“Habîbullah” ünvanı niçin ona (asm) verilmiş?
İşte, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, madem masnûât içinde en mükemmel ferttir ve mahlûkat içinde en mümtaz şahsiyettir. Hem san’at-ı İlâhiyeyi bir velvele-i zikir ve tesbihle teşhir ediyor ve istihsan ediyor. Hem esmâ-i İlâhiyedeki cemal ve kemal hazinelerini lisan-ı Kur’ân ile açmıştır. Hem kâinatın âyât-ı tekviniyesinin, Sâniinin kemâline delâletlerini parlak ve kat’î bir sûrette lisan-ı Kur’ân’la beyan ediyor. Hem küllî ubudiyetiyle rububiyet-i İlâhiyeye âyinedarlık ediyor. Hem mahiyetinin câmiiyetiyle bütün esmâ-i İlâhiyeye bir mazhar-ı etemm olmuştur. Elbette bunun için denilebilir ki:
n Cemîl-i Zülcelâl, kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin en mükemmel âyine-i zîşuuru olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever.
n Hem Kendi esmâsını sevmesiyle, o esmânın en parlak âyinesi olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever ve Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma benzeyenleri dahi derecelerine göre sever.
n Hem san’atını sevdiği için, elbette O'nun san’atını en yüksek bir sadâ ile bütün kâinatta neşreden ve semâvâtın kulağını çınlatan, ber ve bahri cezbeye getiren bir velvele-i zikir ve tesbihle ilân eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever ve ona ittibâ edenleri de sever.
n Hem masnuâtını sevdiği için, o masnuatın en mükemmeli olan zîhayatı ve zîhayatın en mükemmeli olan zîşuuru ve zîşuurun en efdâli olan insanları ve insanların bil’ittifak en mükemmeli olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı elbette daha ziyade sever.
n Hem kendi mahlûkatının mehâsin-i ahlâkiyelerini sevdiği için, mehâsin-i ahlâkiyede bil’ittifak en yüksek mertebede bulunan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever ve derecâta göre ona benzeyenleri dahi sever.
Demek, Cenâb-ı Hakkın rahmeti gibi, muhabbeti dahi kâinatı ihata etmiş. İşte, o hadsiz mahbuplar içindeki mezkûr beş veçhinin herbir veçhinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur ki, “Habîbullah” lâkabı ona verilmiş.
İşte bu en yüksek makam-ı mahbûbiyeti, Süleyman Efendi, “Ben sana âşık olmuşum” tabiriyle beyan etmiştir. Şu tabir, bir mirsad-ı tefekkürdür, gayet uzaktan uzağa bu hakikate bir işarettir. Bununla beraber, madem bu tabir, şe’n-i Rububiyete münasip olmayan mânâyı hatıra getiriyor; en iyisi, şu tâbir yerine “Ben senden râzı olmuşum” denilmeli.
Mektûbât, s. 294, (yeni tanzim, 512)
LÜGATÇE:
masnûât: San'atla yapılmış olan eserler, varlıklar.
mümtaz: Seçkin, üstün.
velvele-i zikir: Zikir sesleri, gürlemeleri.
istihsan: Beğenme, güzel bulma.
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri.
cemal: Güzellik, Cenâb-ı Hakkın lütuf ve ihsânı ile tecellisi.
kemal: Olgunluk, mükemmellik.
lisan-ı Kur’ân: Kur’ân’ın dili.
âyât-ı tekviniye: Oluşla, yaratılışla ilgili âyetler; varlıklarda görülen deliller.
Sâni: San'atla yaratan Allah.
delâlet: İşaret.
ubudiyet: Kulluk.
rububiyet-i İlâhiye: Cenâb-ı Hakk’ın her zaman, her yerde ve her mahlûka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onu terbiye etmesi ve idâresi altında bulundurması vasfı.
câmiiyet: Genişlik, çok şeyi içine almak.
mazhar-ı etemm: Tam ve eksiksiz gösterme, liyâkat.
Cemîl-i Zülcelâl: Büyüklük sâhibi ve çok güzel olan Cenâb-ı Hak.
|