Faruk ÇAKIR |
|
Ayıp bile değil! |
Tam da “Başkasına benzeme, olduğundan farklı görünme ya da farklılaşma hastalığıyla muzdarip olduğumuz”dan şikâyet ettiğimiz bir günde bu hastalığın yeni bir örneğinin yaşandığı duyuldu. Şanlıurfa’da bu yıl 3’üncüsü düzenlenen “Uluslararası Halil İbrahim Buluşmaları” çerçevesinde sahne alan şarkıcı “minik serçe” bir skandala imza atmış. Aslında bu imza, “minik serçe” değil, böyle bir programa “şarkıcı” çağıranlar tarafından atılmış kabul edilmelidir! Gazetelerdeki haberlere bakılırsa, “minik serçe”—çok özür dilerim—’dansöz’ şarkısını söylerken bu parçaya gerçek bir ‘dansöz’ eşlik etmiş! (Vatan, 25 Mayıs 2009) Bir taraftan müstehcen giysilerle şarkı söyleyen şarkıcı, öte yandan da “Halil İbrahim Buluşmaları”na hiç yakışmayan görüntülerle yapılmak istenen nedir? “Din buluşması adıyla yapılan bir programda, böyle kişilerin ne işi var?” diye sormak gerekmez mi? Bilemiyorum, tasavvuf müziği icrâ eden sanatçılarımız mı kalmadı? İçinde ‘din’ kavramı olan uluslar arası bir toplantıya; şarkıcı, çalgıcı, ‘dansçı’lar niçin ve hangi akla hizmet için davet edilir? Eğer millete şarkı dinletilmek isteniyorsa, bunun onlarca belki de yüzlerce yolu var. Sırf bunun için konserler düzenlenmiyor mu? O halde, peygamlerlerin hayatlarının konu edildiği ve onların ismiyle düzenlenen bir buluşmada bu yanlışların olması sadece ‘ayıp’ olarak değil, daha farklı bir kelime ile isimlendirilmeyi hak ediyor. Bu vesile ile bir defa daha hatırlatmak ve ‘yetkililer’i ikâz etmek gerek: Önümüzde yaz ayları var. Muhtemelen yüzlerce belediye çeşitli isimler altında ‘festival’ ve sâir faaliyetler düzenleyecekler. Lütfen bu faaliyetlerde ‘yanlış iş’ler yapılmasın. İnsanlarınız sadece şarkı ve türkülerle oyalanmasın. “Millet bunu istiyor” bahanesine de kimse sığınmasın. İyiyi ve güzeli öğütleyen, insanları güzele teşvik eden uygun programlar yapıldığında onlar da ilgi görür. Meselâ, geçmiş yıllarda meşhur hafızların Kur’ân okuduğu geceler tertiplenmişti. Bunlara da binler, hatta yüzbinler ilgi göstermişti. Bazen stadlar, bazen konferans salonları dolmuştu. Bu ve benzeri toplantılar düzenlense kim ne kaybeder? Şarkı türkü gibi insanın nefsine hitap eden ve fayda vermeyen eğlenceleri teşvik edenler zaten var. Mütedeyyin insanların ve kuruluşların da bunları teşvik etmesi, şarkıcılara milyarlarca para akıtması yazıktır, üstelik de israftır! O halde dolaylı olarak bizim cebimizden çıkan paralarla har vurup harman savrulmasına itiraz ediyoruz. Yeri geldiğinde eğitim yetersizliğinden, kültüre ehemmiyet verilmemesinden ve kitap okunmamasından şikâyet ederiz. O halde eldeki imkânları bu yolda harcamaya ne dersiniz? Bir şarkıcıyı davet edip bir iki saatliğine milyarlar akıtanlar, aynı imkânları yayıncılara sunmayı niçin düşünmezler? Şarkı türkü söyletenler belki bugün için alkış alır, ama bu alkışlar uzun dönemde ‘ah’ olarak onlara geri döner. İmkânlarını eğitim ve kitaba yatıranlar belki ânında alkış almaz, ama hem duâ alır hem de kalıcı bir hizmete imza atmış olur. Yaz mahmurluğunda eğlenceye değil, eğitime ve okumaya ihtiyacımız var. İmkânlarımızı, skandallara imza atma yolunda harcamayalım... 26.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
AKP’nin “mayın ihâlesi” (1) |
Türkiye’nin İsrail’le son yıllarda siyasî, ekonomik, savunma sanayii ve enerji alanlarında derinleştirdiği stratejik işbirlikleri, tank modernizasyonu ve silâh ihâleleri, helikopter ve uçak alımları yetmiyormuşçasına bir de şimdi “mayın ihâlesi” çıktı. Meclis’te muhalefetin ve hatta bir kısım iktidar partisi milletvekillerinin karşı çıkmalarına rağmen hükûmet ve AKP grup yönetimi, Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi ihâlesini sağlayacak “yasa”da diretiyor. Hatay’dan Nusaybin’e uzanan 510 kilometre uzunluğunda, ortalama 350 metre derinliğindeki 216 bin dönüm (178 milyon 500 bin metrekare) arazideki mayınların kaldırılmasına karşılık bir İsrail firmasına bu bâkir toprakların 44 yıllığına verilmesi gündemde. Gerçi başta Başbakan olmak üzere hükûmet ve iktidar partisi sözcüleri, “böyle bir şey olmadığını” söylüyorlar. Ancak Ottowa sözleşmesine göre 2014 yılına kadar temizlenmesi gereken alanın daha önce Danıştay’ca iptal edilen “mayın ihâlesi”nin Maliye Bakanlığınca 2005’te 49 yıllığına İsrailli bir firmaya verilmesi, endişelere yol açıyor. Hükûmetin “yasa”yı yeniden Meclis’in önüne getirmesinin amacının bu olduğu sıkıntısı yaşanıyor…
