Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Eskimeyen reçete |
Herkesi şok eden Mardin vahşeti, diğer bütün gündemlerin üzerine çıkan trajik bir olay olarak tartışılmaya devam ediyor. Olayın anlık bir cinnet hali olarak yorumlanamayacağı, hiç kimseyi sağ bırakmamak niyetiyle gerçekleştirilen organize ve planlı bir saldırı olduğu vurgulanıyor ve bu boyuttaki bir vahşetin nasıl vuku bulabildiği sorgulanıyor. Cehalet, geri kalmışlık, adaletsizlik, ezilmişlik, kin, haset, intikam gibi sebepler, bu derece insanlık dışı bir saldırıyı izah için yetersiz kalıyor. Ama kişi insanlıktan çıkınca herşeyi yapabiliyor. Kur’ân’da “a’lâ-yı illiyyîn”e çıkma istidadına sahip olan insanın “esfel-i sâfilîn”e yuvarlanma tehlikesine de dikkat çekilmesi boşuna olmadığı gibi, Üstadın bu gerçekten hareketle söylediği veciz sözün ne kadar isabetli olduğu görülüyor: “Cehennem lüzumsuz değil...” Kişiyi bu hallere düşürebilen birçok sebep var. Bunların en başında cehalet geliyor. Fakirlik, geri kalmışlık, husûmet ve ihtilâflar gibi sebepler de onun türevleri olarak ortaya çıkıyor. Ve bu tesbitleri yüz sene önce yapıp, cehalet, zaruret ve ihtilâf olarak sıraladığı üç düşmana karşı san'at, marifet ve ittifak silâhlarıyla “cihad” edilmesi gerektiğini vurgulayan Bediüzzaman’ın geliştirdiği reçete, hâlâ hayata geçirilmeyi bekliyor. “Tedennî-i milletten ciğeri yanmış gibi feryad ü figan ederek ‘Ah, ah, ah! Va esefâ!” diyen Üstad, kurtuluşun maarifte olduğunu yine 1900’lü yılların başında İstanbul gazeteleri için yazdığı makalelerde, “Hürriyete hitap” nutuklarında ve şark aşiretleriyle yaptığı sohbetlerde ifade etmiş. Geliştirdiği maarif projesini Kur’ân-kâinat bütünlüğü ekseninde vicdanın ziyası olan dinî ilimlerle aklın nuru olan modern fenleri kaynaştıran bir temele bina etmiş. Böylece, asırlardır devam eden ve son devirde ihtiyaçlara cevap veremez hale gelen tekke ve medrese ile, yeni gelişen modern mektepleri birleştirip, üç ayrı eğitim kanalını doğru bir zeminde buluşturmayı öngörmüş. Bu yönüyle, tevhid-i tedrisatı kaçınılmaz bir ihtiyaç ve gereklilik olarak ilk gündeme getiren kişi Bediüzzaman. Birbirinden kopuk üç ayrı kanalda yetişecek nesiller arasında meydana gelecek kopukluk ve ve derin uçurumu gidermenin en isabetli formülünü bu şekilde ortaya koymuş. (Cumhuriyet döneminde bu ad altında uygulamaya konulan ve tekkeyle medreseyi lağvedip, dinden tamamen soyutlanmış mektebin ikamesini esas alan sistem bugünkü sıkıntıları getirdi.) Cehaletin izalesini hedefleyen eğitimin hem resmî dille, hem de mahallî lisanla verilmesi gerektiğini de ifade etmiş Said Nursî. Maksat, eğitimsiz insan bırakmamak. Nitekim Genelkurmay Başkanının Güneydoğu gezisinde Türkçe bilmeyen yaşlı bir Kürt kadınıyla tercüman vasıtasıyla konuşması, yerel lisanın ihmal edilmemesi hususunu bir kez daha gözler önüne serdi. Bediüzzaman’ın öncelikle Van, Diyarbakır ve Bitlis gibi önemli merkezlerde kurulmasını istediği; Sultan Reşad’dan aldığı tahsisatla Van’daki şubenin temelini attığı, ama Birinci Cihan Harbinin patlak vermesi üzerine yarım kalan üniversite projesi, onun, finans kaynakları dahil bütün detaylarıyla belirlediği çerçeveye uygun şekilde hayata geçirilmiş olsaydı bugün her bakımdan çok farklı bir Güneydoğu, Türkiye ve hattâ Avrasya-Ortadoğu tablosunda yaşıyor olurduk. Ne bu boyutta bir terör belâsı ortaya çıkardı; ne Mardin katliâmı türü vahşet örnekleri görülürdü; ne geri kalmışlık sorunu olurdu; ne de sonu gelmeyen kriz, ihtilâf, kavga ve çekişmeler yaşanırdı. İnsanlar, san'at, marifet, ittifak silâhlarıyla yapılan cihadın cehalet, fakirlik ve ihtilâfları yok ettiği veya asgarîye indirdiği bir barış, istikrar, refah ve mutluluk ortamını paylaşırlardı. Said Nursî’nin Medresetüzzehra vizyonu bunların ötesinde İslâm ve Hıristiyan âlemlerini barıştırıp dünya barışını sağlamayı da öngörmüştü. Ne yazık ki, anlaşılamadı ve hep engellendi. Bunun faturasını hep birlikte ödüyoruz. 08.05.2009 E-Posta: [email protected] |