Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Sürüncemedeki süreç |
AB Türkiye ile üyelik müzakerelerini, 17 Aralık 2004’teki zirvede alınan karar gereği, 5 Ekim 2005’te başlattı. 17 Aralık kararı sonrasında Türkiye’nin ilk yapması gereken iş, müzakere sürecini koordine etmek üzere bir başmüzakerecinin tayini idi. Ama bu tayin, aylarca sürüncemede kaldı. Erdoğan’ın gecikmeye yönelik eleştirileri öfkeli bir üslûpla, “Başmüzakereci benim” cevaplarıyla savuşturmaya çalıştığı beş aylık bekleyişten sonra bu görev, o zaman ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı olan Ali Babacan’a verildi. Devlet sisteminde ve toplumu ilgilendiren düzenlemelerde alabildiğine kapsamlı değişimleri öngören detaylı dosyaların, hiçbirini ihmal ve gözardı etmeden son derece titiz, dikkatli ve kararlı bir şekilde takibi; ilgili kurum ve kesimlerin koordine edilmesi; kamuoyunun bilgilendirilmesi gibi birçok boyutuyla başlı başına muazzam bir iş olan bu görevin, kendi alanında zaten fazlasıyla yoğun olan bir bakana “ek iş” olarak verilmesinin isabetli olmayacağı ifade edildi. Ama bu yöndeki uyarılara da itibar edilmedi. Bunun sonucunda, süreç olması gerektiği şekilde yönetilemedi. Başmüzakerecilik fonksiyonu icra edilemedi. Özellikle Almanya’da Merkel’in, Fransa’da Sarkozy’nin işbaşı yapmasından sonra Avrupa cenahından gelen engellemeler de eklenince, müzakereler iyice yavaşladı. 22 Temmuz seçimi sonrası Babacan’ın Dışişleri Bakanlığına kaydırılması, başmüzakerecilik görevinin gereklerini, yeni konumuyla bütünleşen bir çerçevede yerine getirmesini netice verebilirdi; ama bu da olmadı. Bu defa da bilhassa Ortadoğu ve Kafkasya eksenli krizlerle daha çok uğraşmak zorunda kaldığı için, AB gündemiyle yeterince ilgilenemediği yorumu yapıldı. Gerçi gerek AB mahfillerindeki muhataplarıyla temasları, gerekse Türkiye’de yaşanan tatsız gelişmeler reformlardaki gecikmenin maliyetinin her geçen gün büyüdüğünü ona da gösterdi; böylece işin ciddiyetini daha iyi anladı ve bu sebeple reform paketlerini hükümetin gündemine taşıma girişiminde bulunmayı denedi. Ancak yine olmadı. Başaramadı. Ya gerektiği ölçüde “bastıramadı,” ya da dikkate alınmadı. Derken, geçtiğimiz Ocak ayında başmüzakerecilik ünvanı ondan alınarak, Devlet Bakanı sıfatıyla kabinede görevlendirilen Egemen Bağış’a aktarıldı. Böylece, yaklaşık dört yıl boyunca “bir koltukta birden fazla karpuz” mantığıyla, ek iş olarak götürülen bu görevin bu şekilde yürütülemeyeceği zımnen kabul ve itiraf edilmiş oldu. Peki, başmüzakereciliğin müstakil bir bakanlık tahsis edilecek kadar ağırlıklı ve yoğun bir görev olduğunu görmek için bu kadar gecikilmesi gerekiyor muydu? Ve dört yıl sonra yapılan tayin, bu gecikmeyi telâfi edebilecek miydi? Dış temaslarında tercümanlık yaparak Erdoğan’ın yakın çevresinde yer edinmenin—gecikmeyle daha zorlaşan—bu çetrefilli görevin hakkını vermek için yeterli olup olmayacağı da cevap bekleyen bir başka önemli soru işaretiydi. Bağış’ın görevi devraldıktan sonraki beyanlarında AB’yi “Türkiye’yi fazla kilolarından kurtaracak bir diyetisyen” olarak nitelemesi de, konuya atfettiği ciddiyeti sorgulatan bir sinyal oldu. Peki, yeni Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davudoğlu’nun AB konusunda sergilediği mesafeli duruş ne anlama geliyor? Bu tavır, “AB Bağış’ın görev alanında” gibi bir yaklaşımı mı ifade ediyor; yoksa işin içinde daha başka işler mi var? Eğer birinci şık geçerliyse, o da ayrı bir tuhaflık. Arada bir işbölümü yapılmış olabilir, ama bu, dış politikasını uygulamakla birinci derecede görevli ve sorumlu bir bakanın AB konusunda geri durmasına gerekçe teşkil edebilir mi? Ya, Davudoğlu Rehn'le görüştükten sonra “AB üyeliği dış politikanın stratejik önceliğidir” diyerek, AB konusunda bakan sıfatıyla ilk kez görüş beyan ederken, Bağış'ın “Sorun AB, çözüm Türkiye” gibi uçuk “espri”ler yapmasına ne demeli? 16.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
İslâm Şûrâsı’nda önemli kararlar alındı |
Bu hafta içinde İstanbul’da çok önemli bir toplantı gerçekleştirildi. Dün itibariyle sona eren 7. Avrasya İslâm Şûrâsı Teşkilâtı toplantısında Avrasya bölgesinin dinî temsilcileri İstanbul’da bir araya gelerek İslâmiyet’in ve bölgenin önemli sorunlarını konuşma fırsatı yakaladı. Toplantının ana gündem maddesi ise Dinî Bilginin Kaynakları-Üretimi ve Yenilenme Yöntemleri idi. Dün sonuç bildirgesi açıklanan Avrasya İslâm Şûrâsı’na katılan ilim ve din adamları İslamafobya’nın insanlığın barışı önündeki en büyük engellerden birisi olduğunu bildirdi. Din adamları kim adına ve hangi sıfatla yapılırsa yapılsın terör, şiddet, aşırılık ve baskıcı uygulamaları şiddetle kınadıklarını belirtti. 42 ülke ve topluluktan 100’ü aşkın ilim adamının katıldığı 7. Avrasya İslâm Şûrâsı Teşkilâtı toplantısı İslâm coğrafyasının sorunlarının masaya yatırıldığı ve üzerinde müzakereler edildiği bir şûrâ oldu. Avrasya İslâm Şûrâsı üyeleri hem ülkelerinde, hem de bütün dünyada barış, müsamaha, karşılıklı sevgi ve saygı içinde yaşanmasının hem İslâm dininin gereği hem de 21. yüzyılın en hayırlı ihtiyacı olarak gördüğünü dile getirdi. Din özgürlüğünün gelişmesini bu barış ortamının tesisi için zorunlu görüldüğü açıklanan kararda kim adına ve ne sıfatla olursa olsun şiddet, terör, aşırılık ve baskının şiddetle kınandığı açıklandı. Şûrâ üyeleri, İslamofobyayı, herhangi bir dinin veya milletin genel bir suç ve itham konusu yapılmasını da aynı derecede insanlığın barış dolu geleceği önündeki en büyük engellerden biri olarak gördüğüne vurgu yaptı. Şûrâ’nın ilk gününde açılış konuşması yapan Başbakan Erdoğan da “İslamofobya bir insanlık suçudur” diyerek bu konudaki net tavrını dile getirmişti zaten. Sonuç bildirgesinde ayrıca, günümüzde İslâm medeniyetinin tarihten gelen zengin bilgi ve tefekkür birikiminin ve bu alanda taşıdığı yüksek potansiyelin tanıtılmasına, bu yönde eğitim ve öğretimin geliştirilmesine büyük ihtiyaç olduğu da vurgulandı. Bunun Müslümanların özgüvenini ve aidiyet bilincini arttıracağı, İslâm hakkında ön yargıları azaltacağı, din adına yapılan yanlışları azaltacağı kaydedildi. Özellikle eğitim alanında atılan adımların memnuniyet verici seviyede olmasına rağmen yeterli görülmediği belirtilen sonuç bildirgesinde önümüzdeki süreçte ilim adamı yetiştirilmesi konusunda önemli hamleler yapılması kararlaştırıldı. Güncel mesele ve sorunlara cevap verecek ve günümüz insanına hitap edecek yeni eserlerin hazırlanması gerektiği belirtildi. Avrasya coğrafyasının farklı yerlerinde yetişmiş ve halihazırda ilim adamlarının eserlerinin diğer dillere çevrilmesi ve yayılması da kararlaştırıldı. Avrasya coğrafyasının köklü dinî, tarihî ve kültürel mirasının dinî bilgi ve düşünce başta olmak üzere, dinin toplum tarafından algılanış ve uygulanışına dair konuları, disiplinler arası bir yaklaşımla ele alacak bir Avrasya İslâm Araştırmaları Enstitüsü’nün Türkiye’deki bir üniversitesi çatısı altında kurulmasına yönelik çalışmalara ivedilikle başlanması kararlaştırıldı. Farklı coğrafî bölgelerin ihtiyaç ve özellikleri hesaba katılarak