdı.

Meclis, geçen yaz kısa aralıklarla verilen bu iki kararın doğurduğu vesayeti kaldıracak düzenlemeleri gündeme getirip olumlu bir sonuca ulaştıramadığı müddetçe, millî iradenin temsilcisi olma misyonunun gereğini yapmıyor demektir.

22 Temmuz öncesinde bunun gereği en azından konjonktürel bir atak olarak yerine getirilmiş; askerin e-muhtırası ve Anayasa Mahkemesinin 367 kararı ile cumhurbaşkanı seçmesi engellenen Meclis, halka gidip seçmen iradesiyle kendisini yenilemek suretiyle bu engeli aşmıştı.

Sonrasında hem 27 Nisan sürecinde yaptırılmayan cumhurbaşkanı seçimini sonuca ulaştırmış, hem de bundan sonraki cumhurbaşkanı seçimlerinin halk tarafından yapılmasını öngören bir anayasal düzenleme ile süreci tamamlamıştı.

Sonrası için beklenen, çağdaş evrensel kriterlere uygun yeni bir anayasa hazırlayıp yürürlüğe koymak suretiyle demokrasiyi iyice kökleştirmek, açık veya örtülü müdahalelere kapıyı tamamen kapatacak sağlam bir yapı oluşturmaktı.

Ne yazık ki, bu başarılamadı. Gündeme getirilir gibi olan yeni anayasa taslağının arkasında durulamadı. Ardından, inanılmaz bir basiretsizlikle ve tamamen yanlış bir yöntemle başörtüsü meselesi gündeme getirilip iş çıkmaza sokuldu.

Hem başörtüsü yasağı, çözümü daha da zorlaşıp çetrefilleşen bir kör noktaya sürüklendi; hem seçmenin büyük çoğunluğunun desteğiyle iktidar olan bir parti kapatılmanın eşiğinden döndü; hem Meclisin anayasa değiştirme yetkisi kısıtlandı; hem de siyasetin tümü kıskaca alındı.

Bu duruma itirazı olmayan, çıkış yolu aramayan, iradesine konulan ipoteği kaldırmaya çalışmayan ve daha kötüsü bunu dert edindiğine dair herhangi bir işaret de vermeyen bir Meclis, demokrasinin önünü tıkar hale gelmiş demektir.

Dolayısıyla, ya içinde bulunulan durumdan çıkış formüllerini bir an önce gündeme getirip sonuçlandırmalı, ya da ülkeye daha fazla vakit kaybettirmeyip en yakın zamanda yenilenmelidir.

89. kuruluş yıl dönümünde Meclis iki seçenekle karşı karşıya: Ya anayasa değişikliği, ya seçim.

24.04.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Mânevî dünyanın sultanları



Bazı şehirler yer altı ve yerüstü, bazıları tarihî ve kültürel, bazıları da mânevî zenginlikleriyle dikkat çekerler.

İşte bu tarihî ve kültürel zenginlikleri yanında manevî altyapısıyla da göze çarpan beldelerden biri Karabük’ün Safranbolu ilçesi.

Zîra burada, helâket ve felâket asrının en zor şartlarında imana, Kur’ân’a hizmeti baştâcı edinmiş maneviyat sultanlarından Bediüzzaman Said Nursî’nin Mustafa Osman, Hıfzı, Ali Fuad, Dr. Mustafa Ramazanoğlu gibi kahraman talebeleri var.

Geçen Cumartesi günü Safranbolu’ya yapacağımız ziyareti, sanki bir önsezi ile hissetmişcesine bizi karşıladılar o büyük kahramanların manevî vârisleri. Genç, dinamik Yılmaz Dinç kardeşimiz titiz bir araştırmayla ortaya koyduğu Mustafa Ramazanoğlu’yla ilgili biyografik çalışmasını takdim ediverdi. Nesil Yayınları arasında çıkan kitapta Mustafa Ramazanoğlu’nun hayat hikâyesini okurken hemşehrisi Mustafa Osman, Hıfzı, Ahmed Fuad gibi fedâkârların hizmet serüvenlerinden de haberdar oluyorsunuz. Üstadın hizmete yönelik mektuplarını, enteresan olaylarla ilgili anekdotlarını, bu fedakârlardan söz edişini merak ve heyecanla okumaktan kendinizi alamıyorsunuz. Bunlar size birer pusula oluyor.

