Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Davudoğlu ve AB |
Yeni Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davudoğlu’nun, görevi devralırken ve akabinde yaptığı açıklamalarda AB konusundan uzak durması istifhamlara yol açmıştı. Sonraki günlerde bunu telâfiye ve bu yönde oluşan algıyı değiştirmeye yönelik beyanları oldu. Söz gelişi, “AB süreci tek yönlü; ne geri dönüşü, ne de sağa ve sola çıkışı var” diye konuştu. Ardından, “AB sürecinin unutulması mümkün değil. Bu süreç kendisini unutturmaz” dedi. “Ortadoğu’ya odaklanılması AB’den uzaklaşmayı mı getiriyor?” sorusuna ise şu cevabı verdi: “Ortadoğu’da etkili ve başarılı olduğumuz için AB’de daha değer kazanıyoruz. AB müzakere süreci de Ortadoğu’daki ağırlığımızı arttırıyor. İki süreci birbirinin ayrılmaz parçaları olarak kabul etmek, dış politika perspektifini buna göre belirlemek lâzım.” (M. Karaalioğlu, Star, 21.5.09) Öte yandan, Türkiye’nin AB üyeliğini “ikinci bir Tanzimat projesi” olarak niteleyen Prof. Davudoğlu, söz konusu proje kapsamında büyük bir yeniden yapılanmaya ihtiyacımız olduğunu ve AB sürecinin bunu sağlayacağını vurguladı. 2005-6’ya kadar yoğun ve başarılı reformlar yapıldığını, ama daha sonraki yılların kayıp olduğunu söyledi. “2007’de yaşananlar gösterdi ki, demokrasimiz hâlâ kırılgan” tesbitini dile getirdi. Ve Türkiye’nin yeni anayasa başta olmak üzere siyasal reformlara ihtiyacı olduğunu ifade etti. Bunların hepsi Davudoğlu gibi derinlikli ve vizyon sahibi bir strateji uzmanından beklenen çok doğru ve isabetli tesbit ve değerlendirmeler. Peki, gelinen aşamada, bunların üstelik bir miktar gecikmeli olarak ifade edilmesi, zihinlerde beliren istifhamları izale için yeterli olur mu? Çünkü AB sürecinde artık sözden ziyade icraat beklentisinin öne çıktığı bir merhaleye ulaşmış bulunuyoruz. Bu, AB mahfillerinden gelen mesajlarda da gayet açık bir şekilde görülüyor. Defalarca yazdığımız gibi, 17 Aralık 2004’te AB’den müzakere tarihi almamızdan sonraki iki sene, hiçbir yeni adım atılmadan boşa harcandı. 2007, odağında cumhurbaşkanı seçiminin yattığı mâlûm krizlerle geçti. 22 Temmuz seçimiyle seçmenden alınan yetki değerlendirilemeyince, 2008 de, AKP’ye açılan kapatma dâvâsının sebep olduğu yeni kriz sürecine kurban verildi. Ama bu durum 2008’le sınırlı kalmadı, yarısını geride bırakmak üzere olduğumuz 2009’a da taşındı. Ve bu gidişle sonrası için de pek ümit yok. Çünkü AKP’ye açılan kapatma dâvâsında verilen karar, iktidar partisini bloke etmiş durumda. Bu blokajı kırmak için yapılması gereken anayasa değişikliği de gerçekleşebilecek gibi gözükmüyor. Cemil Çiçek’in “Biz gündeme getirsek ‘AKP’nin anayasası’ diye mahkûm ediyor, kendileri de herhangi bir öneri sunmuyorlar” şikâyeti, son girişimde de gelinen noktayı ortaya koyuyor. Dolayısıyla, Davudoğlu’nun “Anayasa başta olmak üzere siyasî reformlara ihtiyaç var” sözünün gereğiyle, bu konuda zaten tutuk olan hükümetin muhalefet kaynaklı engellemeler karşısında iyice işin peşini bırakan yaklaşımı çelişiyor. Davudoğlu, bu tavrı değiştirtebilecek mi? Dışişleri Bakanının, AB süreciyle ilgili olarak pratiğe yönelik sözleri de var. Meclisin tatile girmesinden önceki bir buçuk aylık süreyi iyi değerlendireceklerini; İnsan Hakları Kurumuyla ilgili düzenlemeyi sonuçlandıracaklarını; ardından yıl sonuna kadar, ilerleme raporunun olumlu çıkması için gereken bütün reformlara el atacaklarını; seçime kadarki süreyi de seferberlik bilinciyle değerlendirmeleri gerektiğini söylüyor. Keşke öyle olsa ve yapabilseler... O zaman demokrasi kazanır, halk kazanır, Türkiye kazanır. Ama bu iş için—üstelik Meclis dışından o göreve getirilen—bir bakanın iradesi yeterli olmuyor. Hükümetin de evvelâ Başbakan düzeyinde konuya sahip çıkması gerekiyor. 29 Mart sonrasında o da yetmiyor; muhalefetle de en azından asgarî müştereklerde uzlaşılması icab ediyor. Ne dersiniz; bütün bunlar olabilecek mi? 26.05.2009 E-Posta: [email protected] |