çeşitli müfredata sahip Uluslar arası İlahiyat Fakültesi’nin oluşturulması planlanıyor. Avrasya coğrafyasındaki İslâm üniversiteleri, ilahiyat fakülteleri ve akademik nitelikli diğer araştırma merkezlerinin, müfredatlarının hazırlanması, projelerin geliştirilmesi, öğretim üyesi değişiminin önem arz ettiği vurgulandı. Yeni nesillerin din konusunda yanlış yönlendirilmesine mahal vermemek amacıyla genel anlamda din, özel anlamda İslâm konusunda şûrâ üyesi ülke ve toplulukların tecrübe paylaşımına ağırlık verilmesi, oluşturulacak komisyonlarla din dersi taslak programı ve eğitim materyalinin hazırlanmasına karar verildi. Toplantı sonuç bildirgesinde yer alan en önemli hususlardan birisi de İslâm âleminin ittihadını yakından ilgilendiren bir konuydu. Bildiride, Ramazan ayının ve dinî bayramların bütün İslâm dünyasında aynı tarihte başlaması ve kutlanması konusunda İslâm ülkelerinin birlikte hareket etmesine zaruret derecesinde ihtiyaç olduğu belirtilerek, bu konuda somut adımların atılması, ortak takvimlerin basılması bu mümkün olmayacaksa Avrasya İslâm Şûrâsı üyelerinin ortak bir çalışma yaparak bu yönde ortak bir tutum benimsemeleri kararlaştırıldı. Dileriz İslâm dinini bölgede birinci derecede temsil eden şûrâ üyelerinin aldıkları bu kararlar sadece kâğıt üzerinde kalmaz ve tatbik edilir. İşte o zaman İslâm’ın en önemli ilkelerinden biri olan “istişare ruhu”nun feyiz ve bereketi elde edilmiş olur. 16.05.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Dünya gündeminden notlar |
Dış politikadaki gelişmelerin hızı, bizi bugün tek bir konu yerine, son gelişmelerle ilgili kısa değerlendirmeler yapmaya zorladı. İşte dış politikada son birkaç gündür olup bitenlerin kısa öyküsü. *** Başbakan Erdoğan, Azerbaycan’da bütün şüphelere son verip, tartışmaları bitirip döndü. Zaten olması gereken buydu. Keşke ipler bu kadar gerilmeden bu ziyaret yapılabilseydi. Tabiî bu arada Ermenistan’la yol haritasının da bu ziyaretten hasarsız çıktığı söylenemez. Zira bu açıklamalara göre sınırın açılması bir başka bahara kaldı. Dolayısıyla bu gezi ile Alican Kapısında bekleyenlerin bekleme süreleri birkaç yıl uzadı gibi. *** “Bu başımızın üzerinde yükselen duvar, İsraillilerle Filistinliler arasındaki kördüğümün çarpıcı bir hatırlatıcısı” diyordu Papa, Kudüs ile Beytüllahim’i ayıran beton duvarın dibindeki el-Aida Mülteci Kampı’nda konuşurken. “Her gün daha fazla sınırın—ticarete, seyahate, insanların dolaşımına, kültürel alış verişe— açıldığı bir dünyada hâlâ duvar örüldüğünü görmek trajiktir” Papa’nın Yahudileri memnun etmeyen gezisi bu sözlerle daha da ilginç hâle geliyordu. Önce Yahudi soykırımını yeterince lânetlemediği için eleştirilmişti. Şimdi ise Papa, İsrailleri hem iki devletli bir barışı kabul etmedikleri, hem de nefret ve düşmanlığın timsali bir duvar ördükleri için eleştiriyor. Gazze’ye uygulanan ambargonun kısa süre içinde kaldırılması için duâ ediyor Papa. Bir çok Müslüman liderin yapmadığını yaparak, beklenenden daha cesur bir çıkış yaptı. *** Dünyadaki enerji kaynaklarının giderek azalması, kutup bölgelerindeki petrol ve doğal gaz kaynaklarının gelecekteki en büyük çatışma kaynaklarından birisi olacağını gösteriyor. Rusya’nın yeni ulusal güvenlik stratejisinde Rusya sınırlarına yakın kuzey kutbu bölgelerindeki kaynaklara sahiplenmek için yapılacak mücadelenin silâhlı bir çatışmaya dönüşebileceği öngörülüyor. ABD, Norveç, Kanada ve Danimarka, milyarlarca ton petrol ve gaz içeren bu bölge üzerinde Rusya’nın hak iddia etmesine karşı çıkıyorlar. Aslında son otuz yılın çatışmalarını özetleyen değerlendirmeyi Putin geçen yıl yapmıştı: “Bir çok çatışma, dış politika eylemi ve diplomatik hareketler petrol ve gaz kokuyor.” Bu tehlikeye karşı bizim de kendi rezervlerimizi bir an önce tesbit edip işletmeye başlamamız ve aynı zamanda alternatif enerji kaynaklarına yönelmemiz gerekmez mi? Tabiî rüzgâr enerjisinde olduğu gibi yetersiz fizibilite ve planlama ile, nükleer enerjide olduğu gibi kaplumbağa adımlarıyla meydana çıkmadan! Bu arada TPAO’nun ikide bir, iki kuyuda da petrol bulduk açıklamalarını anlamak mümkün değil. Günümüz teknolojisiyle bu kaynakların şimdiye kadar çoktan tesbiti gerekmez miydi? *** Dünyayı daha adil, daha özgür, daha barışçı bir yer yapma propagandasıyla iktidara gelen Obama, yavaş yavaş geri adım atmaya başladı. Guantanamo’da, Irak’ta ve dünyanın başka yerlerindeki gizli hapishanelerinde Amerikan askerleri ve istihbaratının yaptığı kötü muamele görüntülerini yayınlamaktan vazgeçti. Resmen açıklanmayan gerekçe ise, gerçekten zalimane olan bu resimlerin Amerikalılara karşı dünyadaki öfkeyi daha da arttıracağı. Gerekçeye bakın! Suç işleyenlerle hesaplaşmak yerine onları koruyan özgürlükçü ve adil Obama’ya, Rabbim itidal versin. 16.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Önce ilâç, sonra hastalık mı? |
Bir nefes sıhhatin, cihana bedel olduğunu kabul ederiz; ama sıhhatimizi korumak için yeterince gayret sarfetmeyiz. ‘Sağlıklı yaşam için yürüyüş’ tavsiye eden bazı uzmanlar da nedense aynı hassasiyeti sigara ve alkollü içkiler karşısında göstermezler. Bu konudaki ihmaller neticede birikir ve önce sağlık, sonra para ve daha sonra da ‘aklımızı’ kaybederiz. Halkın sağlığını korumakla görevli olan ‘devlet’in, uzun yıllar sigara ve alkollü içki üretmesi bu çelişkinin müşahhaslaşmış hâli değil miydi? Nitekim, sigara ve alkollü içkilerden güya ‘kâr’ elde eden devlet; bu kârın belki de on katını aynı sebeple hastalanmış insanların tedavisi için harcamak durumunda kalıyor. Menhus bir kâr için yapılan üretim, neticesi itibarıyla maddî zararlara da sebep oluyor. Dönem dönem bazı hastalıkların çoğalması da sağlık sektörünün işleyişiyle ilgili şüphelere sebep oluyor. AIDS gibi kalıcı problemlerin devam etmesi yanında, kuş gribi, domuz gribi gibi salgın hastalıkların bir anda ortaya çıkması ilâç firmalarına duyulan itimadı sarsıyor. İlâç şirketlerinin insanların sağlığından çok, ‘pazar payları’na önem verdikleri iddiâ ediliyor ki, bu iddianın taraftar bulması da işin tuzu biberi oluyor. Bazı firmaların doktorlara ‘yazdıkları ilâç miktarına göre tatil hediye etmesi’ dile getirilen şüpheleri kuvvetlendiriyor. Ekonomide dalgalanmalar sürerken, patlak veren ‘domuz gribi’ sebebiyle bazı ilâç firmaları ve ‘marka üreticileri’nin borsa değerinin tavan yapması buna delil. Amerikalı ünlü bulaşıcı hastalıklar uzmanı Dr. Leonard Horowitz’e göre ‘domuz gribi’nin sebebi; bir ilâç firmasının araştırma yaparken ürettiği ‘melez virüs’müş. Bu iddiasına delil olarak da, şirket(ler)in ilâç stok anlaşmalarının sona erdiği bir dönemde salgının ortaya çıkışını gösteriyor. İstanbul Tabibler Odası Genel Sekreteri Hüseyin Demirdizen de, ilâç üreticilerinin insan sağlığıyla ilgilenmediklerini ve bunu da silâh üretcilerine benzettiklerini hatırlatıp şöyle demiş: “Onlar sadece kendi yeni çıkarttıkları ilâca ne kadar geniş bir pazar bulacaklarıyla ilgililer.” (Cumhuriyet Dergi, 10 Mayıs 2009) İÜ Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Şadi Yenen ise şöyle konuşmuş: “Eğer bir ülkede sağlıklı yaşamanın insanın temel hakkı olduğu ve sağlık hizmetlerini insanlara parasız ve temel ihtiyaçları çerçevesinde sunulması gerektiği politik olarak bir iradeyle şekillenmemişse, en etkili ilâcı, en etkili aşıyı da bulsanız yoksul kesimler bunu kullanamayacaktır. Çözümü eczane rafındaki ilâçta veya aşıda aramaktan öte böyle bir perspektiften bakmak gerekir.” (agg.) Anlaşılıyor ki, sağlık politikalarını şekillendirirken, ilâç firmalarının tuzaklarına da düşmemek lâzım. En kötüsü de ilâç firmalarının da silâh firmaları gibi davranması. Önce ilâç, sonra ona uygun hastalık icad etmek de kapitalizmin insanlığa bir hediyesi midir? 16.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