Bu mektuplar arasında dolaşırken, Üstadın İhlâs Risâlesi’nde iman ve Kur’ân hizmeti için, “Gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’âniye omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş”1 ifadelerindeki hakikatin önemini çok iyi anlıyorsunuz. Kitapta Dr. Mustafa Ramazanoğlu’nun, Mustafa Sungur’dan naklen kaydettiği Üstadın şu ifadeleri de çok önemli: “Kardeşlerim, bu hizmet-i Kur’âniye ve imaniye Allah’ın izniyle olur. Sizler aranızdaki uhuvvet ve muhabbeti muhafaza ediniz.”2

Demek bu hizmet bize bir ihsan-ı İlâhî. İstihdam ediliyoruz. Benlik, enaniyet, gurur ve kibire zerre kadar hakkımız yok. Memnun olmak, şükretmek, tahdis-i nimet etmek görevimiz. Muvaffakiyet Allah’tan, O’nun izniyle. İhlâs esas ve temel… Uhuvvet ve muhabbet, olmazsa olmaz iki rükün.

İşte Üstadın memnuniyeti, sevinci bu şartlar altında hareket eden talebeleri için. İltifat, takdir ve tebrikleri bu ruhla hizmete koşanlar için. Bunlar arasında Safranbolulu Hıfzı var, Ahmed Fuad var, Mustafa Osman var, Mustafa Ramazanoğlu var.

Bu kahramanlardan ayrı ayrı bahsetmek minnet ve şükran gereği olsa gerek. Sonraki makalelerimizde hizmetleriyle ışık tutan bu kahramanlardan bahsedelim İnşaallah.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 164.

2- Üniversiteli İlk Nur Talebelerinden Dr. Mustafa Ramazanoğlu, 30.

24.04.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Ene ile âlem-i vücub arasındaki ilişkiler



Cemil Bey: “Bediüzzaman Hazretleri, ‘O ene, mahiyetinin bilinmesiyle o garip muamma, o acîb tılsım olan ene açılır ve kâinât tılsımını ve âlem-i vücubun künûzunu dahî açar’ diyor. Burada geçen âlem-i vücub kelimesinden kastedilen nedir?”

Otuzuncu Söz’ün Birinci Maksad’ı, “ene”ye bir anahtar olarak yazılmıştır. Ene benimizdir, benliğimizdir, kendimizdir, kimliğimizdir, bazen Allah’a kul olan, bazen bir gurur küpü olan kendi içimizdeki insanî özdür. Başka bir ifâdeyle ene, insanın ben’ini, rûhî kimliğini, iç âlemini, duygularla sarılmış fizikî olmayan varlığını tanımlar.

Varlıkları iki ana gruba ayırıyoruz:

1- Vücub âlemine ait zarûrî Varlık. Vücub, varlıkta zorunluluğu ifâde eder. Vâcibü’l-vücud, varlığı kendisinden olan zorunlu varlıktır ki, yokluğu düşünülemeyen ve zarûrî olarak var olan Allah’ın zâtını tarif eder. Vücub âleminin diğer zarûrî unsurları Allah’ın isimleri, sıfatları ve şuûnâtıdır.

2- İmkân âlemine ait mümkün varlıklar. Bu da, Allah’ın zâtı ile, isim ve sıfatlarıyla kuşattığı, var kıldığı, yarattığı, donattığı, tanzim ettiği, düzenlediği Allah’ın dışındaki âlemdir. Yani mâsivâdır. Yani, varlığı kendisinden olmayan, varlığı tamamen Allah’a dayanan, Allah var etmesiyle ancak var olan varlıklar âlemidir.

