Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Sürüncemedeki süreç |
AB Türkiye ile üyelik müzakerelerini, 17 Aralık 2004’teki zirvede alınan karar gereği, 5 Ekim 2005’te başlattı. 17 Aralık kararı sonrasında Türkiye’nin ilk yapması gereken iş, müzakere sürecini koordine etmek üzere bir başmüzakerecinin tayini idi. Ama bu tayin, aylarca sürüncemede kaldı. Erdoğan’ın gecikmeye yönelik eleştirileri öfkeli bir üslûpla, “Başmüzakereci benim” cevaplarıyla savuşturmaya çalıştığı beş aylık bekleyişten sonra bu görev, o zaman ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı olan Ali Babacan’a verildi. Devlet sisteminde ve toplumu ilgilendiren düzenlemelerde alabildiğine kapsamlı değişimleri öngören detaylı dosyaların, hiçbirini ihmal ve gözardı etmeden son derece titiz, dikkatli ve kararlı bir şekilde takibi; ilgili kurum ve kesimlerin koordine edilmesi; kamuoyunun bilgilendirilmesi gibi birçok boyutuyla başlı başına muazzam bir iş olan bu görevin, kendi alanında zaten fazlasıyla yoğun olan bir bakana “ek iş” olarak verilmesinin isabetli olmayacağı ifade edildi. Ama bu yöndeki uyarılara da itibar edilmedi. Bunun sonucunda, süreç olması gerektiği şekilde yönetilemedi. Başmüzakerecilik fonksiyonu icra edilemedi. Özellikle Almanya’da Merkel’in, Fransa’da Sarkozy’nin işbaşı yapmasından sonra Avrupa cenahından gelen engellemeler de eklenince, müzakereler iyice yavaşladı. 22 Temmuz seçimi sonrası Babacan’ın Dışişleri Bakanlığına kaydırılması, başmüzakerecilik görevinin gereklerini, yeni konumuyla bütünleşen bir çerçevede yerine getirmesini netice verebilirdi; ama bu da olmadı. Bu defa da bilhassa Ortadoğu ve Kafkasya eksenli krizlerle daha çok uğraşmak zorunda kaldığı için, AB gündemiyle yeterince ilgilenemediği yorumu yapıldı. Gerçi gerek AB mahfillerindeki muhataplarıyla temasları, gerekse Türkiye’de yaşanan tatsız gelişmeler reformlardaki gecikmenin maliyetinin her geçen gün büyüdüğünü ona da gösterdi; böylece işin ciddiyetini daha iyi anladı ve bu sebeple reform paketlerini hükümetin gündemine taşıma girişiminde bulunmayı denedi. Ancak yine olmadı. Başaramadı. Ya gerektiği ölçüde “bastıramadı,” ya da dikkate alınmadı. Derken, geçtiğimiz Ocak ayında başmüzakerecilik ünvanı ondan alınarak, Devlet Bakanı sıfatıyla kabinede görevlendirilen Egemen Bağış’a aktarıldı. Böylece, yaklaşık dört yıl boyunca “bir koltukta birden fazla karpuz” mantığıyla, ek iş olarak götürülen bu görevin bu şekilde yürütülemeyeceği zımnen kabul ve itiraf edilmiş oldu. Peki, başmüzakereciliğin müstakil bir bakanlık tahsis edilecek kadar ağırlıklı ve yoğun bir görev olduğunu görmek için bu kadar gecikilmesi gerekiyor muydu? Ve dört yıl sonra yapılan tayin, bu gecikmeyi telâfi edebilecek miydi? Dış temaslarında tercümanlık yaparak Erdoğan’ın yakın çevresinde yer edinmenin—gecikmeyle daha zorlaşan—bu çetrefilli görevin hakkını vermek için yeterli olup olmayacağı da cevap bekleyen bir başka önemli soru işaretiydi. Bağış’ın görevi devraldıktan sonraki beyanlarında AB’yi “Türkiye’yi fazla kilolarından kurtaracak bir diyetisyen” olarak nitelemesi de, konuya atfettiği ciddiyeti sorgulatan bir sinyal oldu. Peki, yeni Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davudoğlu’nun AB konusunda sergilediği mesafeli duruş ne anlama geliyor? Bu tavır, “AB Bağış’ın görev alanında” gibi bir yaklaşımı mı ifade ediyor; yoksa işin içinde daha başka işler mi var? Eğer birinci şık geçerliyse, o da ayrı bir tuhaflık. Arada bir işbölümü yapılmış olabilir, ama bu, dış politikasını uygulamakla birinci derecede görevli ve sorumlu bir bakanın AB konusunda geri durmasına gerekçe teşkil edebilir mi? Ya, Davudoğlu Rehn'le görüştükten sonra “AB üyeliği dış politikanın stratejik önceliğidir” diyerek, AB konusunda bakan sıfatıyla ilk kez görüş beyan ederken, Bağış'ın “Sorun AB, çözüm Türkiye” gibi uçuk “espri”ler yapmasına ne demeli? 16.05.2009 E-Posta: [email protected] |