DP’de kongre günü… |
Mayıs ayı demokrasimiz için önemli bir aydır. DP’nin 14 Mayıs 1950’de iktidara gelmesi “demokrasi bayramı” olarak kutlanmasa da milletin gönlünde yerini almış ve gönlünde “demokrasi bayramı” olarak kutlamaktadır. DP’nin iktidara gelmesinin sene-i devriyesinden iki gün sonra bugün Demokrat Parti’nin 5. Olağanüstü Kongresi toplanıyor. Kongrede yeni genel başkan, Genel İdare Kurulu ve Merkez Kararı üyeleri seçilecek. Bin 112 delegenin oy kullanacağı kongrede üç aday genel başkanlık için yarışacak. Demokrat Parti, 22 Temmuz seçimlerinden sonra bir takım sebeplerle seçim barajının altında kaldığı bir zamanda yapılan 6 Ocak 2008 tarihinde toplanan 4. Olağanüstü Kongre’de genel başkanıyla yönetim organlarını yenilemişti. Bu kongrede 15’in üzerinde aday arasından Süleyman Soylu Genel Başkan olmuştu. Soylu, bu kongreden 11 ay sonra 15-16 Kasım’da yapılan 9. Olağan Büyük Kongresi’nde de tekrar genel başkan seçildi. Soylu, bu 14 aylık süre içerisinde neredeyse Türkiye’de adım atmadığı bölge kalmadı. 29 Mart mahallî seçimlerine girerken kendisini oy oranı ile bağlayan Soylu, partisi 5.4’ün altında oy aldığı için seçimlerin hemen ardından partisinin yetkili organlarından olağanüstü kongre kararı çıkarttırdı. Bu safhada aday olmayacağını açıklamasına rağmen, gelen yoğun talep üzerine tekrar aday olduğunu açıkladı. İşte, şimdi bu kongre için gün geldi çattı ve kongre bugün Anadolu kongre ve gösteri merkezinde yapılacak. Şu anki Genel Başkan Süleyman Soylu ile birlikte DYP eski Genel Başkanlarından Hüsamettin Cindoruk, DP Genel Başkan Yardımcılarından Mehmet Ali Bayar yarışacak. Bu yarış demokratik bir yarış olacak. 10-15 gündür kamuoyunda DP üzerine yapılan tartışmalardan sonra delege kararını bugün verecek. * * * 14 Mayıs 1950’da demokrasinin bir zaferi olarak iktidara gelen Demokrat Parti’nin 10 yıllık iktidarının 27 Mayıs askerî darbesi ile yolu kesilmeseydi, bugünkü Türkiye’nin “gelişmekte olan ülkeler”den olmayacağı, “gelişmiş ülke” olacağı kaçınılmazdı. Köylüye insan olduğunu hissettiren, inanç özgürlüğünü sağlayan, iktidara geldiğinde ilk iş olarak ezanı aslına çeviren, din derslerini okullarda okutmaya başlayan, tek parti zihniyetinden ülkeyi kurtaran, en önemlisi de halkın değerlerine saygılı, onun isteğini baş tacı eden bu misyona her zamankinden çok ihtiyaç var. Türkiye’de birçok mesele tartışılırken, “merkez sağ” diye târif edilen, aslında tam olarak ismi “demokrat misyon” olan siyasî yapılanmanın eksikliği hissediliyor. İktidara karşı alternatif ihtiyacı her zaman dile getiriliyor. AKP’li yöneticiler dahi alternatifsizlikten, muhalefet yokluğundan yakınıyor! Çünkü alternatif olursa hem bundan ülke ve millet yararlanacak, hem de iktidar. Çünkü yanlışlarını sırf muhalefet olsun diye değil, milletin arzu ettiği şekilde düzeltilmesi için bir ikaz edenler olacaktır. Bu partiye gönül verenlerin bu ihtiyacı karşılamak, milletin değerlerine saygılı, korkmadan, çekinmeden milletin istediğini yeri getirecek kadroları işbaşına getirmeleri konusunda üzerlerine görev düşüyor. Güçlü bir alternatif oluşturmak için bu partinin her ferdi elinden geleni yapmalıdır. DP son mahallî seçimlerde 3.9’luk bir oy almış olsa da oy aldığı bölgelere bakıldığında ne sahil partisi, ne bölge partisi olmuştur. Bu da DP’nin “Türkiye partisi” olduğunu ve milletin demokrat misyona ihtiyacını gösteriyor. “Bitti, artık dirilemez” denilirken, yok farz edilirken 1.5 milyondan fazla oy alabilmesi de bunun göstergesidir. DP’nin geleneğinde kavga, gürültü yoktur. Adına yaraşır bir vakar ile kongresini yapıp genel başkanını seçecek ve Pazar’dan itibaren de bu genel başkan etrafında toplanıp, iktidara alternatif bir kadroyla, milletin hizmetinde olacaktır. DP’ye gönül verenlerin temennisi budur. 16.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Teminatlı” politikaların başarısızlığı |
İçte ve dışta bir dizi garabet devam ediyor. Bush’un “stratejik müttefikliği”yle başlayan ve Obama’nın ziyaretinde “model ortaklık”la devam eden Amerikan eksenli “açılımlar”, Türkiye’nin ve bölgenin aleyhine bir bir kapanmakta. Başarısızlıklar peşpeşe gelmekte. Doğrusu, Danimarka eski Başbakanı Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliğine getirilmesini kabul eden AKP siyasî iktidarı, mahallî seçim sonrası hiç de iyi başlamadı. Ankara’nın tâvizi hiçbir şey elde edemeden boş yere harcandı…
SORULAR HÂLÂ CEVAPSIZ… Bu arada İçişleri Bakanı Atalay’ın, Mardin-Mazıdağındaki katliâmda kullanılan bütün silâhların “koruculara ait olduğunu” açıklamasının ardından “koruculuk sistemi” tartışmaya açıldı. Tam da terör örgütü elebaşısının Ankara’ya, “İmralı’daki terörist başını muhatap alın, bağımsızlık değil özerklik istiyoruz” mesajını yolladığı, Başbakan’ın sözkonusu mesajı okuduğu ve Cumhurbaşkanı’nın Prag dönüşü, “Türkiye’nin en büyük meselesi Kürt sorunu” dediği sırada… Lice’de dokuz askerin şehit edildiği mayın patlamasının ardından asker ve korucuların peş peşe şehit edilmesi ve balistik raporunda silâhların hiçbirinin koruculara ait olmadığının ortaya çıkması, olaylarının zamanlamasının teröre karşı mücadelede büyük etkisi olan koruculuğun kaldırılmasının yanı sıra daha derin plânların ipuçlarını vermekte. Bu durumda İçişleri Bakanı, neden daha tam balistik muayene sonuçları alınmadan silâhların koruculara ait olduğunu söyledi? Küresel güçlerin egemenlik ve menfaatleri projesi çerçevesinde yürütülen plânla, terör örgütünün “Kürt sorunu” üzerinde siyasallaştırılması projesiyle Başbakan’ın ve hükümetin Kandil’le muhatap edilmesi ne netice verecek? Yine 24 Nisan öncesi “Ermenistan sınır kapısının açılması” hesabına gece yarısı hazırlanan hükümetin “yol haritası” muamması tartışmaları ortasında Başbakan Erdoğan’ın Azerbaycan Millî Meclisi’nde “Karabağ işgali sona ermeden ve Azerbaycan’ın rızâsı alınmadan sınır açılmaz” teminatını vermesi, olayların arka plânındaki karışıklığın dışa vurumu olmakta. Gerçekten Türkiye hangi politikayı tâkip edecek? Ankara ile Erivan’ın İsviçre’nin arabuluculuğunda hazırladığı ve Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’dan Dışişleri Bakanı Nalbantya’na kadar açıkça “Türkiye ile yol haritasında Karabağ konusu, soykırım ve Kars anlaşması- sınır tanıma şartı yok” demeçlerindeki anlamla Başbakan’ın Bakü’deki taahhüdü arasındaki gerçek nedir? Hangisi esas alınacak?