Ene bir Allah kuludur. Eneye gelen her iyilik âlem-i vücubdan gelir. Ene’nin istifâde ettiği bütün iyilikler, âlem-i vücuba aittir. O halde ene ile âlem-i vücub arasında sıkı bir bağ olmalıdır. Bu bağ, vücub âlemi açısından Ulûhiyet, Rubûbiyet, Hallâkiyet ve sâir İlâhî sıfat ve isimlerin kurduğu bağdır ki, âlem-i imkân da dahil ene, bu bağ sayesinde yaratılıp donatılmakta ve terbiye edilmektedir. Bu bağ, ene ve kul açısından ise îmân ve ibâdet bağıdır.

Allah bütün sıfatlarıyla mutlak, bütün sıfatlarıyla muhît, yani kâinâtı kuşatmış, bütün sıfatlarıyla hudutsuz ve nihâyetsiz, bütün sıfatlarıyla kayıtsız ve sonsuzdur! Allah’a şekil verilmez, sûret biçilmez, mutlak ve muhît olduğundan belirleyici bir hüküm konulmaz, mâhiyetinin ne olduğu anlaşılmaz.

Meselâ karanlık olmasaydı dâimî bir ışığı fark edebilir miydik? Ne zaman vehmî bir karanlık ile ışığa bir hat çekersek, işte o zaman ışığın keyfiyetini biraz da olsa kavrama imkânımız olur.

İşte ubûdiyet içindeki ene, kendisine verilen vehmî ölçücüklerle Kâinât Sultan’ını sıfatlarıyla, isimleriyle ve şuûnâtıyla tanıma imkânı elde eder. Eğer ene’de cüz’î bir ilim olmasaydı, Kâinât Sultân’ının Alîm olduğunu bilemezdi. Eğer ene’de cüz’î bir kudret olmasaydı, Kâinât Sultân’ının Kadîr olduğunu; ene’de cüz’î bir şefkat olmasaydı, Kâinât Sultân’ının Rahîm olduğunu; ene’de cüz’î bir hikmet olmasaydı, Kâinât Sultân’ının Hakîm olduğunu... ve hâkezâ bilemezdi.

Allah’ın her şeyi kuşatmış olan, sonsuz, kayıtsız, hudutsuz, şeriksiz, eşsiz ve benzersiz isim ve sıfatlarını tanımak ve kavramak için ene’ye birer anahtar koymak gerekiyordu. Tâ ki ene, bu anahtarlar mârifetiyle birer gizli hazîne olan Allah’ın isimlerini tanıyabilsin ve kâinâtın kapalı sırlarını açabilsin. Ama ene kendisi de bir muammâ, kendisi de hayret verici bir tılsımdır. Böyle bir anahtar hakîkî olmamalı; gâyet vehmî ve farazî bir hat olmalıdır. Çünkü ene’nin hakîkî mâlikiyet dâvâ etmemesi için varlığının vehmî ve farazî olması; Allah’ın varlığından habersiz kalmaması için de varlığının bir anahtar ve ölçücük hükmünde bulunması gerekir. Bu mes’eleyi On Birinci Söz’de de ele alan Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, ene’nin bire bir ölçü ile kendisinde bir mevhum mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur ettiğini, bir hayâlî hat çizdiğini, muhît ve mutlak İlâhî isim ve sıfatları ancak bu hayâlî hatlarla tanıyabildiğini kaydeder. Bu hayâlî hatlarla ene, “Buraya kadar benim; ondan sonrası O’nundur” diye bir taksimat yapar. Kendinde var saydığı ölçücükler ile Allah’ın muhît ve mutlak sıfatlarını anlar. Cüz’î ilmiyle Allah’ın sınırsız İlmini; küçük san'atçığıyla Allah’ın mutlak San'atını, zâhirî mâlikiyetiyle Allah’ın hakîkî Mâlikiyetini ve hâkezâ, binler sırlı haller, sıfatlar ve hislerle ene bir anahtar gibi Hâlık’ının isimlerini, sıfatlarını ve şuûnâtını tanıma imkânı elde eder.

