|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Hayatı nasıl yaşıyoruz? |
|
Biliyorum bu sorunun cevabının kolay olmadığını... Ama yine de soruyorum. “Hayat nedir?” diye, yakın dostlarıma ve arkadaşlarıma.
Kimi “koşturmak, koşuşturmaktır” diyor. Kimi de ilginç, esprili, bildik ve beylik cevaplar veriyor. Cevapların içinden birine takılıyorum.
“Koşturmak...” böyle diyenlerin sayısı az değil.
Ancak, “Koşturmak da, nereye peki, hangi yöne doğru ve nasıl bir kalple, ne gibi bir niyetle?” diye, diğer sorulara geçtiğimizde cevaplar biraz daha zorlaşıyor.
Anlıyorum ki, biz insanlar hazırlıklı değiliz. Ne hayata, ne ölüme, ne hastalığa, ne de musibetlere...
Oysa ki her zaman ve ansızın gelecek bir belâ, sıkıntı, hoşlanılmayan bir şeyler, hedefini bulmuş bir mermi gibi âdeta bize dokunuyor. Felâketler vakitli vakitsiz ard arda gelebiliyor.
Madem öyle, biz de soralım hemen bu koşturma içinde olanlara; “Musibetlere, ölüme ve hayatın gerçeklerine karşı hazırlıklı mıyız?”
Ah vah etmeden, sabırla, inançla karşılamaya var mıyız?
Kıssadan bir hisse hemen:
Yıllar önce, bir nehrin iki yakasına yolcu taşıyarak geçimini sağlayan yaşlı bir kayıkçı varmış. Kayığındaki küreklerden birisine “inanç,” diğerine “çalışmak” yazmış. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda güngörmüş kayıkçı:
“Nehri karşıdan karşıya geçmek için her iki küreğe de ihtiyaç var. Çalışmaksızın inanç ve inançsız çalışmak insanı kısır bir döngüye sokar, aynı dairede döndürür durur. Hayat yoluna tek kürekle çıkmak da nehri tek kürekle geçmeye çalışmaktan farksızdır. Hiçbir yere gidemezsiniz” demiş.
İshak b. Muhammed de: “Dünya deniz, ahiret bir sahil, takva gemi, insanlar ise yolcudur” diyor.
Ne mutlu yolcu olduğunu bilenlere. Her şeye değeri kadar kıymet verenlere. Boş işlerden, nâhoş şeylerden yüz çevirenlere...
***
Evet, “Hayatı nasıl yaşıyoruz?” sorusuna bir de Asr-ı Saadet’ten cevap arayalım dilerseniz:
Abdullah b. Ömer anlatıyor:
Resulûllah (asm) omuzumdan tuttu ve: “Sen dünyada bir garip ya da bir yolcu gibi ol ve kendini kabir ehlinden bil” buyurdu.
İbni Ömer şöyle diyordu:
“Akşama erdin mi, sabahı bekleme. Sabaha erdin mi, akşamı bekleme. Sağlıklı olduğun sürede hastalık hâlin için hazırlık yap. Hayatta iken de ölüm için hazırlık yap.” (Buharî, Rikak, 2; Tirmizî, Zühd, 25)
Şu dünyada insanca ve Müslümanca yaşamak da yoksa, ne kalır ki geriye.
Kim bilir hangi gemi bizi götürecek o diyara. Ansızın bir ses, “hadi” diyecek, “çek şimdi uzaklara.”
Nasıl istersek öyle ölemiyoruz. Onu biz seçemiyoruz. Yaşadığımız hayat belirliyor yolun şeklini. Nasıl bir hayat yaşıyorsak öyle ölüyoruz, öyle de dirileceğiz...
En eskisinden en yenisine kadar her insanın en baş meselesi bu. Hayatı nasıl yaşamamız lâzım, hepsi bunun üzerinde durmuş. Şairler, filozoflar hepsi...
Sokrates; “İnsanın nasıl yaşaması gerektiği sorusu üzerinde düşünmemesi, onun değersiz ve dolayısıyla mutsuz bir hayat sürmesiyle eş anlamlıdır” diyor. Ve ihtiyaçların çoğalmasından ürkerek, “En az şeye ihtiyacı olan kişi, Allah’a en yakın olandır” diyordu.
Bunalan ruhlara göz ve gönül penceresinden bir kapı aralayan şair Ziya Osman Saba; “Pencereden bakınca bir araya gelecek, / Karşıki ev, ağaçlar, yaprak çiçek, / Bulutlar, birbirinin peşinde, / Bir ılık sonbahar güneşinde, / Dağ, taş, ova, deniz... / - Ah, hatırlamadan edebilir miyiz? / Şu yerle, şu gökyüzü, / Arasında geçen ömrümüzü!..”
Gönül aynamıza güzellikler taşıyan şairimize rahmet duâsı olsun.
Yıllar geçti, hayat bitti tükendi. Artık ekin vakti de değil ya. Elimizde kalan şu bir avuç an ve gün tohumunu bari toprağa ekelim de, bu bir iki anlık müddetten uzun bir ömür devşirelim.
Yarın yaparım demeyelim. Yarın diye diye nice zamanlar geçti. Ekim zamanı geçmeden çekirdeğimizi toprağa ekelim.
Ne mutlu, yaşadığı ânı, genç olsun ihtiyar olsun ganimet bilip de kalan günlerdeki borcunu ödeyenlere. Hayatı, Allah’ın teklif ettiği gibi yaşayanlara.
Evet, Allah bize yardım ederse, eldeki tohum bire bin verebilir ötede. Derdimiz bu olmalı. Hayat koşuşturmak değildir. Yerinde, durmak ve düşünmektir hayat.
Sonunda madem ki bir gün ecel gelip çenemiz bağlanacak, az ve öz sözle ömür sürelim, çenemizi boş sözle oynatmayalım.
***
Sûretten mânâya geçmeyen, hakikatin yüzünü ve özünü göremiyor, bulamıyor.
Koşmaktan, koşuşturmaktan hayatın yönünü bazen şaşırıyoruz. Durup dinlenmek, düşünüp taşınmak gerekiyor. Ne için koştuğunu bilmeyen bir yarışçının bütün çalışması boşunadır.
Hayatı sanki bir yarıştaymışız gibi yaşıyoruz ve akşam olunca nefis hak etmediği hakkını istiyor. Şimdi de biraz dinlen, eğlen diyerek tembelliğe ve tenperverliğe atıyor insanı.
Hayatın hızına kim yetişmiş ki?..
Nereye yetişmeye çalışıyoruz böyle?..
Yaşadığımız o güzelim baharları, mis kokan sabahları, akasyaları, çiçekleri unutuyoruz. Hayatı yaşamayı erteliyoruz.
Bu çılgınca koşuyu durduran, her ânın, hayat yolundaki her basamağın hakkını veren kazanıyor.
Köksüz gövdesiz bir şey yetişmiyor. Düşüncelerimiz köksüz ve gövdesiz... Aklın inanç meyveleri buruk bir tat veriyor.
Bir şeyler, ama çok önemli şeyler ve o küçümsenmeyecek kadar önemli şeyler bunlar. Kimlikler, renkler, özler, değerler, idealler birbiri ardı sıra kayboluyor bu koşuda.
Rabbimize ve insanlara karşı sorumluluklarımızı bilen bir insan olarak, ne yaptığını bilen bir insan olarak, hayata yeniden dönmek, yeniden yaşamak gerekiyor. “Bilmek” ve “görmek” hayatın her ânında ve her basamağında yeteri kadar ihmal edildi sanırım.
Medyanın herkesi yeterince, hatta fazlasıyla bilgilendirdiği bir dünyada bu bilgiler bir işe yaramıyor, yaralarımızı saramıyor. Belki de bize bildirilenler, asıl bilmemiz gerekenleri bilmememiz içindir. Bu uykudan uyanmak gerekir. “Şeytan uyuyana ninni söylemez” diyordu Ali Suad.
Her şeyden önce Yüce Kitabımız Kur’ân, bize sorumluluklarımızı bildirmektedir. Rabbine ve bütün insanlara karşı sorumluluklarını bilen bir insan, elbette ne yaptığını ve ne yapacağını da bilecektir.
Bütün bu karmaşık işlerin içinde çıkmazların korkutucu belirsizliğinden, İlâhî ışığı izleyip sıyrılabiliyor insan. Formül yakınımızda aslında; Risâle-i Nur’da şöyle geçer:
“Madem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû-i istimal etmeyenler, dar-ı bekada ve cennet-i bâkiyede hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır.” (Onuncu Söz)
....
“İşte ey hayat-ı dünyevîyenin zevkine müptelâ ve endişe-i istikbâl ile istikbâlini ve hayatını temin için çabalayan bîçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşrû dairedeki keyfe iktifâ ediniz; o, keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-i meşrû dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu sâbık beyânâtta elbette anladınız. Eğer, mâzi, yani geçmiş zamanın hâdisâtını sinema ile hâl-i hazırda gösterdikleri gibi, istikbâldeki ahvâl dahi—meselâ elli sene sonraki halleri—bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefâhet, şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrîn ve nefret edip ağlayacaktılar. Dünya ve âhirette ebedî ve dâimî sürûru isteyen, imân dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (asm) kendine rehber etmek gerektir.” (On Üçüncü Söz)
....