“DIŞ GÜÇLERİN TEMİNATI”YLA OLMUYOR Keza hükümetin AB sürecinde hiçbir kazanım elde etmeden şartsız Fransa’nın NATO’nun askerî kanadına dönmesini “onaylaması”ndan sonra Sarkozy’nin AB üyeliği yerine “imtiyazlı ortaklığı”yla açığa çıkan çarkına karşı Ankara ne yapacak? Başbakan’ın iç politikada olduğu gibi Polonya ziyaretinde meseleyi yine futbol literatürüyle açıklaması, “Maç başladıktan sonra penaltı kuralları değiştirilmez; şık olmuyor, iyi olmuyor, yarın yüz yüze bakacağız” deyip Türkiye’nin önüne takoz koyan Bush’tan sonra Obama’nın dostları Sarkozy ve Merkel’e yüklenmesi neyi değiştirecek? “Zâlimlerin satranç oyunu” olarak tâbir edilen, hegemonya ve çıkar hesaplarına endeksli uluslar arası politik arenada bu tür “yakınmalar”ın ne faydası olacak? Türkiye’nin arabululculuğunda yürüyen Suriye-İsrail barış görüşmelerinin Gazze katliâmıyla kesilmesine Başbakan Erdoğan’ın o denli hayıflanmasına, “tam da bir-iki detay kalmıştı, barış sağlanacaktı” diye Ankara’da beş buçuk saat başbaşa görüştüğü dönemin İsrail Olmert’e târizine karşılık Telvaviv, yeni yeni pişkinlikler sergilemekte. “Dünya Irkçılıkla Mücadele Konferası”nda sırf İsrail’in Filistin’de yaptığı ırkçılık ve soykırımı kınandığı için İran Cumhurbaşkan Ahmedinecat’a tepki gösteren BM Genel Sekreteri Ban-Ki Mun’la görüştükten sonra İsrail Cumhurbaşkanı Peres’in, Gazze saldırısında bombaladığı BM tesisine dair raporu kabul edemeyeceklerini belirtmesi ve hiçbir zaman özür dilemeyeceklerini tekrarlaması, kaderin bir diğer cilvesi… Keza Başbakan’ın “Davos çıkışı”yla dikkat çektiği yeni İsrail hükümetinden de “Golan tepelerini asla vermeyecekleri” açıklamasının gelmesi, İsrail’in o zaman da Türkiye’yi “barış” diye oyaladığını su yüzüne çıkarıyor. Altyapısı iyi hazırlanmamış ve dış güçlerin “teminatları”na bağlı politikaların akıbetini ele veriyor… 16.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Tam eda edenler!... |
akirliğin en önemli vechesi elbette ki şükredici olmaktır. Nimetler bol iken ve varken şükür etmek doğru ve yerinde olmakla beraber biraz da kolay oluyor... Nimet yokken veya kesilmişken şükür eden ve şakir olmak önemli her halde... Hayat nimeti verilmiş elbette ki her anında, her deminde değerlendirilmek ister. Hayat, hayatı veren Zat’ın (cc) yolunda yaşanmak ve onun istediği tarz ve şekiller, mânâlar gösterildikten sonra şükür içinde bulunmayı gerektirir. Vücut nimeti… Sonsuz sayıdaki ihtimallerin içinden intihap edilerek, yaratılmış her varlığa uygun ve ona göre mükemmel vücutların giydirilişine ise O Zat-ı Vacibül Vücudun yarattığı vücutlar sayısınca ve mahiyetlerince kâinat büyüklüğünün katları adedince sonsuz şükürleri ister ve gerektirir... Elbette ki rızık nimeti bir dairesel mânâ ve hikmetle hayatı ve vücudu kuşatarak idame etmekle göterdiği, ifade ettikleriyle haşmetli ve şümullü olarak Cenâb-ı Hakkın Rablığını bize gerçek mânâ ve mahiyetiyle anlatmaktadır. Şükür ise bu noktada azamî derecede bize Rezzak-ı Mutlakın faaliyetini ve hâkimiyeti noktalarından büyük ve sonsuz bir hamdle birlikte tezahür eder, sayfalarını açar ve görünür... Bize düşen hayatın, vücudun ve rızkın vericisini hayatımızın her safhasında, her halinde nimet içinde büyük bir nimet olarak bilmek, görmek ve hayatın içinde bunların tezahürlerini kemal noktalarında göstermektir... Bize bizim elimizden yapılabilecek en güzel ve en faydalı faaliyet bu Faal-i Mutasarrıfı hakkıyla tanımak ve tanıttırmak olacaktır... Şunu hepimiz iyi biliyoruz ki hayatı vereni bilmiyor tanımıyorsak, istesek de istemesek de hayatımız vaktini bitirerek büyük bir hızla geçiyor, hem de boşu boşuna ve mânâsız olarak geçiyor... Vücudunu inkâr eden adam ahmak sofestai ünvanını almış ama hiçbir ünvan almadan yokluk karanlıklarına kendini atan bir hiçten daha öteye de gidemez... Hayatı ise vücud nimetini bilmeyen anlamayan kabul etmeyen hiç görmemiş, yaşamamış gibidir. Hayat, vücud nimetlerinin üzerindeki tecellilerini, cilvelerini ancak hayatı veren Hayy-ı Kayyumu bilmekle ve tanıyıp onu kabul etmekle hayat olabilir... Şükür ve hamd ve zikir bizlere bir musîbet, bir belâ, bir hayat zahmeti gelmeden önce gereklidir ve lâzımdır... Ve en tesirlisi, en meyvadarı ve faydalısı da budur zaten... Cenâb-ı Hak; hamd, şükür ve zikrini tam eda edenlerden eylesin cümlemizi. İnşaallah... 16.05.2009 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
‘Pozitif Pencere’ vesilesiyle |
“Nasıl bu kadar pozitif olabiliyorsunuz?” diyenlere Birer ihsan-ı İlâhî olarak, Secde çiçekleri, Bediüzzaman ve Şark Düşünceleri (ekip) çalışmalarından sonra, şimdi de Pozitif Pencere ile huzurlarınızdayız. Pozitif Pencere isimli kitabımız İnşallah hayırlara vesile olur. ‘Pozitif Pencere’de ifade edilenler, hayatın içinden kesitlerdir. Zaman zaman gençler, ‘Hocam, hayatın bu kadar sıkıntıları karşısında nasıl bu kadar pozitif olabiliyorsunuz?’ diyorlar. Ben de, ‘Doğrusu ben de şaşırıyorum, siz nasıl olamıyorsunuz?’ diye, takılıyorum ve ekliyorum, ‘Sıkıntıları arttıkça, sığınması artmalı insanın’. Hakikaten sadece ‘varolmak’ bile, başlıbaşına tam bir pozitiflik içerirken, yaşanan her şey, pozitif pek çok mesajlar taşırken ve hatta, hayatın içindeki olumsuzluklar, çirkinlikler, felâket gibi gözüken durumlar bile –neticeleri itibariyle- pek çok pozitiflikler sunarken, nasıl bu kadar negatif olunabiliyor, asıl şaşılması gereken budur. Burada belirleyici olan, ‘olan/biten’e, imanî nazar veya küfrî bakıştır. Bakış, imandan küfre doğru geriledikçe kararan bir sonuç veriyor.
Hayat, imanımız oranında pozitiftir Dikkat çekici olan şudur; bir insan Allah’a iman edecek, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna ve öldükten sonra yeniden dirilmeye inanacak; ama kendisinin/âlemin başına gelenlere, bir anlam veremeyecek, olanları anlamsız ve tesadüfi bulacak; bu, düşünülemeyecek bir şeydir. Yaşananlar böyle bir sonuç veriyorsa, hayatın her alanına yayılmamış bir iman kendisini gösteriyor demektir. İman varsa, hakikî anlamda gam ve kederin olmaması gerekiyor. Bu ikisi, gece ve gündüz gibidir. Biri varsa ve hayata hükmediyorsa, diğeri yok veya etkisiz demektir. Ya da ‘Pozitif Pencere’den hareketle; insanda, ‘Pozitiflik artarsa, negatiflik azalır; negatiflik artarsa pozitiflik azalır.’ Biri, diğerini siliyor.
Negatif olan, imanınızı sorgulamalıdır İman varsa, küfrün; küfür varsa, imanın azalması beklenen bir sonuçtur. Küfür; karanlıkları, olumsuzlukları, sahipsizlikleri, yetimlikleri ve böyle bir ruh hali de, korkuları, endişeleri, vesveseleri netice verecektir. İman ise, aydınlığı, olumlu-olumsuz neticelerin –bizzat veya neticeleri itibariyle- güzellikleri, her şeyin bir sahibi var olduğu inancını, yaşananların bir veya birçok hikmetler içerdiğini, insanın bir programın parçası olduğunu, kendisine düşen kadar, kendisini aşan konuların da var olduğunu bilmeyi ve buna iman etmeyi gerekli kılıyor. Bundandır ki, ‘Hakikî iman etmiş bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, muhtemeldir ki onu telâşa sevk etmeyecektir.’ Çünkü hakikî anlamda iman etmiş bir kişi, yaşananları sahipsizlikler içerisinde değerlendiremeyecektir. ‘En küçük hatırat-ı kalbinden geçenleri bile, bir hikmet, bir irade ve ‘Yaratıcı-kul’ bağlamında ele alacaktır. İrade eden, ‘Müsebbib’ül-esbap’ anlamında, yani sebepleri de Yaratan olarak, şartları da sebepleri de ve hatta isterse, hikmetlere binaen, sebepsiz olarak da yaratabilecektir. Bu hale iman eden için, ‘İman, hem nurdur, hem kuvvettir, hakikî imanı elde eden bir adam, kâinata meydan okuyabilir’ cümlesi negatifliği ortadan kaldıran bir durumdur.