NEDEN İLLE DE “KİRALAMA SİSTEMİ”? Hükûmetin bu hususta oldukça ketum davranması; ihâlenin 44 yıllığına kullanılması karşılığı İsrailli ya da bir başka yabancı firmaya verilmeyeceğine dair hiçbir güvence vermiyor. İngilizlerin Kıbrıs’ta “geçici üs” kurmalarına benzer duruma düşülmesine karşı kaygıları giderici hiçbir teminatı da yok… Mayın temizliğinin, “bedelinin ödenmesi”yle değil, “toprakları kiralatmak” yöntemiyle yapılması, bir dizi soruyu beraberinde getiriyor. AKP siyasî iktidarının bütün itirazlara rağmen daha önce Danıştay’ın uygun görmediği “toprakları kiralama sistemi”ni yeniden Meclis’in önüne getirip milletvekillerini kıskaca alarak haftalardır uğraşması, istifhamları daha da arttırıyor. Zira dört maddesi geçirilen altı maddelik “hükûmet tasarısı”nda Danıştay’ın “hizmet satın alınması ile arazinin tarımsal amaçlı kullanılmasında kamu yararının bulunmaması gerekçesi”yle iptal ettiği “ihâle şartnâmesi” aynen korunuyor. İhâleye bütün yabancı firmaların katılacağı, kazanacak firmanın Suriye tarafında her gün 500 varil petrol çıkarılan ve altında petrol olduğu belirtilen bu toprakları istediği gibi istimalini sınırlayacak hiçbir hüküm de “tasarı”ya konulmuş değil. Meclis’te muhalefetin söz hakkını engellemek ve “izâhat istemleri”ni bastırmak için “naylon önerge” taktiğine başvuran iktidar partisi, işi yine “oldu bitti”ye getirme peşinde. Milletvekillerini kapalı kapılar arkasında “ikna”ya çalışan Başbakan ve hükûmet sözcüleri, tıpkı Irak’ı işgale giden 65 bin Amerikan askerinin ağır silâh ve mühimmatıyla Türkiye topraklarına konuşlanmasını öngören 1 Mart 2003 tarihli “hükûmet tezkeresi”nde olduğu gibi bir tek “bize güvenin, bilmediğimiz şeyler var” telkini ve teminatında bulunuyorlar…
“AMACINI GİZLEYEN YASA” Başbakan her fırsatta, “yap-işlet devret’ yöntemiyle yapılacak ihâle için “şu anda kimseye verilmiş bir söz yok; ‘İsrail’e verilecek’ diye sözler çıkıyor, kanun çıktıktan sonra bütün küresel aktörler ihâleye katılabilir” demekle kalıyor. “Aman mayınlara dikkat edin, içimize mayın döşemek istiyorlar” diye AKP’li milletvekillerini ikaz ediyor. Lâkin bu lâflar, hükûmetin bu “yasa”yla ihâleyi daha önce verdiği başta İsrailli firma olmak üzere yabancı firmalara ihâlenin altyapısını hazırladığı endişesini gidermiyor. Görünen o ki milletvekillerinin de Meclis kürsüsünde ifâde ettikleri gibi, AKP siyasî iktidarı kendi içinde gerçek amacını gizleyen bir yasa peşinde. Peki, çoğu Hazineye ait, önemli bir kısmı da bölgedeki köylülerden alınıp mayınlanan bu denli geniş ve verimli toprakların uzun bir süre yabancı şirketlere bırakılmasının sakıncalarını hükûmetin göze almasının sebebi nedir? Gerçekten Türkiye’nin “alın teri” topraklarının yabancılara “satılması” anlamına gelen bu “kiralama ihâlesi”nde hükûmet neden ısrarlı? İngiliz vatandaşı da olan yeni Maliye Bakanı, “Burada arazi satılmıyor” dese de İsrailli, İngiliz ya da yine Yahudi sermayeli ecnebî bir şirketin Türkiye ile Suriye arasındaki yüzlerce kilometrelik bu toprak şeridine 44 yıllığına sahip olup yerleşmesinin sakıncaları düşünüldü mü? Yahudilerin Nil’den Fırat-Dicle’ye uzanan ve “arz-ı mev’ud (vaadedilen topraklar)” ütopyasıyla “büyük İsrail” iddiası hesâba katıldı mı? Ayrıca bu İsrailli yahut yabancı firma, bu toprakları işletemeyeceğine göre hangi uluslararası yabancı şirketlere kullandıracaklar? Sonra işin uzmanı TSK neden mayınları temizleyemiyor ya da niçin gerekli finansman sağlanmıyor? Bu soruların cevabı da doğru dürüst verilmiş değil… 26.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Fatma Nur ZENGİN |
|
Fişavi’nin fıstıkçılarına ve Kahire’ye dair…. |
Kahire’nin dar sokaklarını, çıkmazlarını, taksilerini, trafiğini, ekmeğini, egzoz dumanını, kiliselerini, camilerini yazdım. Khan el Halilî’yi, piramitleri yazdım. Bugün, Fişavi kafede otururken, gözlerim renklerin içinde yanıp dönerken, yüreğim atmosferde yanıp sönerken, her karesini fotoğraflamak istediğim bu mekâna dair, yazmadığım daha çok şey olduğunun farkına vardım. Nargileyi, naneli çayı, içinde nar taneleri olan mango suyunu yazmış olabilirim. Yüzlerce sayfalık desen kataloğunu ezbere bilen ve istediğiniz desene bir kere bakarak, kataloğu kapatıp çantasına koyduktan hemen sonra, o deseni elinize çizen kınacı teyzelerden bahsetmiş olabilirim. Fişavi’nin en az 150 yıllık devâsâ ve en az yüz elli yıldır silinmemiş aynalarına değinmiş olabilirim. Bu silinmemiş aynaların, en az turistleri rahatsız ettiğini, çünkü gizliden gizliye çekilen bir düzensizlik ve en az seviyedeki mükemmeliyet arayışlarını burada sona erdirdiklerini gözlerinden okuduğumu, en çok orada turist olduğumu söylemiş olabilirim. Ama, belki de masanıza gelip ud çalmasını isteyip istemediğinizi soran adamdan, ilginç firavunik desenli, çok düşük kalitedeki cüzdanları bıkıp usanmadan size satmak isteyen gençten hiç bahsetmemişimdir. Poşetin içinde taşıdığı fıstıktan bir avuç çıkarıp, siz hiç istemeden masanıza bırakan ve ikinci bir tur attığında, sanki o bir avucun içinde, kaç tane fıstık olduğunu biliyormuş gibi, eğer koyduğu fıstık yenmişse parasını isteyen; eğer yenmemişse, sessizce o bir avuç fıstığı alıp çantasına geri koyan teyzeyi hiç bu satırlara misafir etmemişimdir. Tek eliyle belinden sıkıca kavradığı, fakat yürüdükçe bir o tarafa, bir bu tarafa doğru eğilen, yalın ayaklı küçücük çocuğuyla gezip, her masaya kâğıt mendil bırakan genç anneyi yazmamışımdır belki. Belki “Filistin’i seviyorum” rozetlerini kendisine 3-4 büyük beden gelen tişörtünün her tarafına iğnelemiş ve ekmek parasını bekleyen o ufaklıktan hiç bahsetmemişimdir. Bir gün turist olup, başka gün buralı olarak gözlemlediğim bu şehirde, bu sıralar kendimi daha çok turist gibi hissediyorum. Sanırım turist olmak en kolayıma giden şey. Ve ben de kolaya kaçıyorum. İnsan kendisine turist nazarıyla baktığı zaman, aslında