“Ey nefsim! Deme, ‘Zaman değişmiş, asır başkalaşmış; herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maîşetle sarhoştur.’ Çünkü, ölüm değişmiyor; firâk bekâya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor; ziyâdeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.
“Hem deme, ‘Ben de herkes gibiyim.’ Çünkü, herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musîbette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.” (On Dördüncü Söz)
02.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Sirâcunnur üzerine |
|
Eskişehir’den Süleyman Akkın: “Hazret-i Ali Efendimizin (ra) işaret buyurduğu Siracunnur nedir? Hangi risâlelerden oluşmaktadır?”
Hazret-i Ali (ra) Celcelutiye’de şu mısraında ismen Siracunnur’dan bahsediyor: “Tükadü Siracunnuri sirran beyaneten, Tükadü Siracüssürci sirran tenevveret, Binuri celâlin bazihin ve şerantahin, Bikuddusi berkutin bihinnarü ühmidet.”1
Mısraın Türkçesi: “Nurun kandili sessizce yakılıp aydınlatır. Kandiller kandili sessizce tutuşturulur; o da nurlandırır. Celâl, Rauf, Kuddüs, Rahman, Rahim ve Hakim isimlerinden aldığı onun nuruyla dalâlet ve fitne ateşi söndürülür.”
Bediüzzaman Hazretlerine göre Hazret-i Ali (ra) bu mısraında Risâle-i Nur’un üç önemli sırına işaret ediyor:
1- İslâm âleminde dellâllar elinde teşhir edilerek yayınlanmaya lâyık Risâle-i Nur, gayet gizli ve perde altında yayılacaktır.
2- Risâle-i Nur İsm-i Azam cilvesiyle ve İsm-i Rahîm ve Hakîm tecellisiyle zuhur etmiştir. İmtiyazlı özelliği “Allahü Ekber” temeline bağlı olarak celâl ve kibriya, “Bismillahirrahmanirrahim” 2 aslından feyizle merhamet ve şefkat, “Ve hüve’l-Azizü’l-Hakim” 3 âyetinden feyizle hikmeti ve intizamı keşfetmektir. Sâir meşreplerdeki “aşk” yerinde Risâle-i Nur mesleğinde şefkat ve muhabbet ön plandadır. Hazret-i Ali (ra) bu mısraında Risâle-i Nur’u tarif ediyor ve diyor ki: “Hayatını ve nurunu kibriya, azamet, re’fet ve rahimiyetten alıyor.”
3- Hazret-i Ali (ra) bu mısraı ile, “Siracunnur” dediği Risâle-i Nur’un “nuru”nun, hicrî 1354 yılında, dalâletin tecavüz eden fitne-i diniye ateşini söndürerek ya tahribattan vazgeçireceğini, ya da ileri tecavüzatını kıracağını bildiriyor.4
Bediüzzaman Hazretleri Celcelutiye’de geçen “Siracunnur” kelimesini genelde “Risâle-i Nur” ya da “Risâle-i Nur’un nuru” ile tefsir ediyor.5 Risâle-i Nur’un, Hazret-i Ali’nin (ra) tabirinde yer alan Siracunnur veya Siracussürc olduğunu haber veriyor.6
Bununla beraber Şuâlar, Emirdağ Lâhikası ve Barla Lâhikası gibi risâleleri incelediğimizde, özelde Siracunnur adıyla risâlelerden müteşekkil bir mecmuâ bastırıldığını açıkça görmek de mümkün. Meselâ Bediüzzaman, Heyet-i Vekileye gönderdiği istida mektubunda, üç yüzden fazla sahifeyi ihtivâ ettiğini bildirdiği Siracunnur mecmuâsının içinden Beşinci Şuâ yasaklansa bile geri kalan kısmının serbest bırakılmasını ve iade edilmesini rica ediyor;7 Diyanet İşleri Başkanlığının ehl-i vukufunca verilen müsbet rapor sebebiyle başkanlığa yazdığı teşekkür mektubunda, Siracunnur mecmuasının on üç parçadan müteşekkil olduğunu bildiriyor;8 iddiânamenin yanlışlarını yazdığı Hata Sevap Cetvelinde Siracunnur’da yer alan Hastalar Risâlesinin dört buçuk saatte yazıldığını haber veriyor;9 Afyon Mahkemesinden sonra Temyiz Mahkemesi Başkanlığına yazdığı uzun mektupta, sonunda Beşinci Şuâ’nın yer aldığı Siracunnur adıyla büyük bir mecmuadan bahsediyor;10 Siracunnur’un başında Münacatın yer aldığını haber veriyor.11 Keza merhum Tahiri Ağabey, Afyon müdafaasında, kâğıt alınarak Siracunnur adıyla bir mecmuânın bastırıldığından bahsediyor.12
Üstad Hazretleri döneminde bastırılmış bulunan Siracunnur’da yer alan on üç parça risâlenin konu başlıkları şöyledir: 1- Üçüncü Şuâ (Münacat Risâlesi) 2- Yirmibeşinci Lem’a (Hastalar Risâlesi) 3- On Yedinci Mektub (Çocuk Tâziyenâmesi) 4- Yirmialtıncı Lem’a (İhtiyarlar Lem’ası) 5- Yirmibirinci Mektub 6- Dördüncü Şuâ: İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye, Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye, Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye, Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye, Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye; 7- Onüçüncü Lem’a (Şeytandan İstiâze Risâlesi); 8- Otuzüçüncü Söz (Otuzüç Penceredir); 9- Arabî Esma-i Hüsna Münacatı; 10- Onyedinci Lem’anın Onikinci Notasındaki müellifin hazin münacatı; 11-(Onikinci Şuâ) Denizli Müdafaanâmesi; 12- Beşinci Şuâ; 13- Merhum Hasan Feyzinin Risâle-i Nur Hakkındaki Manzumesi ve Üstad Hazretlerinin Vasiyetnamesi ve zehirlenmesi dolayısıyle merhum Hasan Feyzi’nin yazdığı Mersiye.
Bugün itibariyle, Siracunnur eserine internet üzerinden ulaşmak da mümkün. Bunun için: “www.saidnur.com/foreign/trk/risaleler/siracunnur/siracindex.htm” adresini tıklamanız yeterlidir.
Dipnotlar:
1- Şuâlar, s. 1121; 2- Fatiha Sûresi: 1; 3- Nahl Sûresi: 60; İbrahim Sûresi: 4; 4- Şuâlar, s. 1123; 5- Şuâlar, s. 17, 1123, 1127, 1133,; 6- Şuâlar, s. 49, 68; 7- Şuâlar, s. 627; 8- Şuâlar, s. 628; 9- Şuâlar, s. 646; 10- Şuâlar, s. 707; 11- Emirdağ Lâhikası, s. 685; 12- Şuâlar, s. 845.
02.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Küre-i arz yangını |
|
Bir mahallede yangın çıksa onu hemen şehir duyar. Dehşet ve büyüklüğüne göre radyo ve televizyon haberlerinde yer alır, itfaiyeciler hemen harekete geçerler.
Böylesi yangınlarda genelde mal, bazan da can kaybı olur. Ama bu maddî kayıp inanan insanlar için bütün bütün zarar olmaz, rahmete vesile olur. Çünkü kül olup giden malları sadaka hükmüne geçer, zayi olan canları ise şehitliğe yükselir.
Bir de mânevî yangınlar vardır. İnsanların mânevî hayatlarını; inançlarını, insanî değerlerini, ahlâk ve faziletlerini mahveden mânevî yangınlar… Bir insanın dinden, imandan kopup anarşiye, ahlâksızlığa kayması maddî zayiâtlarla kıyas edilmeyecek kadar büyük mânevî yangın ve bir kayıptır.
Bu yangının, kayıbın farkına ancak bu değerlerin önemini bilenler varır.
İşte az bir zamanda Risâle-i Nur’a pek çok faydası dokunan ve on seneden beri Risâle-i Nur’a çalışmış gibi haslar dairesine giren Safranbolu kahramanlarından Mustafa Osman bunlardan biridir. Onun, Emirdağındaki kardeşlerine, bir yangın münasebetiyle geçmiş olsun makamında yazdığı bir mektup var. Nev-î beşer yangınından bahsettiği ve bizzat Üstad tarafından Risâle-i Nur’da kaydedilen güzel bir mektup bu. (Tarihçe-i Hayat, s. 431.) Bu makalemizde biz bu mektuptan bazı anekdotlar kaydetmek istiyoruz.