Pozitiflik, görülenlerde değil, görendedir; dışta değil, içtedir İnsanın kendisi aciz olduğu için, çoğu şeyi, kendi hissettikleriyle değerlendirebilmektedir. Nitekim insanı çoğu yanlışlara iten sebep, kalbinde oluşmuş olan korkudur. Korku ise, şöyle oluşur: “Nifak, imanın hilâfına, kalpleri ifsat eder. Kalbin ifsadı ise yetimliği intaç eder. Yani bozuk olan bir kalp, kendisini sahipsiz, maliksiz, yetim bilir. Bu haletten korku neş’et eder.” İşârâtü’l-İ’câz, s. 104 Korku, kalbinde oluşmuş fesadın bir sonucudur. Fesad, nokta-i istinat ve nokta-i istimdadını kaybettirir. İnsanın ihtiyaçları hadsiz, düşmanları nihayetsiz olduğundan; ihtiyaçlarına karşı bir dayanak noktası, düşmanlarına karşı da bir sığınma noktasına ihtiyaç duymaktadır. Ve yine, “Münafık olan adam âlemi, musîbetleriyle öldürücü, belâlarıyla boğucu, dehşetli hadisatıyla tehdit edici, şedaidiyle sıkıcı bir şekilde görür; bütün dünyayı envaıyla beraber kendisine adavet etmekle ittifak ettiklerini zanneder. İşte o münafığın zannına göre, âlemde ona menfaat verecek hiçbir şey yoktur. Bütün eşya ve mevcudat onun aleyhindedir.” İşârâtü’l-İ’câz, s. 122. Nokta-i istinat ve istimdadını kaybeden için, büyük bir helâket vardır. Halbuki, mü’min olan zat, nur-u imanın iktizasıyla, kâinatın yaptığı tesbihleri ve tebşirleri manen işitir, ferahnak olur. İşârâtü’l-İ’câz, s. 122. Böyle bir insan, hadsiz ihtiyaçlarına karşı nokta-i istinadı ve nihayetsiz düşmanlarına karşı nokta-i istimdadı Cenâb-ı Hak olarak bulduğunda, bütün insanların ve hadisatın karşısında titremekten ve korkulardan sıyrılacaktır. Her şeyin Sahibi’ne, her şeyi Bilen’e, Görüp Gözeten’e ve hatta insan en cüz’î işleriyle dahi İlgilenen’e; dayanması, dünyevî ve uhrevî büyük bir saadeti netice verecek ve pozitifleşecektir. Dünyevî ve uhrevî rızıkları Veren’e iman etmek; O’nun Kitabı ve Peygamberleri ile ilettiklerini kabul etmek ve uygulamak en büyük bir pozitif dönüşüm hareketidir. Aksi halde, hem iman ettim deyip hem de olup biten işleri sahipsizlikle yorumlamak, tesadüfe havale etmek, O’nun emir ve yasaklarını dikkate almamak, hayata model olan peygamberini ölçü kabul etmemek, bir de ihlâl ve ihmaller karşısında bir kul olarak tevbe etmemek; o insanın imandan hissesi olmadığına delildir. Böyle bir insanın da korkmaması, negatif olmaması mümkün değildir. Sahipsizlik düşüncesi en büyük negatifliktir. İman, Pozitif Pencere’nin kaynağıdır. İman ne kadar parlarsa, hayat o nispette şeffaflaşıp, güzelleşecek ve pozitifleşecektir. Hasılı, pozitiflik, görülenlerde değil, görendedir. Dışta değil, içtedir. İç de dışa aksedecektir. 16.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Ömrü hizmetle geçti |
Bediüzzaman Hazretleri, onu annesinden talebeliğe ister, “Gelsin hizmet etsin” der. Ne var ki annesi izin vermez. Üstad, bu isteğini değişik zamanlarda tam dört kez dile getirir. Yine izin alamayınca, ‘Benim hizmetim senin evinde olacak’ diye dilekte bulunur. 1927 yılında Isparta’nın Senirkent ilçesinde doğan ve 13 Mayıs 2009’da Hakkın rahmetine kavuşan, kızı Handan’ın dikkat çektiği Üstadın bu dileği babası Ali İhsan Tola hakkında kabul olunur ve bu Nur Talebesi Ağabeyimiz 1953 yılından itibaren evinde hiçbir yere ayrılmadan hizmet eder, hizmet ayağına gelir. Ömrü boyunca hakkı, hakikati, doğruyu, iyiyi, güzeli anlatma; imana, Kur’ân’a, İslâma hizmet etme gayreti içinde çırpınan merhum, ihsan edilen nimetlerin kadrini hissederek; ülfet ve ünsiyet perdelerini yırtarak, tefekkür ederek yaşamaya dâvet ederdi ziyaretçilerini. Furkan Demir’in anlattığına göre bir ziyaretlerinde evlerinin önündeki dut ağacından misâl vermiş, “Sana altmış fakülteyi bitirmiş desem, bana ne dersin?” diye söze başlamış ve şunları anlatmış: “Bakın, bir dut ağacı çamur yiyor, güneşten gelen ışığı emiyor, ayırıyor, sudan gelen mineralleri alıyor, şeker gibi bir meyve veriyor. Şimdi, bunları ayrı ayrı alırken protonlarını, nötronlarını, elektronlarını birbirinden ayırıyor, kendisinin işine yarayacak atomlar haline getirmiyor mu? Şimdi desem ki, bu dut ağacı çok iyi bir atom mühendisidir. Ne dersin? Tanımadığı insanların vücuduna göre yiyecek veriyor. O zaman Gıda Mühendisliği Fakültesini de bitirmiş… “İşte, bu saydığım bütün olayları yapması için bunların programlanması gerekiyor. Yani çok iyi bir programcı gerekiyor… Bunların programlanması, yazılması, önceden belirlenmesi yani kader programı İmam-ı Mübin’dir. Dünyada en iyi programın, en iyi tohumun insan tohumu olan sperm olduğunu belirten Ali İhsan Tola Ağabey, “Kat kat büyülterek ancak görülen bir tohumda neler yazdığına bakın…” şeklindeki ifadeleriyle de kâinat kitabını okumaya ve okutturmaya çalışıyor.1 Ömrünün son dakikalarına kadar hep böyle marifetullah dersleriyle günlerini geçiren Ali İhsan Tola Ağabey, kızının ifadesiyle, “Son saatlerinde dahi bütün gücünü toplayıp kendisini muâyene etmeye gelen doktorlara bile bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.”2 Hayatı imanla, Kur’ân’la, hak ve hakikatle renklenen Ali İhsan Tola Ağabeyin nefis hatıraları da var. Bunlardan biri bir ilim ve marifetullah hazinesi olan Risâle-i Nur’un birdenbire değil, hazmede hazmede kavranacağıyla ilgili. Bunun üzerinde de bir sonraki sohbetimizde duralım İnşaallah. Merhum Ağabeyimize Allah’tan rahmet, sevenlerine de taziyetlerimizi diliyoruz.
Dipnotlar: 1- www.furkandemir.com 2- Yeni Asya, 14.5.2009. 16.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Sevgi ve aşk nasıl oluşur? |
Sevgi, aşk ve şefkat güçlü duygularımızdandır. 80 yaşındaki bir annenin, yağmurlu ve soğuk havada dışarı çıkmaya hazırlanan 60 yaşındaki sakallı çocuğuna “Aman yavrum; paltonu giy, üşütürsün; şemsiyeni al, ıslanırsın; karşıdan karşıya geçerken dikkat et!” diye nasihat edecek kadar… Dağları bile deldiren sevgi, aşk nedir ve nasıl oluşur? Kalpten çıkan elektrik, elektromanyetik dalga ve duygu enerjilerinin etkileri pozitif veya negatif yönden işlettirilir. İnsan, zihin/beyin ve zekâ dalgalarını birleştirip odaklaştırdığı şeyi sever. Duygu yoğunluğuna göre bir şeye meylederiz. Bu meyil sevgidir. Ve basamak basamak yükselir, şiddet peyda eder, tutku hâlini alırsa o aşktır. Yani, sevginin kaynama derecesidir. Şöyle de târif edilmiştir: Meylin iki katı ihtiyaç; ihtiyacın iki katı aşktır. Aşkın iki katı ise incizap; cezbeye (çekim alanına) kapılmaktır. Eğer çekim, Hakk’a yönlendirilirse, İlahî aşk olur.1 Kişi niyetini, duygularını değiştirdiğinde, otomatik olarak kalpten beyine giden sinir uyarılarının durumu, kalitesi ve aktivitesi de buna paralel olarak değişir. Yani, eğer psikofizyolojik durumumuz, olumlu ve dengeli ise, kalbin HRV ritimleri de, buna paralel olarak âhenkli olur. Sonuçta beyindeki elektrik, biyoelektromanyetik faaliyetler, kalpte oluşan bu uyum ve dengeye tabi (senkronize) olmakta; olumsuz ise, sonuç da negatif çıkmaktadır. Niyet ve faaliyetlerimizi akıl, kalp ve vicdan gibi duygularımızın kontrolüne verebilir, şuurumuzu onlar üzerinde yoğunlaştırdığımız nispette duygularımızı geliştiririz. Sevgi de bunların başında gelir. Elbette sonsuz sevgi potansiyeline sahip olan kalp, fani, basit, solan, yok olmaya mahkûm nesnelere razı olmaz. Bütün gücüyle “sonsuzluk” isteyen kalbimizi sonlu ve tükenici olan yiyecek, içecek, mal-mülk, şan-şöhret, para, dünyevî makamlar ve mecâzî aşklar (sevgililere Allah hesabına olmayan sevgi) gibi şeylerle doyurup tatmin edemeyiz. Bütün sevgimizi, yalnızca fani bir sevgiliye yönlendiremeyiz. Başta ruhumuzu, kendimizi, anne babamızı, eşimizi, çoluk çocuğumuzu, akrabalarımızı ve sâir insanları severiz. Güzel şeyleri, hayvanları, türlü yiyecek-içecek, bitki ve giyecekleri, manzaraları, diğer bütün varlıkları severiz. Sevgi aynı zamanda bizi birbirimizle kaynaştırır. Gayrimeşrû bir sevgi kalp kırıklıklarına, kalpte fay hatlarının oluşmasına, bu da ruhî depremlere yol açar. Çünkü sevdiğimiz şey, ya bizi tanımaz, Allahaısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya da sevgimiz için bizi tahkir eder, aşağılar. Mecâzî aşklarda sevgililerin aşklarından şikâyet etmelerinin sebebi; sevdikleri şeyler ya onları tanımıyor, ya tahkir ediyor veya refakat etmiyor, ayrılıyor. Eğer kalbinizdeki fırtınaları dindiremezseniz, toplumun kalbi olan aile yuvasındaki fırtınalar zamanla kasırgalara dönüşür. Huzurlu ve mutlu bir aile hayatı kurup sürmek isteyen; kalp, akıl ve hayal kuvvetlerini ibadetle meşgul etmeli.2 Çünkü kalbî amellerin güneşi de imandır.3 Sevginin aynı zamanda psikososyal bir güç kaynağı, bir kaynaştırıcı olduğu şöyle beyan edilir: Allah’a iman edenler, Allah’a olan sevgileri cihetiyle daha kuvvetlidir.4