her gün gördüğü şeylere daha farklı bir bakış açısı kazanıyor. Sanki olan herşey, bir kere daha şaşırtıyor sizleri. Aslında üç yıldır ulaşımımı taksi ile sağladığım bu şehirde, son bir aydır metroya biniyor olmak da bana farklı bir bakış açısı getirdi. Taksiye binildiğinde bile Bursa’da belediye otobüsüne verilen ücretten daha düşük bir ücret vermenin mümkün olduğu bu ülkede, daha da ucuza yaşayarak, fazlasıyla birikim yapmak isteyen turistler gibi, o metronun içinde fazlasıyla sırıtıp göze battığımı biliyorum. Onlarca gözü her seferinde üzerimde hissetmek biraz rahatsız etse de, Kahire’nin farklı yüzünü tanıyor ve farklı alışkanlıkları keşfediyor olmak, bu işe biraz değişiklik katıyor. Maddî imkânsızlık içinde olanların, tahmin ettiğimden çok çok fazla olduğunu, sağlıksız beslenen çocuk sayısının korkunç derecede olduğunu, baş örtmenin tamamen gelenek, hatta gelenekten de öte, saçları taramaya üşenmekten kaynaklandığını, dinî değerlere duyulan saygı açısından Türkler ve Mısırlılar arasında mevcut uçurum gibi farkı bu trenlerde gözlemliyorum. Kapımın önünde sayısız ve rengârenk mini Cooper ve son model BMW’ler satan oto galerisini, evimin önüne park eden, sarı, siyah renklerde ve değişik modellerdeki Hummer ‘ları, evimin civarındaki lüks kafe ve restaurantlarda oturan ve hemen hemen her gün gördüğüm, Türkiye’dekinden, hatta Avrupa’dan pek farklı olmayan yaşam standardındaki gençleri her gün göre göre, Mısır’ın gerçeklerini de biraz farklı algılamışım. Aslında doğru olan birşey var, o da buradaki “zengin” grubuna giren insanların –ki bu ülkede hâlâ Ortaçağ İngiltere’sindeki gibi bir sınıf sisteminin devam ettiğini de göz önünde bulundurmak lâzım– Türkiye’dekilerine kıyasla çok daha zengin ve fazlasıyla müsrif olduğu bir gerçek. Belki bunun, yani benim bu gözlemimin bir nedeni de, Türkiye’den gelmiş biri olarak, burada çok daha yüksek bir standartta yaşıyor olmaktan kaynaklanıyor. Bu insanları çok daha fazla görüyorsunuz. Yine de, sadece bir çift ayakkabı alabilmek için Paris’e hafta sonu alışveriş seyahatine gidenleri, çantasındaki paranın hesabını bilmeyenleri, madenî para harcama kültürü olmadığından, Avrupa’ya gittiği zaman her 1 euroluk alışverişinde, 10 Euro bozdurup, aldığı para üstünü çantasına atan ve Mısır’a dönerken, çantasındaki 300 euroluk madenî parayı tümlemek için bankaya giden 13-14 yaşındaki çocukların ve bunlara bu rahatlığı veren ailelerin olduğu bir ülke burası. Bir günü iyi, bir günü kötü diyorum bazen Mısır için. Ama doğru gözlemlendiğinde, aslında Mısır’da her gün aynı. Bir günü iyi, diğeri kötü olan ise bizleriz. Bir gün, herşeyi boş verip, olumsuzluklara gözlerimizi kapatıyoruz ve dünyanın en güzel ülkesinde, en iyi şartlarda yaşadığımızı hissediyoruz. En çok o günlerde, “Acaba hep Mısır’da mı yaşasam?” diyorum. Diğer gün ise; artık canımıza “tak” eden eşitsizlikler, sınıf ayrımcılıkları, sefaletle sefahatin aynı caddede görülebildiği bir ülke, artık dayanılmaz hale geliyor. En çok, o günler buradan taşınmaya gönüllü oluyorum. 26.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Hakan YALMAN |
|
Aile boyu hizmet |
Son zamanlarda üzerinde önemle durulması gereken kavramlardan biri aile kavramı. Bu kavram yaralandığı ve toplumun temel yapı taşı olmaktan çıktığı durumda ahlâkî ve manevî değerlerde ciddî bir çöküş ve yıkım yaşanması mukadderdir. Toplumun fıtrîliğinde de önemli bir yeri olan aile, aslında ferdin eğitiminde de birinci sırada yer almaktadır. Sosyal yapının temelini teşkil eden aile, yeni dünya düzeninde de merkezde tutulmazsa toplumun temel dinamiklerinde ciddi yaralanmalar olacağı ve gelecek yılların anarşiye zemin olacağı açık bir şekilde gözüküyor. Bu dönemde sağlık problemleri de dahil olmak üzere fert ile ilgili bütün tanımlar, aile ile bağlantılı olarak ve aile zemininde tanımlanmalı. Aile gerek ahlâkî, gerekse mânevî bakımdan insanlığın doğru gidiş çizgisini belirleyecek ve muhafaza edecek bir değer olarak ele alınmalı. İnsanlık tarihinin en temel problemlerinden biri, toplu hayat ya da toplum hayatı şeklinde yaşamanın kurallarını ideale en yakın şekilde koymak olmalı. Esmânın zenginliği ve mutlaklığı gereği fıtratlara yansıması da çok farklılıklar arzediyor. Bu nedenle insanlar adedince farklı duygu, düşünce ve davranış özellikleri var. Hazret-i Âdem’den (as) bu yana bütün insanları yan yana koysak, tek yumurta ikizleri dahil olmak üzere tamamen birbirinin aynı olan iki insan bulamayız. Bu kadar farklı özellikleri olan milyonlarca farklı irade, istek ve yönelimin, ortak bir paylaşma alanında bir arada yaşaması gerçekten çözümü zor bir problem. İnsanlık tarihini kâinat kitabında bir veri olarak kabul edersek, fertler ve idare arasında bu isteklerin ve gerekenin farklılığı karşısında ve insanlar adedince iradenin olduğu bir zeminde en insânî ve herkesi en çok memnun eden tarzın demokrasi ve cumhuriyet şeklinde ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Bu, vahyin hayatımıza taşıdığı meşveret ve şûrâ kavramları ile kâinat kitabında ortaya konan verilerin birleşme noktası gibidir. Aile kavramı aslında bir duygu olarak bütün memlekete ve insanlığa