Mektubunda Mustafa Osman, “Kızıl Rusya’dan çıkarak, kızıl ateşler, kızıl kıvılcımlar saçan ve birer birer dünya şehrinin mahallelerini saran ve oraları yakıp kavuran, bâzı yerlerde de nifak ve şikak (ikiyüzlülük, ayrılık ve gayrılık) ateşleri saçarak, kardeşine, ‘Kardeşini öldür!’ diye bağıran ve en nihayette âlem-i Hıristiyâniyeti yakıp, kavurup, harman gibi savurduktan sonra, âlem-i İslâm mahallesini saran ve evimizin saçaklarına kıvılcımları sıçrayan ve çok büyük ve çok dehşetli bir belâ” olarak nitelediği komünizmi, büyük mânevî bir yangına benzetiyor ve bu yangına karşı itfaiye görevini üstlenen Risâle-i Nur’un, Müslümanların ve beşerin en büyük, yegâne sığınak ve kurtarıcısı olduğunu belirtiyor, bu yangından müstahkem; en kavî, yıkılmaz ve sarsılmaz bir tahkimât olan Risâle-i Nur’un nûrânî siperlerine ilticâ etmek ve onun daire-i kudsiyesine girmekle kurtulunabileceğine dikkat çekiyor.
Risâle-i Nur’a herkesin ihtiyacı var olduğunu söyler Mustafa Osman. Çünkü Risâle-i Nur, yokluk görülen ölümü ölümsüzlüğe dönüştürmekte ve insanı dehşetli her türlü mânevî hastalıktan kurtarmaktadır. Kendisi de bu tür hastalıklardan, dünyevî ve uhrevî dertlerden, ateşlerden onunla kurtulmuştur. Onun için, gönüldaşlarına “Allah’ın sizlere ihsan ettiği ezelî lütfuna karşı secde-i şükrandan başınızı kaldırmayınız. Gecenin soğuğuna aldırmayınız. Sizlere lütfu hiçbir hususta esirgemeyen Rabb-i Rahîm’e, gecenin bu mübârek saatlerinde kalkarak, vazife-i şükrü edâ ediniz” diyor.
Mustafa Osman ayrıca bunlara, dünyanın faniliğini, bakî olan hayatın yanında bir hiç hükmünde olduğunu, fakat ahiretin tarlası olması yönüyle değer kazandığını hatırlatır ve “Fırtınaların şiddeti, havanın dehşeti sizleri sarsmasın, korkutmasın. Bu mübârek mezraaya [tarlaya] en mübârek ve nurânî ve verimli ve bereketli olan Nur tohumlarını ekiniz. Zîra ‘Eken biçer,’ atalarımızdan kalma mübârek bir sözdür” ifadelerini ekliyor.
Sonra da yine dâvâ arkadaşlarına seslenerek, “Din düşmanlarının hücumlarından katiyen sarsılmayınız, fütur getirmeyiniz; çalışınız, çalışınız, çalışınız! Ve katiyen inanınız ki, Nurun şefaati; Nurun duâsı, Nurun hizmeti sizleri kurtaracaktır” diyerek “Kardeşiniz Mustafa Osman” imzasıyla mektubunu bitiriyor.
İşte bugün toplumu saran anarşi ve terör felâketine karşı tâ altmış sene önce bu hassasiyeti göstremişti Mustafa Osman.
02.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Meclis'te başörtüsü kıyameti |
|
Millet Meclisi 2 Mayıs 1999 tarihi itibariyle olağandışı, hatta görenleri şoke edici zincirleme hadiselere sahne oldu.
Yeni seçilen milletvekilleri için 2 Mayıs günü Millet Meclis'inde "yemin töreni" yapılıyordu.
Herkes, biri Fazilet Partisinden (FP), diğeri MHP'den seçilen başörtülü iki kadın milletvekilinin durumunu merak ediyordu: "Acaba, Meclis'te başörtülerini çıkaracaklar mı, çıkarmayacaklar mı?" diye...
Yemin merasiminin yapıldığı esnada Meclis'e başı açık şekilde gelen MHP'li Nesrin Nas'tan sonra FP'li Merve Kavakçı'nın durumu merak ediliyordu.
İlerleyen saatlerde, aynı partinin bir diğer kadın üyesi Nazlı Ilıcak'la birlikte Meclis'e gelen Merve Kavakçı'nın başörtülü olduğu görüldü.
İşte, tam da o esnada öylesine bir gerilim havası pompalandı ki, herhalde dünyanın hiçbir parlamentosunda eşi benzeri görülmüş değildi.
Seçimde birinci parti olma şansını yakalayan Bülent Ecevit liderliğindeki DSP'li milletvekilleri, Meclis salonunda başörtülü bir milletvekilini görmeye dahi tahammül göstermeyerek adeta bir kızılca kıyameti kopardılar. Toplu halde ve yüksek sesle Kavakçı'yı protestoya başladılar. Onun derhal dışarı çıkmasını avaz avaz bağırıp durdular.
Derken, aniden kürsüye çıkan Bülent Ecevit, dünya durdukça unutulmayacak derecede kin, öfke ve nefret kusan bir konuşma yaptı. Özetle, "Burası devlete meydan okunacak yer değildir" dedi ve ekledi: "Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz!"
Oysa, orası Millet Meclisi idi ve oraya gelen başörtülü hanım da milletin iradesiyle seçilip gelmişti.
Dolayısıyla, orada devlete değil, ancak milletin iradesine karşı meydan okundu ve neticede Merve Kavakçı da Meclis'ten çıkma mecburiyetinde bırakıldı.
İş bu kadarlıkla da bitmedi. Bu seçimde baraja takılan ve Meclis'e giremeyen CHP ile DSP'li bazı vatandaşlar Meclis'in kapısına kadar topluca gelerek RP'li Kavakçı aleyhinde protesto gösterisinde bulundu.
İşte bu fevkalâde tarihî hadise, aynı zamanda "laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiği" gerekçesiyle aleyhinde dâvâ açılan Fazilet Partisinin kapatılmasına da kuvvetli bir gerekçe teşkil etti.
İşte, bu partinin kapatılması istemiyle dâvâ açan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş'ın hazırlamış olduğu iddianâmede yer alan konuyla ilgili ifadelerinin kısacık bir bölümü: "18 Nisan 1999 tarihinde yapılan milletvekili seçimlerinden önce, annesi türbanını çıkartmadığı için bir kamu kuruluşundan uzaklaştırılmak zorunda bırakılmış, kendisi de türbanlı ve 'hiçbir zaman ve hiçbir yerde türbanını çıkarmayacağını' her zaman söyleyen Merve Kavakçı adlı hanım, Fazilet Partisi yöneticileri tarafından seçilebilecek biryerden önce milletvekili adayı gösterilmiş. Başta Recai Kutan olmak üzere Fazilet Partisinin tüm yöneticileri Merve Kavakçı'nın hem Meclis'te türbanlı olarak yemin edebileceğinin, hem de Meclis çalışmalarına türbanlı olarak katılabileceğinin propagandasını yapmaya başlamışlardır."
Bu ve benzeri delilleri sıralayan Vural Savaş, iddianamesini şu sözlerle noktalıyor: "Bütün bu delillerin, Fazilet Partisinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiğini kanıtlayacağına inancımız tamdır."
Aynı gerekçeyle daha evvel Refah Partisini kapatan Anayasa Mahkemesi, Fazilet Partisini de kapattı. Bu partinin yerine bilâhare Saadet Partisi kuruldu.
Mâkul ve inat
Birbirine mânâ ve mahiyetçe zıt iki tâbir: Mâkul ve inat.
Birbiriyle inatlaşarak mâkulü yakalamanın, mâkul bir noktada buluşmanın imkânsızlığını aklı başında olan hemen herkes bilir.
İşte, bu iki tâbir 1 Mayıs günü yaşanan olaylara damgasını vurdu: Taraflar, adeta inatlaşarak mâkulu bulmaya çalıştı.
Ancak, olmadı. Esasında, mâkulü bulmak mümkün de değildi.
İşçi sendikalarının temsilcileri, 1 Mayıs kutlamalarının büyük bir miting ve gösteriyle Taksim Meydanında yapılmasında son ana kadar ısrar ve hatta inat edip durdu. Buna kesinlikle izin verilmeyeceğini anlayınca da, hiç olmazsa "makul bir kalabalık" ile meydana gitmeye razı oldu.
Günlerce devam eden inat ve ısrarın arkasında yatan ana sebep, Taksim Meydanı'nı tıpkı 32 sene önceki gibi sırf ideolojik bir gösteriye sahne yapmaktı. Bunun da emek bayramıyla, işçi günüyle, yahut işçi haklarıyla hiçbir alâkası yoktur.
Tabiî, o tarihte yapılan kanlı saldırıyı hiçbir şekilde tasvip etmek mümkün değil. Ancak, günlerdir sürdürülen Taksim inat ve ısrarının yol açtığı gerginliği ve provokasyon fırsatçılığını da kulak ardı etmemek gerekir.
İşte, yer yer polisle çatışmayı netice veren gerilim, ne yazık ki sendika temsilcilerinin günlerdir pompaladığı bu kör inat ve ısrarından büyük ölçüde beslendiğini kamuoyu da görmüş ve anlamış bulunuyor.
Umarız, daha sonraki yıllarda inatlaşmanın olmadığı bir makul yol bulunur da, bu tür gerilimler yaşanmaz.
02.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan YÜKSELTEN |
Oteller ve dünyevîleşme |
|
Yaz mevsiminin yaklaşmasıyla birlikte modern hayat anlayışının bizlere mecburiymiş gibi gösterdiği tatil arayışları ve sohbetleri başladı yine çevremizde. Eskiden tatilini, köyüne akrabalarını, eşini dostunu ziyarete giderek değerlendiren insanlar artık otellere yöneliyorlar. Köylerin yerini koylar alı-yor. Kim bilir belki modern insanın yalnızlığından ötürü, gidecek köyü de kalmadı. Orda bir köy var uzakta ama sanırım o köy bizim köyümüz değil artık.
Günümüzde tatil denince akla doğrudan oteller geliyor. Dindar kesimin de bir şekilde plaj kültürüne alıştırılmasıyla ortaya çıkan ve sayısı hızla artan tesettür (!) otelleri, bu noktada önemli bir yer tutuyor. Bence dindar kesim olarak deniz tatilini ve tesettür otellerini ciddî bir biçimde sorgulamalıyız. En başta da tesettüre ne kadar uygun olduklarından başlamalıyız. Ancak bu sorgulamadan önce otel kültürünü ve otelin günümüzdeki anlamını incelemek daha doğru olur sanırım.
Bizim kültürümüzde seyahat önemli bir yer tutar. Bu anlamda gezip görmek çok da tavsiye edilen bir şeydir. Ama günümüzdeki gibi tek yönlü ve sadece dünyevî haz amaçlı bir gezip görmek değildir tavsiye edilen. Zaten eskinin otelleri olan hanlara ve kervansaraylara baktığımızda buraların gerçekten geçici olarak konaklanacak yerler olarak tasarlandığını görürüz. Keyfî olarak değil, ihtiyaca binaen açılan ve ticaretin de yapıldığı mekânlardır hanlar ve kervansaraylar. Üstelik buralarda dinî motifleri de hemen hissedersiniz. Meselâ Bursa’daki Koza Han’ın ortasındaki güzelim altıgen mescit, Fidan Han’ın, Pirinç Han’ın ortalarındaki mescitler, merkeze ibadeti alan bir hayat anlayışını hatırlatır bize. Anadolu’nun birçok yerinde bu tür hanları görebilirsiniz.
Ancak günümüz otellerinin, adeta ölümü unutan modern insanın dünyevî cenneti olarak, hatta bizzat ölümü unutturan merkezler olarak tasarlandığını görüyoruz. Birçok lüks otelde mescit yoktur meselâ. Buna mukabil israfın daniskasının yapıldığı sınırsız yemekler, alkollü içecekler, diskolar, havuzlarda bedenlerin teşhiri, vs. gibi bu dünyanın yalancı zevkleri sunuluyor insanlara. Günümüz otelleri, geçici olarak kalınacak yerler olmaktan ziyade bir hayat merkezi olarak tasarlanıyor. Aylarca otelden çıkmadan yaşanabilecek ortamlar hazırlanıyor. Ve bu ortamlarda her türlü günahın serbestçe işlenebileceği imkânlar oluşturuluyor. Eskiden hanlarda mecburen kalan insanlar bugün otellere nefsin kültürünü yaşamak üzere koşarak ve isteyerek gidiyor.
Bize yıllarca ‘bacasız sanayi’ olarak takdim edilen sahillerdeki otellere gelince, oralardaki yanlışlıklardan bahsetmeye hiç gerek yok sanırım. Şehirdeki otellerin sosyal ve manevî boyutunu gördükten sonra, sahillerdeki otellerin hangi noktalara kadar gidebileceğini insan düşünmek bile istemiyor. Hayatın her alanına ekonomi gözlüğüyle bakan ve her şeyi pazarlama aracı olarak gören zihniyete göre, sahil kesiminde oteller yapmak, ahlâkî hiçbir şey göz önünde bulundurmadan para kazanmak hedeflenmelidir. Hatta öyle ki, dindar kimliğiyle yönetime talip olanların bile plaj turizmini desteklediklerini, savunduklarını görüyoruz. Oysa unutmamalıyız ki, ahlâk her zaman ekonomiden önceliklidir. Yaşadığımız küresel kapitalizm krizi de bunu kim-senin itiraz edemeyeceği biçimde ispat etmiyor mu?
Kısacası günümüzde oteller sadece otel değildir. Otel olmaktan öte, bir hayat biçimidir. Modern insanın hayatını biçimlendiren en önemli mekânlardan biridir. Dünyevîleşmenin tam merkezidir. Bence ‘Tesettür otelleri olmalı mı olmamalı mı?’ sorusundan önce, otel kavramının altında yatan mânâyı anlamak gerekiyor. Çünkü onu anladığımız zaman, tesettür otelleri sorusunu sormamıza bile gerek kalmıyor.
02.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Her insan, üzerinde ‘dersler’ taşır |
|
Lütfen görüşme hakkımıza müdahale etmeyin!
Görüştüğümüz her insan beraberinde birtakım dersler taşır. Yeniden görüşmelerimiz, oluşan çağrışımların ve derslerin yenilenmesi, tazelenmesi anlamına gelir. Yani bu, Peygamberimizin (asm) sohbetinde bulunan sahabelerin, onun (asm) nuru ile nurlanması gibi bir şeydir.
Kıymetli ilahiyatçı Şahinalp Hocama, “Hocam, ne zamandır görüşemiyoruz, yani ehl-i iman kardeşlerin, birbirleri üzerindeki haklarından birisinin de, ‘birbirleriyle görüşme hakkı’ olduğunu söyleyebilir miyiz? Bunu da haftalık sohbetlerimiz olarak kabul edebilir miyiz? Dolayısıyla bir iman kardeşimiz bu sohbetleri ihmal ederse, ona gidip, ‘Kardeşim benim hakkıma giriyorsun, ben sizinle, hiç değilse haftada bir de olsa konuşmak, görüşmek istiyorum. Ama sen buna mani oluyorsun. Bak, eğer hakkımı helâl etmezsem işin zor, onun için ne yap-et, haftalık görüşme hakkımızı iade et…’ diyebilir miyiz?” diyorum. Hocam, tebessüm ediyor ve hakkı teslim ediyor.
İman kardeşliği sorumluluk da yüklüyor
İnsanın nefis taşıdığını, nefsin, her şeyi kendi menfaatine bakan yönüyle değerlendirdiğini, onun için zaman zaman muhataplarının hak ve hukukuna müdahaleler yapabildiğini karşılıklı mütalâa ediyoruz. Yine ehl-i imanın birbirini arayıp sormasını; başında bir sıkıntı varsa onu gidermek için kendisine düşeni yerine getirmesini de bir sorumluluk sadedinde konuşuyoruz.
Kardeşlik kolay değil diyoruz ve sorumluluğu üzerinde duruyoruz. Gerçi bir iman kardeşimizin îmanî sohbetlerden, hizmetlerden uzaklaşması; ya da daha başka maddî ve manevî sıkıntılar içerisinde olması karşısında, kardeşlere düşen, oluşan veya oluşacak durumları seyretmek, kuru kuru ‘ah, vah’ etmek değildir. Böyle bir durum, o kardeşin maneviyatına gelen darbelere seyirci olmak anlamına gelir.
İşte kavlî ve fiilî duâlar böyle zamanlar için vardır.
Kardeşleri nefislerinin eline terk etmemek lâzımdır
İman kardeşimiz üzerinde; nefis etkinlik yapıyor, her türlü azabı kendisine ve çevresine çektiriyor ve hayatın tadını tuzunu kaçırıyor da, biz kardeş olarak bu duruma seyirci kalıyor ve yapılması gerekenleri yapmıyorsak, bu kardeşlik, ‘kardeşlik’ olmasa gerektir.
Nefis ve hevanın, kalp üzerinde baskı kurması ve akıl ve kalbe galebe etmesi, çok da hakikati bilmemekten değildir. İnsan bazen yanlışı ve doğruyu bildiği, kazanç ve kaybı anladığı halde; bile bile ve isteyerek batılı hakka, yanlışı doğruya tercih edebiliyor. O zaman yapılması gereken, akıl, kalp ve vicdanı geliştirecek adımlara destek vermek, böyle ortamlara kardeşimizi çekmek ve nefsi zayıflatan ve kalbi güçlendiren faaliyetlerin içerisinde yer almaktır.
Nefis böyle cezalardan anlar
Bu aynı zamanda nefsi cezalandırmak anlamına gelir. Yani nefis, yaptığı yanlışlar karşısında kumandanları olan akıl ve kalp tarafından bir ciddî cezalandırma ile karşılaşsa, bu ceza onun için caydırıcı olacaktır. Nefis, ceza almak istemiyor. Örnek olarak, bir sabah namazına kalkmamış nefse, yirmi vakit sabah namazı kazası kıldırmak, nefsi ciddî sarsacak ve ona ders olacaktır.
Kardeşlerimizi nefis ve şeytanın oyuncağı olmaktan kurtarmak ve onlarla ilgili her türlü maddî ve manevî fedakârlık örnekleri içeren adımlar atmak bir görevdir. Akıl ve kalbine, bir ağabey veya kardeş olarak destekçi olmak, nefsin firavuniyetini kıracaktır. Bu da sahabe mesleği mesabesindeki Risâle-i Nur hizmetine yakışandır.
Görüşmek değil, hatırlamak bile bir derstir
Mü’min kardeşlerle her görüşmenin elbette ki niteliği farklıdır. Caddede karşılaşıldığında, bir tebessüm de bir görüşmektir. Güzel bir mekânda, ciddî alâkalarla sohbet etmek, dertleşmek de bir görüşmektir. Barla Lâhikasında, Nurları dinlemeye gelen ve evhama (vehim, kuruntu) düşmüş insanların, evham zulümatlarını nasıl dağıttığı, bizzat yaşanmış örneklerle anlatılmaktadır.
Şahinalp Hoca, konuyla ilgili,—mealen—bir hadis-i şerifi nakletti: “Görüştüğünüz kişi, ilk anda size Allah’ı hatırlatıyorsa, onunla görüşmeye devam edin, onunla arkadaşlık kurun. Ama görüştüğünüz kişi size şeytanı hatırlatıyorsa, ondan da uzak durun, onunla arkadaşlık etmeyin” demek, görüştüğümüz insanlara bu ölçüyle bakmalıyız. Tabiî önce, kendimiz, Hakkı hatırlatan olmalıyız.
Görüştüğümüz insanlar, bizi dünyaya, dünyalıklara, nefsin istek ve arzularına, kötülüklere dâvet ediyor ve böyle durumlardan bizi esirgemiyorsa, burada hakikî anlamda bir dostluktan bahsedilemez.
Ama görüştüğümüz kişi, bize Allah’ı (c.c), Kur’ân’ı, Hazret-i Peygamberi (asm), büyük zatları, imanı, dürüstlüğü hatırlatıyorsa, böyle insanlar varlıklarıyla gittikleri yerlere pek çok dersler götürüyor demektir.
Nitekim konuşmalar, görüştüğümüz kişinin taşıdıklarına göre şekilleniyor. Hakikî iman ehlinin bırakın konuşmasını, yolda yürümesi, oturup kalkması bile bir edeb dersi niteliğindedir. Çünkü iç dışa yansır. Hazret-i Peygambere (asm), ‘Bu yüzde yalan yoktur’ diyen nasipli, için dışa yansımasını okumuştur.
Görüşmek bir derstir
Doğrusu, ‘görüşmekte, konuşmakta, birbirinizle olan irtibatta aşırıya gidin’ mesajını, yani ‘müfritane irtibatı’ ben böyle anlıyorum. Her iman kardeşim, her Nur kardeşim üzerinde pek çok îmanî ders taşıyan birer levha gibidir. Onun için böyle iman sahipleriyle görüşmek (bırakın oturup dertleşmeyi)—caddede uzaktan uzağa selâmlaşmak bile—derince etkiler bırakabiliyor. Bir takva ehli ile görüştüğümüzde, onun üzerimizdeki etkisi epeyce bir devam etmektedir.
Görüşünce ondaki dersleri biz, bizdekileri o okur. Böylece, mü’min, mü’minin aynası olmuş olur. Anlaşılan, her insan üzerinde dersler taşır.
02.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Rifat OKYAY |
Niyet, ihlâs ve sabır |
|
Kendine ve yaptığı işlere inanmayan, nefsi, enfüsi dairelerde üful eden, batan ve kaybolan insanoğlu… Ve insanlık âleminde “ben ben” di-yerek tebarüz edip kabararak kaybolan su kabarcığı insanlar… “Ben” diye diye “Bizim” bulutlarına hatta gölgelerine bile razı olamayan, kabullenemeyen nefisler…
Kör kuyu derler susuz kalmışların kaynaklarına, ulaşabilecekleri halaskârlarına… Şimdilerde ise İslâm âlemi kör noktaların esiri olmuş… Enaniyetlerin, gururların ve nefisperestliklerin koyu karanlık kör noktaları olarak…
Ne biliyoruz ki?... Çalışmak yok, sebat ve devam yok… Başarı, bizim kapıyı bırakın, bizim sokağı da… Bizim mahallelere, şehirlere neden uğrasın ki!...
Hep afakî âlemlerin, bulutlar ve ufuklar ötesindeki hayallerinde dolaşan insan nedense enfüsi daireye/ kendisine bir türlü inemiyor. Ve bunun mesullerini de yine başka ellerde başka yellerde ve başka nefislerde arıyor, yakıştırıyor ve konuşuyor…
Nefsin burnunu sürterek çalışmayı sırtlayıp, sabır bineğine binmekte nedense hep geç kalıyor bu ahir zamanın insanları…
Bize yakıştırılan tembellik, hımbıllık ve mollalıkta gözü hep… Bırakalım bunları, arkamıza dönelim, mazi kıt'asına atalım… Ve ümitle, çalışarak, koşarak, coşarak, istikbale nazarlarımızı çevirerek en iyiyi, en güzeli, en başarılıyı yakalamaya, tutmaya ve baş üstüne koymaya bakalım… Bunun fiiliyatına, ameline girişelim…
İyileri, güzelleri, daneleri kucaklamak sahip çıkmak fiillerini gerçekleştirelim… İnsanın nefsinden ve şeytanından, gururundan ve kendini beğenmişliğinden daha kötü ve kaçınılacak bir kavram, anlayış ve düşünce olamaz zaten… Küfre, dalâlete yol veren bunlara kapılarını açan her düşünce, her fikirde bu minval üzeredir. …Elbette ki hepsinden kaçmalı ve kaçınılmalıyız…
Devenin eğriliğini kafasından silmemek, elifin doğruluğunu inkâra kadar götürür. Müslümanım diyenleri duâ ve niyet başlangıç olmak üzere; sabır ve çalışma İnşallah muvaffakiyete, başarıya ve zirvelere taşıyacaktır.
Yeter ki halis niyet, ihlâslı amel ve hizmette devama sabır beraber olsun.
02.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Hey yasakçılar, bakar mısınız? |
|
Türkiye’nin önünü tıkayan ve ufkunu karartan ‘başörtüsü yasağı’nı savunanlar; ‘dünya dönmüyor, yerinde sayıyor’ diyenlerin durumuna düşmüş haldeler. Bu o kadar aşikâr olarak görülüyor ki, kanunsuz yasağı ‘cesaretle’ savunanlara rastlamak mümkün değil. Gerçi yasağı savunuyorlar, ama bunu yaparken öyle ‘çürük’ delillere el atıyorlar ki, bütün dünya onların yaptığını görünce ‘denize düşen yılana sarılır’ tesbitini hatırlıyor...
Zaman zaman ifade etmeye çalışıyoruz. Başörtüsü meselesi sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da gündeminde. Aradaki fark; bizde başörtüsü ‘kamusal alan’ yalanına sığınılarak engellenmeye çalışılırken, hür dünyada ise başörtüsünü, olması gereken gibi ‘baş üstünde’ tutuyor! Bunun en son örneği, Amerika Başkanı Barack Obama’nın ‘başörtülü bir uzman’ı kendisine danışman tayin etmesidir!
Herkesin bildiği gibi ABD Başkanı Obama, başörtülü bir ‘uzman’ olan Dalia Mogahed’i yeni kurulan “Başkanlık Din Danışma Kurulu”na tayin etmiş. Mogahed, İslâm ülkelerinde başörtülülerin yaşadıklarına bakarak kendi konumuna ‘ironik’ buluyormuş. Tekrarlayalım: ABD Başkanı Obama, başkan olduktan sonra ilk iş olarak “Başkanlık Din Danışma Kurulu” kuruyor ve buraya bir başörtülü ‘uzman’ tayin ediyor. Niçin? ABD vatandaşı olan Müslümanlarla daha iyi irtibat kurabilmek ve dolayısı ile İslâm ülkeleriyle doğru ilişki için!
Yeri ve zamanı geldiği için hemen soralım: Halkın neredeyse tamamının ‘Müslüman’ olduğu Türkiye’de; Cumhurbaşkanı’nın danıştığı böyle bir ‘kurum’ ve fikir aldığı böyle ‘resmî danışman’ var mı? “Biz laikiz, bu işler bize uymaz” diyenler sadece dünyanın kendilerine gülmesine sebep olur!
Peki, Obama; Türkiye’yi ziyareti esnasında bu başörtülü danışmanını da yanında getirseydi, bizdeki laikliğin arkasına sığınan ‘yasakçılar’ ne yapacaktı? Obama’nın danışmanına da ‘Burası kamusal alan’ diyebilecekler miydi? Demiş olduklarını varsayalım; Obama ve dünya bu tavrı nasıl yorumlardı? Obama’nın ‘dünkü’ ziyaretinde bu başörtülü danışman yer almadıysa da muhtemelen önümüzdeki ziyaretlerinde yer alacak ve alabilir. O zaman ne diyeceklerini, doğrusu şimdiden merak ediyoruz...
Obama’nın yeni ‘başörtülü din danışmanı’ aynı zamanda “Who İs Talking for İslâm” (İslâm Adına Kim Konuşuyor?) İsimli kitabın da yazarı. Mogahed bu kitabı, dünyaca ünlü insan kaynakları ve istatistikler ve araştırmalar şirketi olan Gallup’ta çalıştığı yıllarda, Gallup’un Müslüman toplum hakkında bir araştırma yapma talebi üzerine yazmaya başlamış.
Mısırlı bir ailenin çocuğu olan Mogahed, beş yaşındayken ailesiyle birlikte Amerika’ya gidip Wisconsin eyaletindeki Madison şehrine yerleşmiş. “İslâm Adına Kim Konuşuyor?” isimli çalışmayı hazırlarken tam 300 bin Müslümanla görüşmüş. Mogahed bu konuda şöyle diyor: “Başkasının değil, sokaktaki Müslümanın aile, inanç, demokrasi, şiddet ve kadının rolü hakkındaki düşüncelerini öğrenmek istedik. Müslümanlar adına konuşanların bu konulardaki düşüncelerini çokça dinliyorduk ama ‘sokaktaki Müslümanınkini duymuyorduk. Altı yıl süren, 300 bin Müslüman’la birebir konuşulan çok geniş bir çalışma ile Müslüman nüfusun yüzde doksanını kapsayan bir tarama yaptık. Sonuçlar ezber bozacak kadar çarpıcıydı. Amerika’daki Müslümanlar, ortalama Amerikalıdan daha genç ve daha eğitimliydi. Toplumla bütünleşme, ortak değerleri sahiplenmede diğerlerinden daha gayretli ve başarılıydılar.” (Aksiyon, 27 Nisan - 3 Mayıs 2009)
Bütün dünyanın ilgi gösterdiği Mogahed, “Beyaz Saray’da neler yapmayı planladığı konusunda da şöyle konuşmuş: “Büyük heyecan duydum ve hâlen aynı heyecanı yaşıyorum. Ülkeme, mesleğime ve hepsinden öte Rabbimin dinine hizmet edeceğim için heyecanlı ve onurluyum. Allah’a bana bu imkânı verdiği için tevazu ile şükran duyuyorum. Amacım bu komite içinde dünya Müslümanlarının sesi olmak. Zaten oraya kendi fikirlerimi değil, Müslümanların fikirlerini aktarmak için seçildiğime inanıyorum.”
Beyaz Saray’ın başörtülü danışmanı Mogahed, Türkiye’yi ve dolayısıyla ‘yasakçılar’ı da yakından izlediğini söylüyor: “Yakından izlediğim için biliyorum. Bazı Arap ülkeleri ve Türkiye’de başörtülüler okullara ve devlet dairelerine alınmazken, başörtülü bir bayanın Beyaz Saray’da danışman olması gerçekten ironik. Ama demokrasi, insan hakları ve yasal eşitlikler açısından bakıldığında, göreve lâyık olan kişinin ne dini, ne ırkı, ne de kıyafeti önemlidir. Ve normal olan da budur. Bütün vatandaşlarına tutarlı ve eşit şekilde uygulanan Amerikan kanunlarına göre, vatana hizmet konusunda herkes aynı hakka sahiptir. Buna kısaca fırsat eşitliği ve inanç özgürlüğü diyebiliriz.”
Bizdeki ‘yasakçılar’ın sorusu da sorulmuş ‘başörtülü danışman’a: “Yani şimdi siz Amerika’da laikliği tehdit etmiş olmuyor musunuz?” Mogahed’in cevabı şöyle: “İnandığı için başörtüsü takan bir insan olarak neden laikliği tehdit edeyim ki? Barack Obama, başkanlık devir-teslim töreninde ‘bizim gücümüzün kaynağı, dinî ve kültürel açıdan zenginliğimizdir’ dedi. Zaten, ‘başkanlık din danışma komitesi’nin kuruluş sebebi de budur. (...) Hayır, ben tehdit olarak sorunun bir parçası değil, katılımcı olarak çözümün bir parçasıyım. ‘Başkanlık din danışma komitesi’nde bunun için varım.”
‘Başörtülü danışman’ın Türkiye’deki genç kızlara da tavsiyesi var: “Onlara ve bütün genç kızlara şunu tavsiye ediyorum: Kendinize büyük hedefler seçin ve her gün bu hedefe ulaşmak için o büyüklükte çaba sarf edin. Sevilmekten çok saygı duyulmayı gaye edinin. Kendinize minik kazançlarla vazgeçemeyeceğiniz yükseklikte değerler ve idealler seçin. Bunları yaparsanız hem dostlarınız hem de düşmanlarınız size hayranlık duyacaktır.”
Yasakçılar için ‘küresel ısınma’yı engellemek imkân haricinde. Bir an önce insafa gelmelerinde fayda var. Sular tersine akamayacağı gibi, dünyaya rağmen kanunsuz bir yasağı sürdürebilmek de mümkün değildir. Dünya, “Her ‘başkan’a bir başörtülü danışman” dönemine giriyor...
02.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Mayın Türkiye’nin yoluna konulmuş… |
|
Lice kırsalında 100 kiloluk yüksek patlayıcının infilakıyla olan dokuz Mehmetçiğin şehid olması, doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün Anadolu’yu yine ağlattı.
Katliâm gibi karakol baskınlarından sonra, içinde çocukların, kadınların, yaşlıların ve hatta bebeklerin büyük bir yekûn tuttuğu 40 bin insanın katlinden sorumlu terör örgütü elebaşının “cezaevi şartları” söylentisiyle patlak veren, ardından özellikle Nevruz bahanesi ve DTP’nin “Türkiye Meclisi” operasyonuyla yeniden sokak çatışması eylemleriyle sürdürülen sürecin en son bir günde on şehidle sonuçlanması, düşündürücü…
Belli ki Marksist terör örgütü, yıllardır kullanıldığı mihraklarca “kullanma miâdı” dolduğu sinyaline tepkili. Liderlik ve taktik farklılığı kavgaları içindeki terör örgütü, baharın gelmesiyle terör taktiğine devam ediyor.
Çok yönlü taktiğin amacı da çok yönlü. ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle Kuzey Irak’ta “otonom” perdesindeki yapılanmaya gözdağı verip siyasî paylaşımda etkin olarak yer almak, mahallî seçimler sonrası “siyasallaşma” paravanında Güneydoğu’daki siyasî tablonun üzerine oturmak, terörle mücadelede yılgınlıkla “çâresizlik” meydana getirtip iftirak emeline zemin hazırlamak…
Ayrıca “Ermeni soykırımı” iddiasının uluslar arası arenada alevlendirildiği, ABD’nin Irak ve Afganistan işgal ve sömürüsünün fiyaskoyla sonuçlandığı süreçte Türkiye’yi daha da zora sokmak…
PATLAMANIN ZAMANLAMASI İLGİNÇ
Gerçekten Fransız Sarkozy gibi “AB içindeki ABD’ciler”in Türkiye’nin AB üyeliğine açıkça cephe alıp itiraz ettikleri, seçim sonrası siyasî iktidarın ayak sürümesine rağmen kamuoyunda “darbe Anayasası”nın değiştirilmesi, inanç ve ifâde özgürlüğünün “suç” sayılmaktan çıkarılması, temel hak ve hürriyetlerin genişletilmesi irâdesinin belirdiği bir esnada, olup-bitenlerin Türkiye’nin gündeminin doğrudan “terörle mücadele”ye odaklanması oyunu olduğu, her haliyle sırıtıyor…
Genelkurmay Başkanı’nın “eve dönüş” ve “pişmanlık yasası”nı daha etkin işletmeyi ve örgütten ayrılmayı câzip hale getirmeyi önerdiği günde korku ve panikle Türkiye’yi yeniden demokratikleşme ve özgürlüklerden uzaklaştırma tuzağı kuruluyor.
Doğrusu, “mini paket”lerle de olsa “Siyasî Partiler Kanunu”ndan “yargı reformu”na kadar bir dizi demokratikleşme talebinin toplumdan geldiği vasatta terörü tekrar azdırmakla sözkonusu demokratikleşme çabalarını baltalamanın kimin işine yaradığı ortada.
Patlama zamanlaması oldukça ilginç. Evvela Amerikan Başkanı Obama Türkiye’ye gelip “Ermeni soykırımı” görüşünün değişmediğini” söyleyip Ermenistan’la sınır kapısının açılması telkininde bulunuyor. Peşinden de Başbakan ve Dışişleri Bakanı, gece yarısı Ermenistan tezi taraftarı İsviçre’nin arabuluculuğunda gece yarısı “parafe” ettiği “yol haritası”ndan saatler sonra Obama, “soykırım”ı tanıdığını bir defa daha ikrar eden “büyük felâket” tâbirini kullanıyor.
Ve Türkiye ve Azerbaycan halkının “Karabağ’sız ‘yol haritası”nın bilinmezlik içindeki emr-i vakilere büyük bir tepki gösterdiği sırada, yola yerleştirilen mayın patlatılıyor…
TERÖRÜN “SİYASALLAŞMA” OYUNU
Anlaşılan o ki ifsad şebekeleri, başta Türkiye olmak üzere Müslüman komşuları Suriye, İran ve Irak’a karşı her an bir fiilî-siyasî bir koz ve kart olarak istimal edilen terör örgütünün bütünüyle tasfiyesini istemiyorlar.
Amerikan Kongresi’nin raporu ve Amerikalı savcıların tesbitiyle baştan beri İsrail’le birlikte bölgede çıbanbaşı olan terör örgütüne tanktan topa kadar her türlü hafif ve ağır silâhı sağlayan, işgalden sonra dağıtılan Irak ordusunun silâhları verilen eğitim, malî ve sağlık yardımında bulunan Bush’la birlikte tamamen Yahudi lobisinin güdümüne giren Amerikan politikalarının işine gelmiyor.
Neticede bir taraftan tamamen tahriklere dayalı Nevruz provokasyonları, DTP’nin sözde “Türkiye Meclisi”nde kapalı kapılar arkasında bin yıldır beraber yaşayan, aynı inancı, tarihi, kültürü paylaşan ve yan yana şehid olan Kürtlerle Türkleri birbirinden ayırma plânıyla Güneydoğu’yu İspanya’nın Bask bölgesine, PKK’yı terör örgütü ETA’ya benzeten etnik ayırımcılık ve iftirak fitnesi ile Türkiye’nin “özerk bölge” perdesinde bölgelere bölünüp “federasyon”a dönüştürülmesi plânı…
Diğer taraftan, ABD’nin talepleriyle Barzani’nin Irak’tan “iftirak” isteği ve Talabani’nin yeniden çark edip “PKK’nın Irak topraklarını terk etmesini istemedim, konuşmamı cımbızlamışlar; ben terör örgütü ısrarla silâhlı mücadele yapacaksa, bizim (Irak’ın) dağlarından daha sarp ve geniş kendi (Türkiye’deki) dağları var” demesi ise “siyasallaşma” oyununun ardındaki entrikalar aynı çizgide buluşuyor.
Bir defa daha görüldü ki bu mayın, Türkiye’nin yoluna konulmuş. Emperyal güçlerin hegemonya ve çıkar politikalarından bağımsız demokratik irâde ve inisiyatifin önünde patlatılmış. Ankara’nın ülkenin gerçek gündemine dönmesi istenmiyor…
02.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Gündeme dönülemiyor |
|
Bir yanda artan terör olayları, İstanbul’daki kanlı çatışma, bir yanda Adalet eski Bakanı Hikmet Sami Türk’e yönelik suikast girişimi, diğer yanda Ergenekon soruşturması kapsamında bulunan silâhlar… Türkiye de yine karmakarışık gündem içinde gerçek gündeme dönülemiyor.
Dünyada panik havası estiren domuz gribinin Türkiye’nin sınırlarına yaklaşması, ekonomik krizin iyice kendisini hissettirmesi gibi sıkıntılar bu sıcak gündem içinde kaybolup gidiyor. Diğer yanda da yeni anayasadan vazgeçilip, değişikliğe gidileceği açıklanmıştı onun akıbetinin ne olduğu belli değil. Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in başkanlığında kurulan sık sık toplanan komisyon Anayasa’da 8-10 maddede değişikliği için çalışmaları hızlandırmıştı. Çiçek, birkaç gün içinde çalışmanın neticelendirileceğini açıklamıştı, ama henüz hangi konularda değişikliklere gidileceği açıklanmadı. Başbakan Erdoğan’ın seçimden önce açıkladığı çizdiği çerçeve üzerinde değişiklikler yapılacağı gibi bu “çerçeve”nin dışında da bazı değişiklikler konusunda da hazırlıkların yapıldığı söyleniyor. AKP muhalefetle uzlaşma arayacak, fakat CHP baştan kapılarını kapattı. MHP’nin tavrı net değil.
Sivil anayasadan vazgeçildi, hiç değilse değişiklik konusu “ölü” doğmasın. Sadece girişim yapmakla kalmasın. Uzlaşmanın yolu bulunmadan adım atılmasın ki, Türkiye bu konuda yine zaman kaybetmesin…
* * *
Bu çalışmanın yanında, ABD Başkanı Barack Obama’nın Türkiye ziyaretinde açıkladığı Ermenistan kapısının açılması yönünde telkininin ardından Türkiye ile Ermenistan arasındaki yol haritasının çıkarılması Azerbaycan’ın tepkisine sebep oldu. Kulislerde Erdoğan’ın bu gerginliği gidermek için geçtiğimiz hafta başında Azerbaycan’a gidebileceğini açıklamasına rağmen Başbakan’ın bu gezisi gerçekleşmedi.
Erdoğan önceki gün yaptığı “Ulusa sesleniş konuşması”nda Türkiye ile kardeş Azerbaycan arasında muhabbeti zedelemeye dönük girişimlerinin olduğunu söylerken, Türkiye’nin tarih boyunca olduğu gibi Azerilere daima “kardeşlik hukukunun gerekleri”ne uygun bir yakınlık içinde olduğunu ve olmaya devam edeceğini vurgulama gereği duydu. Türkiye’nin Azerbaycan halkına zarar verecek bir girişimin içinde olmayacağını söyledi.
Fakat devletin tepesinde Türkiye-Azerbaycan-Ermenistan üçgeninde fikir birliğinin olmadığı görüntüsü hâkim. Öncelikle bu görüntünün giderilmesi gerekiyor. Bu görüntünün önümüzdeki günlerde nasıl bir netice vereceğini, özellikle Azerbaycan arasındaki gerginliğin tırmanıp tırmanmayacağını bekleyip göreceğiz.
* * *
Bir diğer konu da, 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü ilk defa resmî tatil olarak dün kutlandı. İstanbul Valiliği ile bazı sendikalar arasında günler öncesinden yaşanan Taksim zıtlaşması “makul sayı” formülü ile aşılmaya çalışıldı. Valilik, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmamasına izin vermemesine rağmen, bazı sendikaların ısrarları, gerginliklere sebep oldu. Sendikaların “makul sayı”dan anladığı ile valiliğinin “makul sayısı” arasında anlayış farkı vardı. Hak-İş ve Türk-İş valiliğin açıkladığı makul sayıya uyarken, 1977 yılında yaşanan kanlı gösterinin yapıldığı yere çelenk koyarak saygı duruşunda bulunup ayrılırken, DİSK, KESK ve bazı sivil toplum kuruluşlarının Taksim’de yapacağı makul sayılı kutlamasında bazı gözaltılar ve gerginlikler yaşandı. Ara sokaklarda bazı binaların camlarını kıranlara rastlandı.
Türkiye’nin her yerinde kutlanan “Gün” Ankara’da Sıhhıye meydanında kutlandı. Fakat dikkatler İstanbul’daki kutlamada olduğu için Ankara’daki kutlamalara fazla ilgi olmadı. Bu yazıyı yazdığımız saatlerde Ankara’daki eylemler başlamış ve arama noktasında kısa bir gerginlik yaşanmıştı. Güneydoğu’dan gelen şehit haberlerinin arttığı, şehirlerdeki silâhlı eylemlerin milleti tedirgin ettiği bir ortamda yapılan 1 Mayıs kutlamalarında herkesin elinde geleni yapması gerekirdi. Peki, makul bir kutlama oldu mu? Bu sorunun cevabı herkesin penceresinden farklı olacaktır.
* * *
Not olarak şunu da belirtelim. İşçi bayramı kutlanırken diğer yandan işten atılmalar neticesinde işsizler için bu gün bayram değil, “İşsizlik günü” oldu.
Yazımızı 1 Mayıs’ın Emek ve Dayanışma Günü kabul edilerek tatil edilmesinin sevincini, memurlara verilmeyen toplu sözleşme ve grev hakkı sebebiyle tam olarak yaşayamadıklarını söyleyen Memur-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğu’nun Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’i ziyaretinde söylediği şu cümlesi ile bitirelim. "Yeni anayasa Türkiye’nin, toplu sözleşme ve grev hakkının ise memurun bayramı olacaktır…”
Milletimiz tarafından bu bayramların kısa zamanda kutlanması temennisiyle “basın işçisi” olarak biz de günü tebrik ediyoruz. Türkiye bu gündem sıkışıklığından kurtulup gerçek gündemini söylemeyi de ihmal etmeden…
02.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Umut YAVUZ |
Rusya’da ilginç bir yasa |
|
Son zamanlarda artan suç oranları özellikle İstanbul gibi büyükşehirlerde yaşayan insanların korkulu rüyası haline geldi. Gün geçmiyor ki, canice işlenmiş bir cinayet, organize olarak düzenlenmiş hırsızlık ve gasp olayları ya da saatlerce süren sokak çatışmalarına dönüşen terör olayları yaşanmasın. Artık bu türden olaylar adeta gündemin rutini haline geldi ne yazık ki...
İnsanlar huzur ve güvenlik içinde yaşamayı özledi. Ebeveynler çocuklarının güvenliğinden emin değil. İnsanlar birbirine karşı oldukça güvensiz.. Bunun sosyolojik ve ahlâkî sebepleri hakkında saatlerce konuşulup, yazılabilir. Ancak sadece konuşmakla değil icraatlerle olaya çözüm bulmak gerekiyor.
Ancak kimse kendi işini yapmıyor ki!
Son günlerde ülkemizde de tartışılan bir konu oldu bu. Ülkenin asayişinden sorumlu insanların “ahlâk bekçiliğine” soyunmaları bazı kesimler tarafından oldukça eleştirildi. Herkesin mâlûmudur. Bilmeyenler için hatırlatalım. İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, Etiler’de hunharca öldürülmüş bir şekilde bir çöp konteynerinde cesedi bulunan Münevver Karabulut’un ailesini suçlayan nitelikte, “Kızlarını takip etselermiş” sadedinde, “Sizin kızınız olsa, kaçta eve gelmesini istersiniz? Gece erkek arkadaşının evinde geç saatlere kadar kalmasına izin verir misiniz?” şeklinde sözler sarf etmişti.
Elbette asayişten birinci derecede sorumlu bir insanın kendi görev ve sorumluluklarını unutup bu şekilde beyanatlar vermesi temsil ettiği makam açısından doğru değildi.
Sorumluluk makamında olan insanların sadece konuşmakla yetinmesi, hatta kendi görev ve sorumluluk alanlarının dışında bütün meselelerde ahkâm kesmesi aslında Türkiye için pek de alışılmadık bir durum değil. Zira daha geçtiğimiz gün Genelkurmay başkanının bile görev ve yetki alanına girmeyen konularda saatlerce canlı yayında konuştuğuna hep birlikte şahit olduk.
Emniyet Müdürü Cerrah’ın söyledikleri her ne kadar temsil ettiği makam açısından tasvip edilmese de, elbette ebeveynlerin görevleri ve sorumlulukları arasında çocuklarını kontrol altına almak ve onların hangi saatlerde nerelerde olduklarını en azından baliğ ve reşid olana dek bilmek de vardır. Hele ki sözkonusu 18 yaşından küçük bir kız çocuğu olduğunda bu durum daha da önem kazanır.
Bu türden olaylar tabiî ki sadece bizim ülkemizde yaşanmıyor. Asayiş problemi dünyanın genel bir sorunu. Bazı ülkeler de kendilerince bir takım icraatlerle bu soruna çözüm arıyorlar. Bunun son örneği Rusya’da yaşandı. Normalde sefahat ve eğlence hayatıyla bilinen Rusya gibi bir ülkede, Devlet Başkanı Medvedev, 18 yaşından küçük çocukların saat 22.00’den sonra evden yanlarında bir yetişkin olmadan tek başlarına çıkmasını yasaklayan bir yasa tasarısını onayladı. Kremlin’den bu konuda yapılan açıklamada, Medvedev’in onaylamasıyla yürürlüğe giren yasada, 18 yaşından küçüklerin tek başlarına belirli yerlere girmesinin de yasaklandığı belirtilerek, “Örneğin saat 06.00 ve 22.00 dışındaki saatlerde 18 yaşından küçüklerin sokaklarda dolaşması, stadyuma, parklara, meydanlara, internet kafelere gitmeleri ve toplu ulaşım araçlarına binmeleri yasaklanıyor” denildi. Çocuk haklarıyla ilgili bu yasaya göre, 18 yaşından küçüklerin gece kulüplerine, barlara, restoranlara ve içki satılan diğer yerlerin yanı sıra cinsel içerikli yerlere girişi de yasaklanıyor. Yasa yetkililere, çocukların “fiziksel, ruh ve ahlâkî gelişimini olumsuz etkileyecek yerlerin” tesbitini yapma imkânını da sağlıyor. Yasada ayrıca, 18 yaşından küçük çocuklarını 22.00’den sonra evde tutamayan ebeveynlere ceza verilmesi öngörülüyor.
Çok enteresan değil mi? Acaba benzeri bir yasa tasarısı Türkiye’de kabul edilse, hatta kabul edilmeyi bir tarafa bırakın gündeme bile getirilse kıyamet kopmaz mıydı?
02.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
H. İbrahim CAN |
Putin’in yeni nüfuz bölgeleri: Abhazya ve Güney Osetya |
|
Putin, güç gösterisinde her gün yeni oyunlar sergilemeye devam ediyor. En son gösterisi de geçen yılki, oldu bittiye getirilen savaşta ezdiği Gürcistan’dan koparmaya çalıştığı Güney Osetya ve Abhazya sınırlarını Rus ordusunun korumasına almak oldu. Artık bu iki özerk bölgenin bütün sınırlarını koruma yetkisi Rusya’nın eline geçti ve Rusya ‘Büyük Abi’lik rolünü üstlendi.
Halbuki Sarkozy’nin arabuluculuğu ve Başbakan Erdoğan’ın katkıları ile Rusya ve Gürcistan arasında sağlanan ateşkes anlaşması, böyle bir anlaşmaya izin vermiyor. Rusya’nın bu iki sorunlu özerk bölgenin sınırlarını Gürcistan’a karşı korumaya başlamasının ardında yatan amacın anlaşılması önemlidir. Bu amacın, bu iki özerk bölgenin Putin’in hayâlindeki büyük Rusya’ya ilhakı olmadığını söylemek imkânsız.
NATO bu anlaşmaya şiddetle tepki gösterirken, Rusya da hem NATO’nun iki Rus diplomatını casuslukla suçlayarak istenmeyen adam ilân etmesine hem de Gürcistan ile 6 Mayıs'ta başlayacak ve Gürcistan’da gerçekleştirilecek ortak tatbikata ateş püskürüyor. Medvedev bunun kendilerini tahrik amacı taşıdığını, “yakın geçmişte çatışmalara sahne olmuş bir bölgede askeri tatbikat yapılmasının hoş karşılanamayacağını” söylüyor. Hatta herhangi bir olumsuz sonuç doğması halinde bundan NATO’nun sorumlu olacağını da üstü kapalı tehdit olarak iletiyor. Bu tatbikata Türkiye de katılacak.
Medvedev, bu iki özerk bölgeyi ise her türlü tehdide karşı korumayı üstlendiklerini, yakın bir tarihte Rusya Federasyonuna da dahil edeceklerini çekinmeden açıklıyor. Abhazya, 1990’lı yılların başlarında Gürcistan’la yaptığı savaşı fiilen kazanarak bağımsızlığını ilân etmişti. 14 Ağustos 1992’de Gürcü kuvvetlerinin Abhazya’nın başşehri Sohum’a girmesiyle başlayan bu savaşın sonunda ateşkes imzalanmış ve 20 Eylül 1993’te Gürcü kuvvetleri ve 200 binden fazla Gürcü Abhazya’yı terk etmek zorunda kalmıştı. Abhazya Parlamentosu da 26 Kasım 1994’te bağımsızlığını ilân etti. BM bu bağımsızlık ilânını tanımadı. 2008’de Gürcü birliklerinin bu bölgeye tekrar girmesiyle, Abhazya altı yıl içinde iki kez fiilen ve ekonomik olarak yıkıma uğradı ve Gürcistan’a karşı Rusya’nın himayesini fiilen kabullenmek durumunda kaldı.
Güney Osetya ise 1991 ve 2001 yıllarındaki iki ayrı halk oylaması ile bağımsızlığını ilân etti. Saakaşvili’nin güdümündeki Sanakoev’in Devlet Başkanı olduğu bölgede işler Gürcistan’ın istediği gibi gelişmedi. 3 Mart 2008’de Güney Osetya yeniden bağımsızlığını ilân etti.
Her iki bölge de Saakaşvili’nin Batılı müttefiklerine duyduğu sonsuz güvene dayalı olarak yaptığı harekâta Rusya’nın müdahalesiyle, Gürcistan’dan kaçarken Rusya’ya yakalandılar. İşte bu son anlaşma, tutsaklığı fiilen pekiştiren olay oldu.
Kafkasya ile tarihî bağları bulunan ülkemizin, bu konuda gecikmeksizin tavır koyması, bu bölgelerin yeniden Rusya hakimiyeti altında ezilmesinin önlenmesinde ön safta yer alması tarihimizin bize yüklediği bir sorumluluktur.
02.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|