Dipnotlar: 1. Sünûhât, s. 35.; 2. Mesnevîi Nuriye, s. 291-292.; 3. İşârâtü’l İ’câz, s. 32.; 4. Kur’ân, Bakara, 165. 16.05.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Nejat EREN |
|
Ali İhsan Tola Ağabeyi Hakk’a uğurlarken... |
Taşıyla, toprağıyla mübarek Isparta’dan bir yıldız daha kaydı ahiret âlemine. Ruhu şad, makamı Cennet olsun inşaallah. (Âmin) Isparta’nın Osmanlı ve Türk tarihinde hem manevî, hem kültürel, hem siyasî, hem de asıl önemlisi Risâle-i Nur tarihinde çok önemli bir yeri vardır. Zamanlar, şahıslar ve olaylar mekânlara önemli mânâlar yükler. Nur dâvâsında da, erbâbının malûmu olduğu üzere, “hanedanların” önemli bir yeri vardır. Emirdağ’da “Çalışkanlar Hanedanı”, İnebolu’da “Çelebiler Hanedanı”, Ve Isparta’da “Tolalar Hanedanı”... Isparta denince Nur dâvâsı ve Nur Talebeleri arasında Senirkent’i ve Tolaları hatırlamamak mümkün değil. Tolalar, Senirkent’in ve mübarek Isparta’nın bahtiyar sülâlesi. Hak aşığı, sadakat timsâli mübarekler kafilesinin sadık ve çilekeş hadimleri, hizmetkârları. Asırlara uzanan mübarek ve şanlı bir geçmiş. Bu fedakâr hanedanın, Bediüzzaman’ın ve Nur Talebelerinin yardımına koştuğunu bu millet çok iyi biliyor. Zaten dünkü cenaze merasimiyle de bunu bihakkın ifade etmiş oldu. Bu mübarek sülâlenin Nur dâvâsına olan “hizmet halkası”, 1944’teki Tarihî Denizli Mahkemesi’nin kararında imzası bulunan heyette yer alan, Tola ailesi ve bu ailenin akrabalarından olan vatanperver münevver Hesna Şener’le başlamıştı. 1903 yılında Senirkent’te doğmuş, 1975’te de Denizli’de Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. Nur Hizmetlerinde bu mübarek sülâleden öne çıkan bir başka değerli şahıs ise, Isparta mebusu olarak da tarihe geçen Dr. Tahsin Tola’dır. Halim selim, Isparta gülistanının mübarek bir meleğidir. Üstad Bediüzzaman’a ve onun kudsî dâvâsına yaptığı hizmetler genç nesillerin şükranını celb etmiştir. Isparta’nın bu “kara meleği” bir tevazu burcudur. (Son Şahitler, N. Şahiner) Türkiye’de demokrasi mücadelesinde, vatan, millet ve İslâmiyet’e çok büyük katkıları olan İslâm Kahramanı, şehid Başvekil Adnan Menderes’le Üstadı arasında muhabereyi temin eden mümtaz bir şahsiyetti. Asrın Manevî Sultanının, Nur Risâleleri’nin hizmet ve neşriyat kahramanlarından Tolalar Hanedanı’yla yakın alâkası olmuştur. Bu mübarek vatanın insanlarına hizmet için adanan nice bedenler ve zamanlar... Tolalar sülâlesinin bu kudsî hizmetteki canlı son şahidi olan Ali İhsan Tola Ağabeyin kardeşi Ceylan Tola’yı 11 Ekim 1997 Cumartesi günü Hakk’a uğurlamıştık. O merhumun da cenazesinde bulunmak nasip olmuştu. Evet, Tolalar Hanedanı’ndan ahirete uğurladığımız son şahit Ali İhsan Tola Ağabey oldu. 14 Mayıs 2009 Perşembe günü Isparta’nın tarihî ve şirin ilçesi Senirkent çok müstesna bir gün yaşadı. Ali İhsan Tola Ağabey, müstesna, farklı, değerli, çok renkli ve çok müdakkik, ehl-i tahkik ve Allah dostu veli bir zattı. Ali İhsan Tola Ağabey, merhum Dr. Tahsin Tola’nın eniştesiydi. Aynı zamanda da dayı çocuklarıydı. 1927'de Senirkent’te doğan merhum, 13 Mayıs 2009 Çarşamba günü sabah namazından sonra 82 yaşında Hakk’ın rahmetine kavuştu. Cenazesi 14 Mayıs 2009 Perşembe günü binlerce Nur Talebesi, gönül dostu ve akrabalarının katıldığı muhteşem bir kalabalıkla ömür boyu hizmet ettiği ve yurt içi / yurt dışı binlerce misafiri ağırlayan mütevazi evinin yanında “aile mezarlığına” defnedildi. Binlerce insan, Anadolu’nun her yanından buraya, Senirkent’e akın etti. Başta Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin varislerinden Said Özdemir, Abdullah Yeğin olmak üzere, Nazilli’den Teyp Tahir Ağabey, Kırıkhan’dan Ali Sert Hoca, İstanbul’dan Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular, Antalya’dan Nazım Akkurt, Gültekin Sarıgül… vb. Üstadı görüp hayır duâsını alan muhterem ağabeyler olmak üzere milletvekillerinden bazıları ve yurdun dört bir köşesinden onbine yakın gönül dostu Senirkent’e hücum etti, cenaze namazında birlikte oldu ve tekbirlerle Ali İhsan Ağabeyi berzah âlemine yolcu etti. Cenaze Senirkent merkezinde olan Çarşı Camii’nde kılındı. Cenaze namazını Mehmet Paksu Hoca kıldırdı. Cami avlusu ve caddeler, gelen bu büyük kalabalığı kaldıramadı. Çok büyük bir izdiham vardı. Sık sık yapılan anonslarla cenaze tekbir ve duâlarla evinin yakınındaki aile mezarlığına defnedildi. İlk olarak 8 Aralık 1998 tarihinde bir Çarşamba günü görüşme bahtiyarlığına eriştiğim Ali İhsan Ağabey’le daha sonra birçok defalar görüşme imkânım oldu. Kamerama çok ilginç gelen hatıralarını kaydettim. Bunları daha sonraki tarihe bırakarak, burada sadece şu kadarını hatırlatmak isterim: Bu hatıralarda merhum Ali İhsan Tola Ağabey, asıl sülâlesinin Medine’den geldiğini ve Üstad Hazretlerinin üç defa kendisine “Ali İhsan, seninle biz akrabayız” dediğini, kendisinin ise bunu hep reddettiğini, dördüncüde ise “Bunu Bediüzzaman söylüyorsa, bu boş olmaz” diyerek ısrar etmeyerek ve bu konuya çok taaccüp ettiğini ve daha sonra Osmanlı Arşivinde çalışan bir akrabası vasıtasıyla bunu araştırıp soylarının Medine’den geldiğini, daha sonra bir kolun da Bitlis’e gittiğinin ortaya çıktığını beyan etmişti. Ben kendisine “Peki bunun belgesi var mı?” deyince de rahmetli: “Hoca ben masal mı anlatıyorum, dokuz metrelik Osmanlı Arşiv belgesinin fotokopisi şu anda evimde!” demişti. İleriki tarihlerde akrabalarıyla temasa geçip bu belgeye ulaşabilirsem sizlerle paylaşmak isterim. Makam münasebetiyle, Nureddin Topçu’nun “Yarınki Türkiye” eserinde Senirkent ve Dr. Tahsin Tola için yazdığı şu satırlara da yer vermek istiyorum: “Senirkent köylüleri gibi olunuz. Size zulmeden jandarmaları doyurunuz. Muvaffak olursunuz. Böyle yaparsanız kaynağı aynı olan iradelerimiz çatışmaz, aynı âhenkte birleşir ve kendinden geldiği Allah’a doğru ilerler. Gandhi dünyaya, Dr. Tola Anadolu'ya insanın ruhunu tanıtmak istedi.” Senirkent, yetiştirdiği imanlı ve münevver evlâtlarıyla, bu vatan ve millete büyük hizmetleri olan mübarek bir beldedir. Böyle bir kahraman evlâdını daha ebediyet âlemine yolcu etti. Ruhu şad, makamı Cennet olsun inşaallah. Geride kalan dost ve akrabalarına merhum Arif Nihat Asya’nın şu mısralarını, Isparta ve Tola hanedanının ruhlarına atfetmek üzere takdim ediyorum:
ISPARTA Koru koru, bahçe bahçe Kuşlar ses verir, ses alır... Parkında çiçek tarhları, Halılarından ders alır... Isparta’nın erenleri Gülsuyuyla abdest alır... Çiçekten, yemişten, aşktan Muradını herkes alır... Isparta’da göğüsler gül Kokusundan nefes alır... Isparta’nın erenleri, Gülsuyuyla abdest alır... (Arif Nihat Asya)
16.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Cerbeze üzerine |
Düzce’den Can Hatipoğlu: “Cerbeze nedir? Hükmü ile birlikte belirtebilir misiniz?”
Cerbeze, yalanı süsleyerek doğru göstermek, kurnazca lâflarla aldatarak üste çıkmak, lâf cambazlığı ile doğruları örtmek, yalan dolanla hakikati örtbas etmek anlamlarına gelir. Bu hâliyle cerbeze, yalandan daha öte bir cürüm ve günah teşkil eder. Çünkü yalanda muhatap inanıp inanmamakta muhayyer bırakılır. Çoğu zaman da yalan ortaya çıkar ve yalancı kişi bundan mahcup olur, yüzü kızarır ve utanır. Nitekim meşhur atasözümüzde de ifadesini bulduğu gibi, yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Yalan anlaşılınca yalancının iddiası bittiği gibi, izzeti de biter. Oysa cerbezeci kişi kendi halinde bir yalancı değil; yalanında ısrarcı bir kişi olup, insanları aldatmakta maharetlidir, ortaya attığı lâf cambazlıkları ile doğruyu örtmekte becerikli, muhatabını susturduğu oranda da bundan mutluluk duyan ve yalanını yutturma becerisiyle övünen kişidir. Peygamber Efendimiz (asm) yalancı ve aldatan kişiler için, “Aldatan bizden değildir” buyurmuştur. Aldatan ve yalan söyleyen bizden olmayınca; yalanını—akıllara zarar!—lâf cambazlıkları ile süsleyerek insanları doğruları savunmaktan aciz bırakan kişilerin durumu her halde daha vahim olacaktır. Bediüzzaman Hazretlerine göre aklın üç mertebesi vardır: 1. Tefrit Mertebesi. 2. Vasat Mertebesi. 3. İfrat Mertebesi. Aklın tefrit mertebesi gabavet hâlidir, yani aklın hiçbir şeye ermemesi, aklın çalışmaması hâlidir. Bu mertebede akıl neredeyse kendi halinedir, telâşsız ve kaygısızdır, dünya umurunda değildir. İnsanî incelikleri, nezaheti ve nezaketi kavramaktan acizdir. Aklın vasat mertebesi akıllılık hâlidir. Bu mertebede akıl, olması gerektiği gibi çalışır, düzgün çalışır, hikmeti esas alır, her şeyde hikmet arar, her şeyi hikmete göre sorgular, denetler, algılar ve yargılar. Aklın ifrat mertebesi ise cerbeze halidir.1 Bu mertebede akıl yalanda ileri derecede kurnazdır, hilekârdır. Yalan ve yanlışını lâf ebeliği yaparak örtbas eder. Hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya sahip olur. İşte aklın bu mertebesinden uzak durmak ve Allah’a sığınmak lâzımdır. Cerbezeli insanın sağlıklı düşünce ortaya koymaktan uzak olduğunu kaydeden Bediüzzaman Hazretleri, farklı şahıslarca farklı zamanlarda işlenmiş kusurların cerbeze ile bir tek şahıstan bir anda çıkmış gibi gösterilmesinin ve buna göre tepki geliştirilmesinin zulümden başka bir şey olmadığını beyan ediyor.2 Bediüzzaman’a göre kusur görmeyi meslek hâline getirmiş kişiler vardır ki, gördükleri kusurları cerbeze ile abartarak herkese satarlar. Kusurları abartılı olarak anlatıp, muhataplarını aldatırlar. Çünkü cerbezenin işi bir yanlışı olabildiğince abartıp, iyilikleri örtmektir. Bediüzzaman bunu bir misâl ile şöyle izah ediyor: Meselâ cerbezeci adam, bir aşiretin bütün fertlerinin bir günde attığı balgamı, bir kişinin bir anda attığı balgam gibi gösterir. Veya bir adamdan bir yıl boyunca gelen pis kokuları cerbeze ile toplar, o adamdan bir anda geliyor gibi gösterir. Böylece cerbeze ile önceki adam ne çirkin, sonraki de ne kadar pis kokulu olur. İşte cerbezenin acayip işi budur ki, zamana ve mekâna dağılmış farklı şeyleri toplar, bir yumak yapar. Her şeyi o siyah perde ile görür. Bu açıdan cerbeze bütün çeşitleriyle makbul değildir. Cerbezeci bir âşığın gözünde, bütün kâinat birbirine sevgi ile bağlıdır. Çocuğunun vefatıyla matem tutan cerbezeci bir annenin nazarında, bütün kâinat matem halindedir.3 Bediüzzaman’a göre, en müthiş maraz ve musîbetimiz, cerbeze ve gurura dayanan tenkit hastalığıdır. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikat incileri bulur. Eğer cerbeze ve gurur işletirse, tenkit yıkıcı olur.4
Dipnotlar: 1. İşaratü’lİcaz, s. 29. 2. Divanı Harbi Örfi, s. 17. 3. Eski Said Dönemi Eserleri, Münâzarât, s. 249, 250. 4. Eski Said Dönemi Eserleri, Hakikat Çekirdekleri, s. 631. 16.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Ahmet ÖZDEMİR |
|
Nurun kahramanlarından Ali İhsan Tola Ağabeyi yolcu ederken |
Geçtiğimiz günlerde Yeni Asya’da “Ali İhsan Tola Ağabey duâ bekliyor” haberini okuyunca hemen eski hatıralar gözümün önünde canlandı. Önce geçen yıllarda vefat eden Mustafa Türkmenoğlu, Mehmed Emin Birinci ve Hilmi Doğan Ağabeyler aklıma geldi. Onların rahatsızlık haberlerinin arkasından vefat haberlerini okumuştum. Gayrı ihtiyârî içimden “Sıra Ali İhsan Tola Ağabeye mi geldi?” diye geçti. Demek sıra ona gelmişti. O da bahtiyarlar zümresine katıldı. Haberleşme artık kolaydı. Cep telefonlarına gelen bir mesaj veya internetten bir email yetiyordu. Vefat haberi hemen ulaştı: “Bediüzzaman’ın Talebelerinden, nurun kahraman ağabeylerinden Ali İhsan Tola Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur” “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” Şüphesiz, Allah’tan gelmiştik ve dönüşümüz O’naydı. Ölüm karşısında tevekkül dersini Nur Üstaddan almıştık. O, bizlere şöyle müjde veriyordu: “Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firakı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâili Hakîmi Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdili mekândır. Saadeti ebediye tarafına, vatanı aslîlerine bir sevkiyâttır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlemi berzaha bir visal kapısıdır.”1 Ölüm idam, hiçlik, yokluk, ebedî ayrılık, tesadüf değildi. Belki Rahîm olan Yaratıcımız tarafından şu fırtınalı dünya kışlasından bir terhisti. Ebedî mutlu olacağımız asıl vatanımıza bir sevkiyattı. Başta Resûli Ekrem (asm) olmak üzere sevdiklerimizin toplandıkları berzah âlemine kavuşma kapısıydı. Geçen yıl yaz mevsiminde bir grup kardeşle Isparta seyahati sırasında Ali İhsan Ağabeyi mütevazi evinde ziyaret etmiştik. Bize evin adresini veren kardeş, “Zili çalın bekleyin. Açarsa girin, açmazsa beklemeyin. Bugünlerde rahatsız olduğu için pek kimseyle görüşmek istemiyor” demişti. “Buraya kadar geldik, evine kadar da gideriz” dedik. Niyetimizi bozmadık, evinin yolunu tuttuk. O ziyaretle ilgili bu aciz ve Furkan Demir birer yazı yazmıştık. Yazılarımız daha sonra Yeni Asya Gazetesinde yayınlandı. O yazımın bir kısmında şunları ifade etmiştim: “Sağlığı her zaman müsait olmadığı için ümitsiz olarak Senirkent’in yolunu tuttuk. Adresi ve tarifini alıp Ali İhsan Ağabeyin kapısına vardık. Zili çalmak istedik. Ancak bir sürprizle karşılaştık. Kapı arkasına kadar açıktı. Pencereden yalnız olduğu ve bir şeyler yazdığı görülüyordu. Önce tereddüt ettik. Sonra selâm verip girdik. Hatıralarını dinlemek istedik. O ise, ‘Risâle-i Nurları okuyun’ dedi. Soru sormanın doğru olacağını düşünüp ‘İmamı mübîn ve kitabı mübîn nedir?’ diye sorularımızı sıraladık. Yaşlı ve rahatsız olmasına rağmen sorularımıza usanmadan ve sıkılmadan cevaplar verdi. Odası boş olmadığı gibi kendisi de boş değildi. Hep bir şeylerle meşgul oluyordu. Kısa bir ziyaret düşünürken saatleri bulan bir görüşme oldu. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık.” O ziyaretimiz ilkti. Odasından karşıda görünen dut ağacına bakıp uzun uzun tefekkür dersi yapmıştı bizlere. Dut ağacından ve tohumundan örnekler verdi. Dut tohumu çok küçük değil mi? Ama ondaki nizam ve intizamı düşünebiliyor musunuz? Dutun özet programı o tohumda saklanmıştı, hiçbir şey unutulmadan. Dut tohumundan dut ağacına ve meyvesine kadar geçen sürede neler olup bitiyordu. Bunlar için hangi ilimlere ihtiyaç vardı? Çok hoş ve tatlı devam eden bu sohbeti bir türlü bitirmek istemiyorduk. O bizden, biz de ondan ayrılamıyorduk. Zaman epeyce geçmişti. İstemeyerek tatlı hatıralarla yanından ayrıldık. Bu sene tekrar gitmeyi, ziyaret etmeyi düşünüyorduk. Ama nasip değilmiş. Dünyada ikinci defa görüşemeyecekmişiz meğer. İnşallah ahirette Üstadın yanında bol bol görüşürüz aziz ağabey. Dünkü insanların gittiği gibi bugün Ali İhsan Tola Ağabey de aslî vatanına gitti. Yarın biz de o vatana gideceğiz. O sevdiklerimize kavuşacağız İnşallah. İmanımız bunu gerektiriyor.