yönelik olarak duygularda yer alması gereken bir kavram. Bütün mü’minlerin kardeş olduğu duygusu aileden başlayıp vatan sathına ve buradan tüm insanlığa yansıtılması gereken bir kavram olmalı. Farklılıkların hazmedilebileceği ortaklık duygusu bir aile olma algısı ile yerleşmelidir. Yeni sosyal yapı içinde mânevî hizmetlerin de, aile yapısı içinde ele alınması ve aile fertlerinin ortaklık duygusu içinde yürütülmesi ihtiyacı da ortaya çıkmış gibidir. Bu anlamda risâle paylaşımlı aile ziyaretleri, ev içi risâle dersleri, ailece kılınan namazlar ve birlikte okunan dersler mânâ içerikli aile paylaşımı için önemli bir başlangıç noktası olacaktır. Daha önce ailede babanın haftanın belli günleri derse gitmesi ve dâvâ içinde bir sorumluluk alması tarzında işleyen yapı, artık bu sorumlulukların bütün aile tarafından omuzlanıldığı bir yapıya dönüşmelidir. Bu, hem aile olmak duygusunu kudsî ve manevi bir çerçeveye oturtacak, hem de sosyal yapının farklı unsurlarına ulaşabilme zemini oluşturacaktır. Bu anlamda en yakın komşulardan başlayıp listesi çıkarılmış akrabalara bir plân dahilinde ve Risâle-i Nur içerikli olması plânlanan ve bildirilen ziyaretler şeklinde yürütülebilir. İki ailenin bu anlamda manevî bir paylaşımı, özellikle bu ailelerin çocukları üstünde çok olumlu etkiler oluşturacaktır. Özellikle camiamızın bu konuda bir proje geliştirmesi ve hizmet boyutu ile aile kavramının ele alınması ve plânlanan her şeyin en kısa zamanda uygulamaya konulması hem ülkemiz hem de dünyada örnek bir aile tanımlamasına dönüşecek ve insanlığın geleceğinin nurlanması açısından önemli bir başlangıç noktası olacaktır. 26.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Adnan Menderes ve bir yasaklı şarkının hikâyesi |
Mevsim bahar, aylardan Mayıs olunca klavyenin tuşlarında gezinen parmaklarım bir bahar yazısı yazmak için çırpınıp durur. Yazarım da. Ama gelin görün ki bu bahar müjdecisi içinde ayrı bir acıyı barındırır. 50 yıl olmak üzere. Yaşım itibarıyla o dönemleri görmem yaşamam mümkün olmasa bile her 27 Mayıs belgeseli izlediğimde bir “İslâm kahramanının” boynuna geçirilen ilmiğin acısını hissederim benliğimde. 50 yıl öncesine ait siyah beyaz kamera çekimlerinde var olan şey ise aslında kap kara bir utançtan başkası değildir. Tamam, Mayıs, bahar sevincidir, ama bir yandan da hüznün öteki adıdır. Madem ki takvim yaprakları 49 yıl sonra yine 27 Mayıs'ı göstermektedir, benim için o özel yazıyı yine yazmanın zamanı gelmiştir demektir. Daha önce de bir iki defa yazdım sanıyorum. Rahmetli Menderes ile bir şarkının yaşanmış hikâyesinden bahsediyorum. Yıllar önce gazeteci yazar Beşir Ayvazoğlu’nun makalesinde okumuştum ilk kez. Ona da Türk Müziğinin en önemli bestekârlarından ve tabiî ki olayı bizzat yaşayan kahramanı Alaeddin Yavaşça Hoca anlatmış. Ben de sizinle paylaşmak istedim: 1952-1953 yılları... Halk Partisinden bir hanım milletvekili Demokrat Parti’ye geçmek istemektedir. Bunun için babasının yakın dostu Refik Koraltan’dan aracı olması için ricada bulunur. Tertip edilen bir yemekli toplantıda Refik Koraltan, bestekâr ve ses sanatkârı Dr. Alaeddin Yavaşça’dan da bir konser vermesini rica eder. Bu yemekli toplantıya Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan, bakanlar, milletvekilleri ve hanımları iştirak etmişlerdir. Menderes yaptığı etkili ve güzel konuşmayla, hanım milletvekilinin Halk Partisinde devam etmesinin daha uygun olacağını söyler ve demokrasi kültürü açısından da örnek bir tavır sergiler… Sıra musikiye gelmiştir. Alaeddin Yavaşça birkaç eser okuduktan sonra, Menderes’in kalktığını görür ve fena halde alınarak “Hiç konserin yarısında kalkılır mı, sevmiyorsan musiki istemeseydin” diye geçirir içinden. Fakat tam o sırada kulağında birinin nefesini hisseder ve bir fısıltı: “Sayın doktor, acaba repertuarınızda ‘Bu imtidâd-ı cevre kim bahtın şitâb-ı var’ şarkısı bulunur mu ?” Dönüp baktım ki Adnan Menderes. Meğerse arkadan dolaşmış. “Var efendim” dedim. “Lütfen okur musun. Rica edeceğim.” “Hay hay efendim” dedim. Gitti yerine oturdu ve bu sefer aynı şarkıyı yüksek sesle istedi. Düşününüz bir sanatkârı istediği şarkının repertuarında bulunmaması ihtimalini düşünerek, kalabalık önünde küçük düşürmemek için önce kulağına fısıldıyor. Varsa isteyecek. Ne büyük incelik. Doğrusu içimden geçirdiklerimden utandım.” Adnan Menderes’in bu şarkıyı istemesinin maksadı aslında şudur ve o da olayın diğer boyutudur. Akrabasından Dr. Nazım, İzmir suikastına karıştığı iddiasıyla İstiklâl Mahkemesi tarafından idama mahkûm edildikten sonra mutad olduğu üzere son arzusu sorulur. Ünlü İttihatçı der ki: “Gidin Paşa’ya söyleyin: ‘Bu rüzgâr-i bi-mededin inkılâbı var. ’ Bu söz, Menderes’in istediği Uşşak makamındaki şarkının 4. mısraıdır. Dr. Nazım’la ilgili idam kararı bir balo sırasında Atatürk’e imzalatılır. Refik Koraltan’ın Alaeddin Yavaşça’ya anlattığına göre Dr. Nazım’ın son arzusunun ne olduğunu sorar. Söylediklerini aynen naklederler. Bunun üzerine şarkı yasaklanır ve repertuardan çıkarılıp yasaklanır. Lem’i Atlı’nın uşşak şarkısı üzerindeki yasak bu yemekli toplantıya kadar sürecektir. Menderes şarkıyı