Ene bu cihetle yalnız hayra ve vücuda bakar. Yalnız feyze kâbildir. Vereni kabul eder. Kendi îcad edemez. Fâil değildir. Mâhiyeti harfiyedir; yani Allah’ın varlığını bildirir. Rubûbiyeti ve mâlikiyeti hayâliyedir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye tahammülü yoktur. Bu sıfatlarıyla ene, ancak ve ancak Allah’ın mutlak, muhît ve hudutsuz sıfatlarını bildiren bir mîzan ve ölçücük olur.

Mâhiyetini bu tarzda bilen ene, “Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir”1 müjdesine nâil olur. Emâneti bihakkın edâ eder. Kâinâtın ne olduğunu ve ne vazîfe gördüğünü görür ve idrâk eder.

Son olarak, mevhum rubûbiyetini ve farazî mâlikiyetini de terk etmeye râzı olan ene, nihâyet, “Mülk Allah’ın, Hamd Allah’ın, Hüküm Allah’ındır; ve Allah’a döndürüleceğim” der, hakîkî ubûdiyetini takınır, kulluğunu başına taç yapar ve Allah’ın izniyle, yaratıldığı biçim ve şekle lâyık olarak ahsen-i takvîm makâmına yükselir.2

Dipnotlar:

1- Şems Sûresi, 91/9 2- Sözler, s. 496, 118.

24.04.2009

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Tarihe yön veren en etkili şahsiyet: Hz. Muhammed (asm)



İki cihanın güneşi, gönüller sultanı, rahmet ve şefkat peygamberi Hz. Muhammed (asm) dünyaya teşrifinin 1438. yıl dönümünde, onun hakkında, Âlemlerin Rabbinin, O’nun mukaddes kitabı Kur’ân-ı Azimüşşan’ın müjde, destek ve hükümlerinin yanında; insanlık tarihinin, ilim ve bilimin verdiği şu şahane netice ve tesbitle hiç sözü uzatmadan sizleri baş başa bırakıyorum.

Amerikalı ilim adamı Michael H. Hart, dünyadaki en meşhur 20 bin kişiyi kabiliyetleri, mücadeleleri, icraatları ve muvaffakiyetleriyle değerlendirmiş ve bu araştırmasını programladığı bilgisayar ekranında, tarihin gelmiş geçmiş en büyük şahsiyeti olarak Hz. Muhammed’in (asm) ismi belirmiş, bunu 1978’de yayınladığı kitabıyla ilân etmişti.

Türkçe olarak da: “Dünya Tarihine Yön Veren En Etkin 100” adıyla tercümesi yayınlanmış olan bu kitabını, yayınlamasından on yıl sonra 1988’de, Mısır Devlet Başkanının dâvetlisi olarak Kahire’ye gitmiş ve orada bizzat Mısır Devlet Başkanı tarafından özel bir mükâfatın verildiği tören sonrasında, El-Ahram gazetesinin sorularını şöyle cevaplandırmıştır:

“Soru: Kitabınızın yayınlanmasının üzerinden neredeyse 10 yıl geçti (1988 itibariyle). ‘100 Ünlü Adam’ kitabınızda birinci yeri Hz. Muhammed’e (asm) vermiştiniz, hâlâ bu görüşünüzde ısrarlı mısınız?

“Cevap: Bu, ünlülerin tesbit ettiğim ilk listesi. Bu sayı çoğaltılırsa, 200-300 bine, hatta daha fazlasına bile çıkartılsa, Hz. Muhammed’in (asm) yeri yine en baştadır, değişmez!

“Soru: Hz. Muhammed (asm) niçin listenizin başında yer aldı?