Dipnotlar: 1. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, s. 380-381 16.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Selim GÜNDÜZALP |
|
İnancı olanın yolu kaybolmaz |
akınılan göze çöp batar. En çok neden korkar ve kaçarsa insan, ne hikmetse başına o gelir. Ondan imtihan edilir. Neyi seversek sevelim, neyi korumaya kalkarsak kalkalım tek başına tedbir yetmez; o şeyi Allah’a emanet etmedikçe çıkış yolu bulamayız. Acılarımızı susturamayız… Bir daha isteseniz de olmayacak, bulamayacaksınız. Bu hayatı bir daha asla yaşayamayacaksınız. En iyi şeyler aslında hep en yakınımızdadır. Boşuna aramayın sağda solda. Öyle uzak, öyle yakındır onlar… Soluduğumuz havada; gözümüzün önündeki ışıktadır. Belki bir dalda şakıyan kuştadır. Kalabalıklarla sürüklenmekten vazgeçmeyen göremez bu davetkâr nimetleri. Duyamaz bu sesleri. Yıldızları yakalamak yerine, yürüdüğümüz hayat yolunun önündedir her şey ve her nimet. “İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız, ferâizle (farzlarla) zinetlendiriniz. Ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.” (Sözler) Küçük şeylerin tadını çıkaramayan bir gün dönüp geriye baktığında, kaçırdığı ya da pek fazla önemsemediği şeylerin aslında hepsinin büyük şeyler olduğunu anlar ama, geride kalmıştır ve geçmiştir o günler artık. Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak ve semaya doğru ağlayarak bakmaktadır. Pişmanlık kapıdadır. Şimdiyi yaşanır kılmaktan başka çaremiz yoktur. Senden başka hiçbir şey, bizi kendimize götürmüyor Allahım. Bir gönül adamının, çarşı ve sokaklarda yankılanan: “Allah de, boş durma!” sözünden daha gerçek bir şey yok gözümde. Yeter ki, bir dil ihlâsla Seni söylesin, bir ses Seni ansın, ister salâda, ister ezanda fark etmez. Ve her çağrıda Senin adının büyüklüğüdür yankılanan ve içimdeki o masum çocuğu uyandıran. Sadece Senin o güzel adındır Allahım. Hata, günah, her ne kadar biz kullarına yakışmasa da, af ve mağfiret Sana yaraşır ve Senin şanındandır Allah’ım. Kur’ân’da, “Eğer yaptıklarına bir son verirlerse, şüphe yok ki Allah (cc) tarifsiz bağışlayıcıdır, eşsiz merhamet kaynağıdır” (Bakara: 192) buyurduğuna göre, şefkatli ve Yüce Rabbim, pişmanlık kapısını hep bizim için açık tutmaktasın. Suçlu ve günahkâr biz kullarını hep tövbeye özendirmektesin. Hayata yeniden başlamaya çağırmaktasın. Ne mutlu dâvetin eriştiği o bahtiyar kullarına. Bizi de bu rahmetten uzak tutma Allah’ım. Yâ Rabbi! Ölüm sabahı gelip çatmadan, gönlümüzü şu oyundan soğut da bu ibretsiz seyirden ve hikmetsiz seyrandan vazgeçelim. Takılmayalım şu dünyanın boş işlerine. Apaçık düşmanımız olan şeytanın adımlarını izlemeyelim. Gerçeğine yönelelim. Bu tuzakları görelim, fark edelim İnşaallah. Bulutların, kuşların ve sararıp solan güneşlerin, onların peşisıra sürüklenen düşlerin ve akşamüstleri okunan o mübarek Yasinlerin, duâların hürmetine, ruhumuzu ve kalbimizi sana yönlendir. Sende ve Senin kudsî esmanda bulduğumuz kadar kendimizi, hiçbir yerde, hiçbir şeyde bulamıyoruz. Tatmin olamıyoruz. Giden gitsin, geçen geçsin, Sen varsın ve bize Sen yetersin Allahım. *** En iyi şeyler en yakınımızda… Hep ve her dâim. Bir şansınız daha yoktur, konuşurken, bakarken, kayar gider hayatla beraber verilen bütün nimetler bir bir elimizden… Ne zaman ki, şu dünyada geçireceğimiz sürenin sınırlı olduğunu ve bunun da ne zaman dolacağını asla bilemeyeceğimizi kavradığımız gün, işte o gün ve o zaman hayat gözümüz dört açılmış demektir. Her günümüzü sahip olduğumuz tek günmüş gibi dolu dolu, dopdolu yaşamayı ancak o zaman öğreniriz. Aslında her zaman bir fırsat ve bir imkân hep vardır. Çünkü Allah’ın (cc) rahmeti sonsuzdur ve sınırsızdır. Rüzgârın yönünü değiştiremediğimiz zamanda bile, yelkenlerimizin yönünü rüzgâra göre ayarlayabiliriz. İnsan başıboş değildir. Allah (cc) kendini arayanlarla beraberdir. Sevgimizi, kendimizi vermeden yaşadığımız her an enerjimizi lâyıkıyla kullanmadan sadece ve bencilce yaşadığımız bir andır. Yok başka bir gün, yok başka bir bahar. Belki de bu bahar, son bahardır. Öyleyse kadrini bilmeli geçen dakikaların… Bugünü yaşamayı yarına erteleyenler, hayatla acı bir oyun oynuyorlar. Oysa hayat ne güzeldir. Allahımızın bize en güzel ve en şirin bir nimeti ve armağanıdır. Bakmayın kısalığına siz onun, o kısacık hayat ile ebedî bir hayatı kazanmak için burdayız. Rabbim, içimizdeki o cevheri, o kabiliyeti, yolunda kullanan kullarından eylesin. Bu kısacık ömrün ne faydası var diye merak edenlere, Bediüzzaman cevap veriyor: “Başkalarının dünyası gibi çabuk yıkılır, bozulur, benim de hususî bir dünyam var. ‘Bu hususî dünyam, bu kısacık ömrümle ne faydası var?’ diye düşündüm. Nur-u Kur’ân ile gördüm ki: “Hem benim, hem herkes için, şu dünya muvakkat bir ticaretgâh; ve hergün dolar, boşalır bir misafirhane; ve gelen geçenlerin alış verişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar; ve Nakkaş-ı Ezelînin teceddüd eden, hikmetle yazar bozar bir defteri ve her bahar, bir yaldızlı mektubu ve herbir yaz bir manzum kasidesi; ve o Sâni-i Zülcelâlin cilve-i esmâsını tazelendiren, gösteren aynaları; ve âhiretin fidanlık bir bahçesi; ve rahmet-i İlâhiyenin bir çiçekdanlığı; ve âlem-i bekada gösterilecek olan levhaları yetiştirmeye mahsus muvakkat bir tezgâhı mahiyetinde gördüm. Bu dünyayı bu sûrette yaratan Hâlık-ı Zülcelâle yüz bin şükrettim.” (Lem’alar, 8. Rica, s. 233) *** Mısır yapımı mistik bir filmden bir sahne. Küçük kız çocuğu ıssız çöldeki yolculukları sırasında dedesine soruyor: “Dede, bu uçsuz bucaksız çölde kaybolmaktan korkmuyor musun?” “Hayır” diyor ihtiyar, hikmetli bir cümle ile sözünü bağlıyor: “İnancı olanın yolu kaybolmaz.” Niye kaybolsun ki, hem yolculuk O'nun için ve O'na doğru oldukça, o yolda başına ne gelirse gelsin insanın pek fark etmez. Çünkü kulun gücünün bittiği yerde, Allah’ın yardımı başlar. Hayat gölünün ortasında bir damladır insan. Göle düşen damla göl olur. Çöle düşen damla ise, toz olur, buharlaşır, çöl olur. İşte bir damla iken göle karışan ve göl olan bir sahabenin öyküsü: “Yunus bin Bükeyr şu hadiseyi nakleder: Ulbe b. Zeyd (r.a) bir gece dışarı çıktı ve bir süre namaz kıldıktan sonra ağlayarak: “Allahım! Cihadı emrettin, bizi cihada teşvik ettin ama ne savaşa gidebileceğim, ne de Resûlüne beni savaşa götürebileceği imkânlar verdin. Ben de, malıma, canıma, şeref ve haysiyetime tecavüz eden bütün Müslümanları affediyorum” dedi. Sabahleyin ashabın arasında otururken Resulûllah: “Bu gece herkesi affeden nerede?” diye sordu. Hiç kimse kalkmadı. Resulûllah tekrar: “Bu gece herkesi affeden nerede? Ayağa kalksın” buyurdu. Ulbe kalktı, Resulûllah’ın (asm) yanına gitti ve olup biteni anlattı. Bunun üzerine Resulûllah ona: “Seni müjdelerim. Kudret ve iradesiyle yaşadığım Allah’a yemin ederim, bu yaptığın bağış, makbul olan zekâtlar arasına kaydedilmiştir” buyurdu. (Bidaye, 5/5; İsabe, 2/500; İbn-i İshak)… *** Evet, derler ki, himmeti ve gayreti yüce, hayırsever insanlar üç sınıfa ayrılır: Çakmak taşı, sünger ve arı kovanı olmak üzere. Çakmak taşından bir şey alabilmek için ona çekiçle vurmak gerekir. Ve alabildiğiniz ancak çakmak taşı ve kıvılcımdır. Süngerden bir şey alabilmek içinse onu sıkmak gerekir. Ne kadar çok sıkarsanız o kadar çok şey alırsınız. Ancak arı kovanının balı ve tadı ise dışarı taşar. İşte muazzez sahabelerin fedakârlığı bu nev'îden olup, çağları aşar bize de ulaşır. Rabbim şefaatlerine nâil eylesin… Hz. Peygamberimize (asm) sonsuza kadar salâtü selâm; Rabbimize de sonsuza kadar hamdü senalar olsun. 16.05.2009 E-Posta: [email protected] |