Töre ve namus cinayetleri, kan dâvâları, arazi ve tapu kavgaları, özellikle Doğu ve Güneydoğu eksenli olarak, ama başka bölgelerde de eksik olmayan ciddî sorunlarımız.
Son olarak Mardin-Mazıdağı’nın Bilge köyünde meydana gelen ve resmî bilgiler çerçevesinde “töre katliâmı” gibi görünen dehşet verici kanlı saldırı, tüm dünyanın gözünü üzerimize çevirdi.
Olayda, saldırının maskeli kişilerce ve uzun namlulu silâhlarla gerçekleştirilmesi ve söz konusu köydeki tüm yetişkin erkeklerin korucu olması gibi noktalar, PKK-terör bağlantılı yeni bir provokasyon olma ihtimalini de hatıra getiriyor.
Ama saldırı zanlılarıyla ölenlerin çoğunun aynı soyadını taşıması, talip olunan kızın başkasına verilmesi ve bunun diğer cenahı kızdırması gibi diğer detaylardan hareketle, hadisenin bir terör saldırısı olmadığı değerlendirmesi yapılıyor.
Olayın, Kandil Dağından “Silâhlar sussun, diyalog başlasın” mesajının verildiği ve Lice’de dokuz şehide mal olan mayın saldırısına “Merkezî bir planlama ile yapılmadı” denilerek sahip çıkılmadığı bir ortamda gerçekleşmesi de, bu değerlendirmeyi teyid eden bir işaret gibi görünüyor.
Yoksa yeni bir Başbağlar faciası mı söz konusu!
Saldırı sonrası ortaya çıkan dehşet verici tablo, her halükârda korkunç bir vahşet manzarasını önümüze koyuyor. İki gencin hayatını birleştirmesi vesilesiyle tertiplenen düğün merasimi kana bulanıyor. Gelin, damat, imam başta olmak üzere, 6’sı çocuk, 17’si kadın, 44 kişi can veriyor.
Saldırının, içeride cemaatle namaz kılınırken gerçekleşmesi de tüyler ürperten bir diğer nokta.
Böyle bir gözü dönmüşlüğün izahı olabilir mi?
Bu kadar insanlıktan çıkmış ve hunharlaşmış bir saldırganlığın dayanağı ve gerekçesi olur mu?
İş dönüp dolaşıyor; Bediüzzaman’ın yüz sene önce cehalet ağa, oğlu zaruret efendi ve torunu husûmet bey olarak sıraladığı, “bizi mahveden” üç düşmana gelip dayanıyor. Merkezinde ağalığın yer aldığı feodal düzenin de, fakirliğin de, gelir uçurumu ve adaletsizliğinin de, basit ve sıradan sebeplerle kapışma ve kavgayı netice veren ihtilâf ve anlaşmazlıkların da ardında bunlar var.
İstibdat zihniyetine dayalı merkezî devlet uygulamaları da, maalesef bu hastalıkları azdırmış.
Kuvveti hakta değil, hakkı kuvvette gören bir anlayış, yerel ilişkilerinde de kuvveti elinde bulunduran unsurlarla iş görmeyi âdet edinip, zayıfları onların olmayan insafına terk etmiş. Birlikte çalışmayı tercih ettiklerini her türlü imkânla destekleyip donatırken, diğerlerini mahrumiyet ve sefaletleriyle yüz üstü bırakmış. Yargı mekanizmasını da bu mentalite üzerine bina edip öyle işletince, insanların sarılacağı bir dal kalmamış.
Cehaleti izale edecek ilim ve eğitim seferberlikleri yerine, tek yanlı propagandalar dayatılmış.
Aynı şekilde, ortak birleşme noktalarına vurgu yapılarak kardeşliğin ve kaynaşmanın tesisi gerekirken, tam tersine, var olan ihtilâflara yenilerini ilâve edecek fitneler tezgâhlanıp sahneye konulmuş. Kardeşlik için çalışanların da önü kesilmiş.
Maalesef böyle bir arkaplandan geliyoruz.
Durum bu olunca, orada her türlü vahşet ve dehşetin boy göstermesine müsait bir zemin, bile bile ve kasten hazırlanmış demektir. Dolayısıyla, zaman zaman ortaya çıkan bu çeşit vahşet tezahürlerine şaşırmamak gerekir. Ekilen, biçiliyor.
Ama madalyonun diğer yüzünde, ifsad için bu kadar uğraşılmasına, ardı arkası gelmeyen inanılmaz tertip ve tahriklere rağmen, bu tür olayların münferit düzeyde kalıp genelleşmemesi ise, olsa olsa toplumun mayasının sağlamlığı ve buna katkı sağlayan manevî hizmetlerle açıklanabilir.
Ki, kan dâvâsı, töre cinayeti gibi toplumsal hastalıkların azaltılması ve izalesi noktasında da en çok söz konusu manevî dinamikler etkili oluyor.
Keza, toplumsal dokuda nüfuz ve istismar edebilecekleri boşluklar arayıp fırsat kollayan, meselâ töre cinayetlerini bahane ederek toplumdaki iffet hassasiyetini aşındırmaya çalışan birtakım mihrakların hesaplarını da yine onlar bozuyor...
07.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|