bir kez daha Alaeddin Yavaşça’ya okuttuktan sonra: “Çok rica ederim doktor, bunu bir radyo emisyonunuzda (programınızda) okuyunuz ve okuyacağınız zamanı bana da bildiriniz’ der. Yavaşça, bu şarkıyı radyoda bir öğle yayını için repertuarına alır ve bunu Adnan Menderes’e bildirir. Yayın biter bitmez Yavaşça’yı arayan Başbakan heyecanlı bir sesle şunu söyleyecektir. “Ağzınıza sağlık aziz doktor, çok memnun ve mahzuz oldum. Çok rica ediyorum, arkadaşlarınıza da eğer kendilerinde yoksa notalarını veriniz, repertuarlarına alsınlar.” Lem’i Atlı’nın şarkısı üzerindeki yasak böylece kalkar ama ‘’rüzgar-ı bi-meded‘’ birgün bir ‘inkılâb’la Menderesi vurur. Yukarıdaki hikâyeye konu olan, Lem’i Atlı’nın Uşşak Şarkısının sözleri şöyledir: ‘’Bu imtidâd-ı cevre kim bahtın şitâbı var, Mihnet-medar olan feleğe intisabı var. Eyler nesim-i subhu bize gird-bad-gam Bu rüzgâr-ı bî-mededin inkılâbı var. ’’ 26.05.2009 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Şaban DÖĞEN |
|
Tahkikî iman kalbe girince |
Dünya ve ahiret mutluluğunun temel taşı imandır. İmandaki küçük bir şüphe veya inkâr bazan imanın sarsılmasına, hatta yok olmasına sebep olur. İmanın yok olması ise herşeyin bitmesi demektir. Onun için bir binanın temeli, bir ağacın kökü hükmündeki imanı korumak, kuvvetlendirmek, daha sökülemeyecek şekilde tahkikî iman hâline getirmek insanın en birinci meselesi olmalıdır. Tahkikî imanın insana kazandırdığı sayısız faydalar vardır. Bunlardan biri herkesin korkup titrediği ölümü dehşetli olmaktan çıkarıp sevimli hâle getirmesidir. Meyve Risalesi’nde anlatıldığı gibi, meselâ, senin son derece sevdiğin birtek evlâdın sekeratta ölmek üzere iken ve ümitsizce acı ebedî ayrılığını düşünürken, birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir doktor geliyor, tiryak gibi bir macun içiriyor. O sevimli ve güzel evlâdın gözünü açıyor, ölümden kurtuluyor. Ne kadar sevinç ve ferah verir, anlarsın. İşte, o çocuk gibi sevdiğin ve ciddî alâkadar olduğun milyonlarca sevdiğin insan, o mazi mezaristanında, senin nazarında çürüyüp mahvolmak üzere iken, birden hakikat-i iman, Hakîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne tevehhüm edilen mezaristana kalb penceresinden bir ışık veriyor. Onunla baştan başa bütün ölüler diriliyorlar. Ve “Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz” diye lisan-ı hal ile dediklerinden aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları iman bu dünyada dahi vermesiyle ispat eder ki, iman hakikatı öyle bir çekirdektir ki, eğer bir cisim giyse, bir özel bir Cennet ondan çıkar, o çekirdeğin tûbâ ağacı olur.”1 Tahkikî iman her türlü kötülüğün, ahlâksızlığın, huzursuzluğun kaynağı olan küfre, inkâra, dinsizliğe karşı da büyük bir set gerer. Çünkü tahkikî iman herşeyden önce kalbe gizli bir polis gibi görev yapan Allah inancı, sevgisi ve korkusunu yerleştirerek kimse görmese bile insanı her türlü kötülükten alıkoyar. Onun için tahkikî imanla yaşamayı hayatlarının gayesi hâline getiren Risâle-i Nur talebeleri, şimdiye kadar iman-ı tahkikî kuvvetiyle, bu vatanın her tarafında anarşistliği durdurmuş; genel emniyeti ve âsâyişi muhâfaza etmiş; hiçbirisinin emniyeti ihlâle dâir bir vukuatı görülmemiş, hattâ insaflı bir kısım zabıta memurları, ‘Nur talebeleri mânevî bir zabıtadır, âsâyişi muhâfazada bize yardım ediyorlar; îmân-ı tahkikî ile Nur’u okuyan her adamın kafasında bir yasakçı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar’ diye itiraf etmişlerdir.2 Bunun bir numunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç dört ay zarfında iki yüzden ziyade mahpus öylesine düzelmişlerdir ki üç dört adamı öldüren bir adam, tahta kurusunu öldürmekten çekinmiş; merhametli, zararsız, vatana, millete faydalı bir uzuv hâline gelmiş, hattâ resmî memurlar hayret ve takdirle bakmaya, daha hüküm almadan bir kısım gençler de, “Nurcular hapiste kalsalar, biz kendimizi mahkûm ettireceğiz ve ceza almaya çalışacağız, tâ onlardan ders alıp onlar gibi olacağız, onların dersiyle kendimizi ıslah edeceğiz” demeye başlamışlardır.3 Tahkikî imanın kazandırdığı bu güzellikler başka neyle elde edilebilir? Dipnotlar: 1. Şualar, s. 182. 2. Mektubat, s. 450. 3. Lem’alar, s. 260-261. 26.05.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Fetih öncesi olağanüstü hazırlıklar (2) |
Haliç üzerinde köprü kurulması İstanbul'un Haliç tarafındaki surlar daha zayıftı. Nasılsa buradan büyük tehlike gelmez diyerek, bu kesimin duvarları nisbeten daha mukavemetsiz yapılmıştı. Haliç'in girişinin de zincirle kapatılmış olması, Bizans için ayrı bir güven unsuru teşkil etmişti. Ancak, bambaşka bir gelişme yaşandı ve koca bir donanma bir gece içinde karadan yüzdürülerek Haliç'e indirilmişti. Buradaki surlar, artık güvenli olmaktan çıkmıştı. Bunu yapmakla da yetinmeyen Sultan Mehmed, Haliç üzerinde karşıdan karşıya geçmeyi sağlayacak bir köprü inşa ettirdi. Dubalarla, sallarla birbirine bağlanan, üstü ise demir ve kalaslarla sağlama alınan bu köprü hakkında detaylı bilgi veren kaynaklar, üstünde beş kişinin yanyana yürüyebileceği harikulâde bir eserin çok sür'atli bir şekilde vücuda getirildiğini kaydediyor.
Lağım ve tünel faaliyetleri Surları yıkacak topları devreye sokan, Haliç'e gemiler indirip üzerinde köprü inşa eden, kara kısmını ise baştan başa kuşatma altına alan Sultan Fatih, bununla da yetinmeyerek, ayrıca lağım ve tünel açma faaliyetlerini devreye soktu. Lağım kazıma çalışmaları, surların altını oymak şeklinde yapılıyordu. Tâ ki, nihaî merhalede şehir dört bir yanından hücuma uğrarken, şehrin içinden de ayrı bir faaliyet yürütülebilsin. Ne var ki, bu faaliyetler tam istenildiği gibi yürütülemedi ve sur altından açılan tünellerden şehre girmek mümkün olamadı. Ama, bu olmadı diye pes edilmedi; diğer çalışmalara vargücüyle devam edildi. Tekerlekli, makaralı kuleler İstanbul'un fethi öncesinde son derece dikkat çeken bir diğer teknolojik keşif de, tekerlekli ve makaralı kulelerdir. Sultan Fatih'in mühendislik dehasının bir eseri olan bu kuleler, surların seviyesine ulaşacak kadar yüksek yapılmışlardı. Ta ki, surların hem üst kısmına, hem de geri planda yer alan mevzilere hakimiyet kurulabilsin ve gerektiğinde ateşle karşılık verilebilsin. Tarih kaynakları, bu tekerlekli kulelerin üst kısımlarına hafif tertip topların yerleştirildiğini ve çadırla kaplı bölmelerde yedekli topçuların bulunduğunu kaydediyor. Hareket eden bu devâsâ kuleleri gören Bizans halkının dehşet içinde kaldığı ve bunun insan eseri değil, "şeytanî bir eser" olduğuna inandıkları da, yine kaydedilen bilgiler arasında. Karşılıklı manevralar Osmanlı kuvvetleri ile Bizans kuvvetleri arasında çatışmalar devam ederken, bir yandan da diplomatik girişimler yapılıyordu. Sultan Mehmed, son hücumdan evvel Bizans imparatoruna yine elçi heyeti göndererek teslimiyet teklifinde bulundu. Ancak, daha evvelki gibi bu da reddedildi. Ardından, bu kez Bizans tarafından bir elçi heyeti gönderildi. Bu elçiler Macar asıllıydı ve Osmanlı yönetimine tehditler savurarak bir an evvel kuşatmanın kaldırılmasını, aksi halde bütün Haçlı dünyasının üzerlerine doğru geleceğini söylediler. Bunun üzerine Sultan Fatih'in başkanlığında toplanan Osmanlı Harp Meclisi, kısa bir müzakerenin ardından, kuşatmanın fetih tamamlanıncaya kadar aralıksız şekilde devam etmesine karar verdi.
Ölüm kalım savaşı Her iki taraf için de, gelinen noktadan geri dönüş yapma imkânı kalmamıştı. Mutlak sûrette, biri diğerini mağlûp edecek, hatta bir cihette yek diğerinin sonunu getirecekti. Veziriâzam Çandarlızade Halil Paşanın tereddüt hasıl eden konuşma ve tutumuna rağmen, Sultan Mehmed zerrece pişmanlık duymadı ve hiç geri adım atmayarak nihaî kararlılığını şu sözlerle deklare etti: "Ya ben İstanbul'u alırım, ya da İstanbul beni!" Sultan Fatih'in, ayrıca beklemeye ve kuşatma faaliyetini erteletmeye tahammülü yoktu. Zira, eğer bir–iki hafta içinde başarıya ulaşılmaz ve İstanbul fethedilmezse, ardından yaşanacak olan fecaatin boyutlarını biliyordu. Fecaatin bir boyutu, Bizans'ın imdadına yetişmeye çalışan Haçlı dünyasıyla ilgiliydi. İki koldan harekete geçen Haçlı donanması, hem Tuna'dan Karadeniz'e doğru açılmaya yönelmiş, hem de bir başka donanmayla Ege Denizine kadar gelerek Osmanlı'ya buradan saldırmak için fırsat kollamaya başlamıştı. Tehlike arz eden bir diğer husus ise, Osmanlı'nın kendi içindeki gayr–ı memnunlarla alâkalıydı. Bunlar, bir an evvel kuşatmadan vazgeçilmesini istiyordu. Buna rıza getirilmeyince bir derece sakinleşip susmuşlardı. Ancak, sürdürülen kuşatmanın başarısız olması halinde, bunlar da harekete geçecek ve ordu içinde büyük çatlak meydana getirebileceklerdi. Neyse ki, korkulan olmadı. Her şey yolunda gitti, her şey usûlünce takip edildi ve nihayet o mukaddes fetih müyesser oldu. 26.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Evliliğin anlamı ne? |
Bir sohbette gençler sordu: Aile ve evlilikle ilgili yazılarınızı ilgiyle takip ediyoruz. Bu meseleyi düşünüyoruz, ama, nereden başlayacağımızı bilemiyoruz; ne tavsiye edersiniz? Önce şu soruların cevabını vererek başlamalısınız: Niçin evleniyorum, evlilik benim için ne ifade eder? Biz bu dünyaya niye gönderildik? Yemeye-içmeye mi, evlenmeye mi, eğlenmeye mi? Yoksa imtihan olmaya mı? Sık sık duyar ve duyururuz: Bu dünyaya imtihan olmaya geldik. Yani, ilim ve dua vasıtasıyla tekamül etmeye, mükemmelleşmeye, olgunlaşmaya, gelişmeye… Ne var ki, aklî, kalbî bir şuur ile değil, dilimizin ucuyla söyleyip geçeriz! Şu fani dünyanın, fani makamları imtihanı için var gücümüzle çalışırız. İş imtihanı, üniversite imtihanı, yurtdışı seyahatı imtihanı; yoğunlaşırız bütün duygularımızla. “Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır.”1 İşte evlilik de imtihan vesilelerinin büyüklerinden. Evlenmek, eğlenmek değildir. Eğlenmek, onun getireceği zahmet ve sıkıntılarına katlanma ücretidir. Yaratılışımızın asıl gayesi, imtihan olmak; yani, iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullahtır. Bu imtihan çok çok önemli, hem de dünya çapında mühim. İslâma âleminin geleceğiyle alâkadar olan II. Dünya Harbinden de önemli. Takip edelim: “Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?’ dediler. “...Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek. “Herkesin, iman mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?”2 Allah bizi yarattı, sayısız ihsanlarda bulundu ve kendisine kul kabul etti. Sonsuz mutluluğumuz için ibadetlerin yanında evlenmeyi de buna vesile kıldı. Öyleyse şöyle düşünmeliyiz: Allah bizi bayan yaratarak imtihan eder, erkek yaratarak imtihan eder. Evlilikle, yani, eşlerle imtihan eder. Çocuk verir imtihan eder, vermez imtihan eder; alır imtihan eder. Mal verir imtihan eder, alır imtihan eder; vermez imtihan eder. Sağlık verir imtihan eder, hastalık verir imtihan eder. Hepimiz biribirimizle ve her şeyimizle imtihandayız: “Sizi birbiriniz için imtihan aracı kıldık. Bakalım sabredecek misiniz?”3 İşte evlilik de imtihanlardan bir imtihan, hem de ağır bir imtihan. Çoluk çocuğumuz da bizim için imtihandır, diye beyan edilir. Bu imtihan gereği, aile hayatı da sürekli mutlu bir çizgi üzerinde devam etmez. İmtihanın çeşitli boyutları var. Sevgi, şefkat, merhamet gibi olumlu, ulvi; nefret, düşmanlık, öfke gibi olumsuz, süfli duygular iç içe yoğrularak imtihan ediliriz. Kimi, ne kadar sevmeli; kimden ne keder nefret etmeli? Gençler; imtihan sırası sizde: Eşinizi, “Güzelliği, yakışıklılığı, malı-zenginliği, kariyeri, işi, soyu-sopu için mi seçeceksiniz; yoksa dindar olduğu için mi?” Gençler! Evlilik, imtihanlardan şiddetli bir imtihan! Anne-babalar! Nasıl bir eş adayı yetiştirdiniz, evlâdınıza nasıl bir eş adayı arıyorsunuz! Allah kazanmayı nasip etsin, hepinize, hepimize!