“Cevap: Ben, ünlüleri incelemekte ve onları sıralamakta bazı kriterler koydum. Bunlardan biri de, bu ünlülerin insanlık tarihinde bıraktıkları geniş ve derinlemesine tesirdi. Koyduğum seçim kriterlerine göre, ünlülerin en başında Hz. Muhammed’in (asm) yer almasının sebebi, onun hem peygamberliğinde, hem dinî hem de dünyevî bakımdan fevkalâde başarılı olmasıdır. Beşeriyet ahlâkı, felsefî ve hukukî olarak da İslâm’dan daha mükemmel bir din görmemiştir. Hz. Muhammed’in (asm) vefatından sonra da İslâm, dünyanın doğusunda ve batısında yayılmaya devam etti. Dünyada şimdi de birçok insan, kalpleriyle ve akıllarıyla İslâm’a yöneliyorlar. Hz. Muhammed’in (asm) dâvet ettiği din, 14 yüzyıl önce medeniyetin ve kültür merkezlerinin dışındaki bir bölgede doğmuştu ve zor şartlar içinde yol aldı. Buna rağmen İslâm, doğduğu yerden dünyanın her yönüne ulaşmaya yol buldu.

“Soru: Bugün dünyanın onun gibi ünlü şahsiyetlere ihtiyacı var mı?

“Cevap: (Biraz suskunluktan sonra) Biliyorsunuz, bu zamanda anladığımız mânâda ünlü bir şahsiyet yok. Ve inanıyorum ki, Hz. Muhammed (asm) gibi her yönüyle kâmil bir insan, bir daha gelmez…”

İlk defa 1978’de yayınlanan kitap, o zamandan beri büyük tartışmalara sebep oldu. Tarihçi Michael H. Hart, sıralamanın birincisi ilân ettiği Hz. Muhammed’le (asm) ilgili kısaca şu açıklamada bulunmaktadır: “İslâm peygamberi; Arabistan fâtihi. Birçok kişi Muhammed’i (asm) şaşırtıcı bir tercih olarak görebilir, fakat laik bir tarihçi perspektifiyle o hem kitleleri etkileyen bir din adamı hem de askerî-politik lider olması bakımından benzersizdir.”

Kutlu Doğumun 1438. sene-i devriyesinin, mâsivâdan uzak, marifetullaha nâil olma ve sünnet-i seniyyeyi bir hayat düsturu etme dilek ve temennisiyle siz dostlarıma, bütün İslâm âlemine ve insanlığa hayırlara vesile olmasını niyaz ederim.

24.04.2009

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Hollanda’da Kutlu Doğum bereketi



Hollanda’ya ve dolayısıyla AB ülkelerine İslâmî açıdan ve ilim noktasında büyük pencereler açan ve istikbal için büyük inkişaflara hâmile olan Rotterdam İslâm Üniversitesi’nin dâvetlisi olarak bulunduğumuz Hollanda’da ardı ardına ve her gün bir konferans ve seminer vermek nasip oldu. Elbette bunların hayata geçmesinde bu ülkede münevver kalp sahiplerinin himmet ve gayretleri olmuştur. Bunların başında İslâm Üniversitesi Rektörü muhterem Prof. Ahmet Akgündüz, organizatör Sn. Rıza Deniz, Sn. Nusret, Atalay Celenk, Haluk Kocak gelmektedirler ve hakikaten tebrik ve övgüye lâyıktırlar.

Rotterdam İslâm Üniversitesi’ni kâğıtlar üzerinde görmüştüm. Yakînî bir bilgim yoktu. Gelip gördüm ve kıyaslar yaptım. ABD’de 85’i bayan olmak üzere 4 bin üniversite, Rusya Federasyonunda 1251 üniversite ve Müslüman Türkiye’mizde 92 üniversite bulunmaktadır. Fakat Rotterdam İslâm Üniversitesi’nin neşvü nemâ bulmaya şayeste olan çekirdek-i mânevîsinin mahiyeti satırlara sığmayacak durumda ve mezkûr üniversitelerden çok farklıdır. Eğer Türkiye ve Hollanda hükümetleri tam destek verirlerse, istikbalde tahminlerin ötesinde hizmetlere vesile olacaktır.

Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle başta mezkûr üniversitede ilk konferansımda ve devamında üniversite bünyesindeki seminerlerimde ve akabinde sırası ile Amsterdam Ayosofya Camii konferans salonunda Prof. Akgündüz ile müşterek verdiğimiz konferansta, yine Amsterdam Türk Evindeki “Efendimizden (asm) Çağımıza Müjdeler” konferansında ve benim “Van’ın Akdamar Adası” diye vasıflandırdığım Alkmaar şehrinin camiinde verdiğim “Dünya Gençliği Önündeki Engeller ve Çıkış Yolları” başlıklı konferansta da kendilerine beyan ettiğim bir müjde tesbiti şudur:

Kâinatın Serveri, Sevgililer Sevgilisi, Peygamberimiz, Efendimiz (asm) İslâmın sınırlarının dar ve etrafında çok az sahabenin bulunduğu, inananlara zulümlerin yapıldığı bir zamanda, İstanbul’un fethinden bahseder ve umur-u gaybiye nevinden buyurur ki: “Kostantiniyye feth olunacaktır. Onu fetheden kumandan ne iyi kumandan ve onu fetheden asker ne iyi asker.” 1 Bu tebşir ve müjde sözleri etrafındakileri heyecana getirir. “Olur mu, olmaz mı?” tereddüdünde olunmaz. Çünkü Hz. Peygamber (asm) söylüyor. O (asm) ne söylemişse mutlaka olmuş, olacaktır.

Hayatımda büyük yankılar yapan, Hz. Eyyübe’l-Ensârî’nin (ra) İstanbul’un fethedilmesi için 80 yaşını aşmasına rağmen iki defa cihad seferine katılmasıdır. Birinci seferde Hicret’in 43 veya 48. senesinde Süfyan bin Avf (ra) kumandasında ve ikinci harekâtta ise Hicretin 49 veya 51. senelerinde yine Süfyan bin Avf (ra) kumandasında İstanbul surlarına, sırf bu hadis-i şerifin müjdesine mazhar olmak için dayanması emsâlsiz bir durumdur... Bu aziz zât, muhasara ânında rahatsızlanır, sekerâta girer. Son sözlerinden biri olarak “Kardeşlerim, gittiğiniz en son noktanın dibine beni defnediniz” vasiyetinde bulunur ve ruhunu surların dibinde teslim eder, vasiyeti yerine getirilir.

Peki ne oldu bu hadis-i şerif? Evet, Hz. Peygamber Efendimizin (asm) ebedî âleme teşriflerinden tam 821 yıl sonra, 29 Mayıs 1453 sabahı çağ açıp çağ kapatan büyük hünkâr Muhammed Fatih Sultan ve askerleri mazhar oldu bu müjdeye. Peygamberimizin (asm) müjdesi böylelikle tahakkuk etti. Hem ismi değişti, hem de kahraman ecdadımıza vatan oldu.

Dedim ki: Ey kardeşlerim! Sizler de bu mânâda Ashab-ı Kiramı temsil ediyorsunuz. Tarık bin Ziyadlar gibi geri dönmemek için gemileri yakacaksınız ve Fatihlerin Kostantiniyye’yi feth ederek vatan yaptıkları gibi, sizler de buraları vatan yapacaksınız. Bu kabiliyetler sizde vardır ve bunun emarelerinden biri de yalnız Avrupa’da ibadete açık 500 Ayasofya camiidir. Evet bu mânevî bereket her şekliyle devam etmekte ve edecektir. İnşaallah.

Dipnotlar:

1- Camiü’s-Sağir: 5:262, 80, Hadis no:7227

24.04.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Mesya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis