Son yıllarda muhafazakâr yapının elde ettiği siyasî ve ekonomik güçle İslâm hakikatlerinin hayata geçirilmesi noktasında nasıl bir orantı olduğu sorusu pratikteki hayat göz önüne alındığında mühim paradoksları karşımıza çıkarmaktadır. Radikal’in Pazar günkü ekinde Prof. Yasin Ceylan imzası ile çıkan “İslâm, Nurculuk ve Fethullah Gülen Hareketi” başlıklı yazı—bazı yanılgıları içerse de—bu paradokslara işaret etmesi yönüyle önemlidir.
Yazarın en önemli yanılgılarından biri, Risâle-i Nur’u yalnızca İslâm’a bir methiye ve moderniteye karşı bir savunma olarak görmesi ve Risâle-i Nurların da 21. asırdaki bir Müslümanın hayat rehberi olamayacağını düşünmesidir. Bu düşüncesinin gerekçesi, Nur Cemaatinin içinde fetva verebilecek bir otoritenin olmamasıdır. Bu dar çerçeveden bakış, Said Nursî’nin kurmaya çalıştığı düşünce sistemiyle, insan ve medeniyet algısıyla terstir. “Genellikle barışçıl, şiddetten uzak, modern hayat biçimiyle çatışmayan bir çizgi çizen Nurcular, daha özgür bir ortamda nasıl yaşayacaklar?” sorusunun cevabı gayet basittir. Elbette ki daha özgürce… Yüz yılı aşkındır özgürlüğün peşinden koşan bir cemaat için daha özgür bir ortam ‘nurun ala nur’dur.
Yazarın can alıcı sorusu bundan sonradır. “Başka bir deyişle laik rejimin baskıları altında mazereti olan bir İslâmî yaşantıyla iktifa eden bu cemaat yarın iktidarın bir kısmını ele geçirirse, daha mükemmel olabilecek İslâmî yaşantıya nasıl geçecekler?” sorusu esasen yazımın başında belirttiğim paradoksa da işaret etmektedir. Bilindiği gibi ne Bediüzzaman’ın, ne de onu takip edenlerin iktidarın tamamını ya da bir kısmını ele geçirmek gibi bir niyetleri asla olmamıştır. Nurcular, içinde bulundukları toplumun diğer fertleri gibi, tabiatıyla iktidardan bazı taleplerde bulunmuşlardır. O taleplerin en önemlileri de özgürlüğün, demokrasinin yerleşmesi, temel hak ve hürriyetlerin genişlemesi yönünde olmuştur. Zannımca, yazarı böyle düşündüren, bir kısım Müslümanların İslâmî hakikatleri tam mânâsıyla hayata geçirecek entelektüel olgunluğa erişmeden iktidarın bir şekilde içinde ya da yanında yer almış olmaları ve buralarda gayri İslâmî-ahlâkî davranışları sergilemeleridir. İslâm ahlâk ve akaidini yaşama noktasında zafiyeti bulunanların toplumu İslâmileştirme iddiasıyla iktidara talip olmaları kendi içinde çelişkilidir ve İslâm algısını değiştirecek tarzda tehlikelidir.
Bediüzzaman, kendisini çevreleyen ve ağır baskılar altında tutan ağır şartlara rağmen tavizsiz bir şekilde İslâmî duruşun nasıl olması gerektiğini göstermiş ve Müslümanca yaşayışını yine tavizsiz şekilde sürdürmüş, faziletli bir toplumun bireylerin vicdanından başlayarak yayılan ve böylece topluma mâl olan bir inkılâpla olabileceğini savunmuş; bu noktada amacına ulaşmak için şöyle veya böyle hiçbir şekilde iktidarın yandaşı olmamış, iktidar talep etmemiş, sadece iktidardan, yukarıda zikrettiğim doğrultuda, talepleri olmuştur. Bugün iktidarı oluşturan partinin İslâmcı bir gelenekten geliyor olması ve bu geleneğe mensup olanların önemli bir maddî güce kavuşmuş olmaları; ayrıca iktidarı açıktan destekleyen İslâmî bir cemaatin de önemli sayılabilecek ekonomik ve toplumsal gücü elinde barındırıyor olması toplumun İslâmîleştiği anlamına gelmediği gibi birçoklarını da endişelendirmektedir. Bu bağlamda, Said Nursî’nin iman hakikatlerinin hiçbir şeye âlet edilemeyeceğini mükerreren vurgulaması, siyasetle ilgili kesin sınırlar çizmesi ayrı bir önem kazanıyor. Trajları yüksek İslâmî-muhafazakâr gazetelere ve milyonlara hitap eden muhafazakâr bir medya gücüne rağmen toplumdaki yozlaşmanın durdurulamaması üzerinde önemle durulması gereken bir durumdur.
Nurculuk açısından bir tehlikeye işaret eden yazarın şu tesbiti dikkate değerdir. “İslâm dinini bir ruh ve ahlâk disiplini olarak takdim eden Nur hareketinin siyasî bir hüviyet kazanması” birçok tehlikeyi de içinde barındırmaktadır. Elbette ki İslâm bir ruh ve ahlâk disiplinidir ve yazarın belki de zikretmeye gerek duymadığı şekilde bu disiplinin topluma şamil olmasını ister. Bunun da yollarını gösterir. Esasen Nurculuk diğer akımların tersine bunu en doğru şekilde yorumlayan ve bunun nasıl olabileceğinin yol haritasını çizen yegâne ekoldür. Siyasete ve milliyetçiliğe kaymak elbette ki hem Nurculuğun, hem de İslâm’ın özüne aykırıdır. Nurculuk adından imtina edenlerin yine “Nurculuk” markasını hasretle kullanmaları ve Nurculuğun ruhuna ters düşen ilişkiler içinde bulunmaları şaşılacak bir şeydir.
Yazar bunu önemli misallerle vurguluyor. Meselâ, Said Nursî ile Mustafa Kemal arasındaki ihtilâfa dikkat çekiyor. Bize göre de Nurculuk ve Atatürkçülük yan yana gelemeyecek iki zıt kutuptur. Bunların bir arada olabileceği görüntüsünü verenlerin Nurculuk ile ilişkileri hem pratik değerler, hem de kavramsal olarak iyice irdelenmelidir.
Temel yanılgı; hayatın her alanında Müslümanca yaşamayı savunan ve bunu bir hayat tarzı haline getirerek fiilen uygulayan Nurculuğun aslında pek de ‘Nurculuk’ olarak adlandıramayacağımız bir kesim tarafından temsil edilidiği zannıdır.
21.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|