Dipnotlar: 1-Kur’an, Bakara, 216.; 2-Asây-ı Mûsâ, s. 20-21.; 3-Kur’an, Furkan, 20. 26.05.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kâfirler Âhirette Rablerini bilirler mi? |
İstanbul’dan okuyucumuz: “Kâfirler âhirette ‘Rabb’in’ diyorlar. Acaba Rabb’i tanımadıklarından mı, yoksa Allah onların ‘Rabb’im’ demesini istemediği için mi?”
İnkâr veya imanla imtihan olduğumuz yer dünyadır. Âhiret ise yakin, yani kesin bilgi yeridir. Orada inkâr etmek ne mümkün? “Sur üflendiği zaman kabirlerinden Rab’lerine doğru koşarak çıkarlar. ‘Vah hâlimize! Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı? Bu, Rahman’ın vaadinden başka bir şey değildir! Meğer Peygamberler doğru söylemişler!’ derler.”1 Dünyada inanmış olsun, olmasın; âhirette herkes Rabb’ini bilecek, Rabb’i ile konuşacak ve dünyadaki gafletine milyonlar defa pişman olacak! Rabb-i Rahîm ile konuşurken hitap cümlesi hiç şüphesiz, kişinin içinde bulunduğu psikolojiyi yansıtacaktır. Cenab-ı Hakk’a “Rabb’im!”, “Rabb’imiz!”, “Rabb’in!” tarzında, muhtelif sîgalarla hitap biçimlerine gelince; “Rabb’in” kelâmının kâfirlerin mahcûbiyetlerini, utançlarını, azap psikolojilerini, pişmanlıklarını ve çâresizliklerini yansıtıyor oluşu doğrudur. Fakat kâfirler her zaman “Rabb’in” demiyorlar; bazen “Rabb’im!” veya “Rabb’imiz!” dedikleri de vâki oluyor. Meselâ Zuhruf Sûresinde geçen bir Cehennem mülâkâtı şöyledir: “Doğrusu mücrimler, temelli kalacakları Cehennem azâbı içindedirler. Azâba hiç ara verilmez! Onlar orada tamâmen umutsuzdurlar! Biz onlara zulmetmedik; ama onlar zâlim kimselerdi! Şöyle yalvarırlar: ‘Ey Mâlik! Rabb’in hiç değilse canımızı alsın!’ (Nöbetçi Mâlik): ‘Siz böyle kalacaksınız’ der.”2 Kur’ân, bir kısım insanların ölüm anı yakarışlarını şu ifâdelerle yansıtır: “Ölüm gelmezden önce, size verdiğimiz rızıklardan sarf edin. Birinize ölüm geldiğinde, “Rabb’im! Beni yakın bir süreye kadar ertelesen de, sadaka versem, sa-lihlerden olsam!” der. Bir canın eceli gelip çatınca, Allah onu aslâ geri almaz. Allah yaptıklarınızdan haberdârdır.”3 Putperestlerin çâresizlik içinde söyledikleri şu yalana ne demeli? *“Bir gün hepsini toplarız. Sonra puta tapanlara, ‘İddiâ ettiğiniz ortaklarınız nerede?’ deriz. Sonra, ‘Rabb’imiz! Vallahi biz puta tapanlardan değildik!’ demekten başka çâre bulamazlar. Kendilerine karşı nasıl yalan söylediklerine bak! Uydurdukları putlar da onlardan uzaklaştı.”4 “Ateşin kenarında durduklarında, ‘Keşke dünyaya tekrar döndürülseydik! Keşke Rabb’imizin âyetlerini yalanlamasaydık! Keşke inananlardan olsaydık!’ dediklerini bir görsen! Hayır! Daha önce gizledikleri onlara göründü. Eğer geri döndürülseler yine kendilerine yasak edilen şeylere dönerler. Doğrusu onlar yalan-cıdırlar. ‘Hayat ancak bu dünyadakinden ibârettir. Biz dirilecek değiliz!’ demişlerdi. Onları, Rab’lerinin huzuruna çıkarıldıkları zaman bir görsen! Allah: ‘Bu gerçek değil mi?’ der. Onlar: ‘Evet! Rabb’imiz hakkı için gerçektir!’ derler. Allah da: ‘Öyleyse, inkâr etmenizden ötürü azâbı tadın!’ der. Allah’a kavuşmayı yalanlayanlar doğrusu kaybedenlerdir... ”5 *“Allah: ‘Sizden önce geçmiş cin ve insan ümmetleriyle berâber ateşe girin!’ der. Her ümmet girdikçe, kendi yoldaşına lânet eder. Hepsi birbiri ardından Cehennemde toplanınca, sonrakiler öncekiler için: ‘Rabb’imiz! Bizi saptıranlar işte bunlardır! Onlara ateş azabını kat kat ver!’ derler. Allah: ‘Hepsinin azâbı kat kattır! Ama bilmezsiniz!’ der.”6 *“Zulmedenler azâb görürlerken azâpları hafif-letilmez de, geciktirilmez de! Allah’a ortak koşanlar, koştukları ortakları gördüklerinde: ‘Rab-bimiz! Seni bırakıp yalvardığımız ortaklarımız bunlardır!’ derler. Koştukları ortaklar, onlara: ‘Doğrusu siz yalancısınız!’ diye söz atarlar. Onlar o gün Allah’ın hükmüne teslim olurlar. Uydurdukları şeylerse onlardan uzaklaşırlar.”7 Âyetler bu minval üzere devam etmektedir. Demek Rabb-i Rahîm, kullarının Kendi Zât-ı Muallâsına, “Rabb’im” demelerini elbet ister. Orada kâfirler de Rab’lerini tanırlar. Ama dünya artık çook gerilerde kalmıştır. Kâfirler ağır psikolojik ve fizyolojik perişanlık içinde ne dediklerinin farkındalar mı ki? “Rabb’imiz! Bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver! Bizi Cehennem azâbından koru!”8 Âmin.
1- Yâsîn Sûresi, 36/51,52 2- Zuhruf Sûresi, 43/77 3- Münâfikûn Sûresi, 63/10,11 4- En’âm Sûresi, 6/22,23,24 5- En’âm Sûresi, 6/27, 28, 29, 30, 31 6- A’râf Sûresi, 7/38 7- Nahl Sûresi, 16/85, 86 8- Bakara Sûresi, 2/201 26.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Davudoğlu ve AB |
Yeni Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davudoğlu’nun, görevi devralırken ve akabinde yaptığı açıklamalarda AB konusundan uzak durması istifhamlara yol açmıştı. Sonraki günlerde bunu telâfiye ve bu yönde oluşan algıyı değiştirmeye yönelik beyanları oldu. Söz gelişi, “AB süreci tek yönlü; ne geri dönüşü, ne de sağa ve sola çıkışı var” diye konuştu. Ardından, “AB sürecinin unutulması mümkün değil. Bu süreç kendisini unutturmaz” dedi. “Ortadoğu’ya odaklanılması AB’den uzaklaşmayı mı getiriyor?” sorusuna ise şu cevabı verdi: “Ortadoğu’da etkili ve başarılı olduğumuz için AB’de daha değer kazanıyoruz. AB müzakere süreci de Ortadoğu’daki ağırlığımızı arttırıyor. İki süreci birbirinin ayrılmaz parçaları olarak kabul etmek, dış politika perspektifini buna göre belirlemek lâzım.” (M. Karaalioğlu, Star, 21.5.09) Öte yandan, Türkiye’nin AB üyeliğini “ikinci bir Tanzimat projesi” olarak niteleyen Prof. Davudoğlu, söz konusu proje kapsamında büyük bir yeniden yapılanmaya ihtiyacımız olduğunu ve AB sürecinin bunu sağlayacağını vurguladı. 2005-6’ya kadar yoğun ve başarılı reformlar yapıldığını, ama daha sonraki yılların kayıp olduğunu söyledi. “2007’de yaşananlar gösterdi ki, demokrasimiz hâlâ kırılgan” tesbitini dile getirdi. Ve Türkiye’nin yeni anayasa başta olmak üzere siyasal reformlara ihtiyacı olduğunu ifade etti. Bunların hepsi Davudoğlu gibi derinlikli ve vizyon sahibi bir strateji uzmanından beklenen çok doğru ve isabetli tesbit ve değerlendirmeler. Peki, gelinen aşamada, bunların üstelik bir miktar gecikmeli olarak ifade edilmesi, zihinlerde beliren istifhamları izale için yeterli olur mu? Çünkü AB sürecinde artık sözden ziyade icraat beklentisinin öne çıktığı bir merhaleye ulaşmış bulunuyoruz. Bu, AB mahfillerinden gelen mesajlarda da gayet açık bir şekilde görülüyor. Defalarca yazdığımız gibi, 17 Aralık 2004’te AB’den müzakere tarihi almamızdan sonraki iki sene, hiçbir yeni adım atılmadan boşa harcandı. 2007, odağında cumhurbaşkanı seçiminin yattığı mâlûm krizlerle geçti. 22 Temmuz seçimiyle seçmenden alınan yetki değerlendirilemeyince, 2008 de, AKP’ye açılan kapatma dâvâsının sebep olduğu yeni kriz sürecine kurban verildi. Ama bu durum 2008’le sınırlı kalmadı, yarısını geride bırakmak üzere olduğumuz 2009’a da taşındı. Ve bu gidişle sonrası için de pek ümit yok. Çünkü AKP’ye açılan kapatma dâvâsında verilen karar, iktidar partisini bloke etmiş durumda. Bu blokajı kırmak için yapılması gereken anayasa değişikliği de gerçekleşebilecek gibi gözükmüyor. Cemil Çiçek’in “Biz gündeme getirsek ‘AKP’nin anayasası’ diye mahkûm ediyor, kendileri de herhangi bir öneri sunmuyorlar” şikâyeti, son girişimde de gelinen noktayı ortaya koyuyor. Dolayısıyla, Davudoğlu’nun “Anayasa başta olmak üzere siyasî reformlara ihtiyaç var” sözünün gereğiyle, bu konuda zaten tutuk olan hükümetin muhalefet kaynaklı engellemeler karşısında iyice işin peşini bırakan yaklaşımı çelişiyor. Davudoğlu, bu tavrı değiştirtebilecek mi? Dışişleri Bakanının, AB süreciyle ilgili olarak pratiğe yönelik sözleri de var. Meclisin tatile girmesinden önceki bir buçuk aylık süreyi iyi değerlendireceklerini; İnsan Hakları Kurumuyla ilgili düzenlemeyi sonuçlandıracaklarını; ardından yıl sonuna kadar, ilerleme raporunun olumlu çıkması için gereken bütün reformlara el atacaklarını; seçime kadarki süreyi de seferberlik bilinciyle değerlendirmeleri gerektiğini söylüyor. Keşke öyle olsa ve yapabilseler... O zaman demokrasi kazanır, halk kazanır, Türkiye kazanır. Ama bu iş için—üstelik Meclis dışından o göreve getirilen—bir bakanın iradesi yeterli olmuyor. Hükümetin de evvelâ Başbakan düzeyinde konuya sahip çıkması gerekiyor. 29 Mart sonrasında o da yetmiyor; muhalefetle de en azından asgarî müştereklerde uzlaşılması icab ediyor. Ne dersiniz; bütün bunlar olabilecek mi? 26.05.2009 E-Posta: [email protected] |