Ahmet DURSUN |
|
Hayır, böyle olmayacak! |
Anayasanın totaliter ruhundan şikâyet ederken; altıncı kattan aşağı atılan, yetmezmiş gibi defalarca bıçaklanan töre kurbanı bir genç kızın haberi yansıyor gazetelere. Vahşi ruhların, paslanmış vicdanların ülkesinin anayasasından söz ediyoruz. Paslı vicdanlar paslı bir anayasayı fark edemiyor. Bunu fark edenler için de hiçbir şey fark etmiyor. “Benim için hiçbir şey fark etmez” diyenlerin ülkesinden söz ediyoruz. İnsanca yaşama hakkımın bana ne zaman verileceğini düşünürken, Genelkurmay’a isnat edilen, bu ülkede sivilliği işmam eden ne varsa, onu ortadan kaldırmaya yeltenen gizli bir belge deşifre oluyor. Yer yerinden oynuyor. Köşe başlarını tutanların yaygaraları ortalığı velveleye verirken “fürûat fetvası”nın, “velev ki açılımı”nın ağırlığıyla ezilmiş, okul girişlerinde gözyaşlarını gizlemeye çalışarak ÖSS’sine—bilmem nesine—girmeye çalışan “melekler”in kimsenin farkına varmadığı, kimsenin onların seslerini duyamadığı “laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti!”nden söz ediyoruz. “Darbeleri sevmiyorum” diye bağırıyorum. Darbe sevenleri de sevmiyorum. Darbeli demokrasimizden şikâyet ederken, beni kendince dizayn etme sevdalılarından kurtulmak isterken, şeffaflık, demokrasi, hukuk, adalet derken; birileri gömlek değiştiriyor. Gömleklerin hangi marka gömleklerle değiştiğini anlamaya çalışırken; başka başka yangınların her yeri kavurduğu, hapishanelerin dolduğu, fidanların solduğu bir ülkeden söz ediyoruz. Tepelerde birileri tepinirken, birileri tepeciklerini tepe tepe tepme idealiyle Makyavel kılığına bürünürken, tutulan köşe başlarının savaşları verilirken; kızlarımızın testereyle doğranmış cesetleri çöplerden çıkıyor; birileri ailelerini kurşuna diziyor, birileri annelerini kesiyor, babalarını dövüyor, birileri öğretmenlerini bagajlarda hapsediyor, bankaları soyuyor… Ruhları kokuşmuş bir toplum can çekişirken; birileri ‘AKP’ eksenli edep lügati icat ediyor, birileri de ‘fener’in aydınlattığı makamına hubb-ı cahla sarılıyor, sarılıyor... Ekmeğe, şefkate, mukaddese muhtaçların ‘oy’unu, ‘oyun’a dönüştürenlerden söz ediyoruz. Ben, “istibdad-ı mutlaka cumhuriyet” adını takanlardan, “irtidad-ı mutlakı rejim altına alalar”dan, “sefahet-i mutlaka medeniyet namını takanlar”dan “cebr-i keyfî-i küfrîye kanun namını verenler”den kurtulmak isterken, postmodern darbelerden şikâyet ederken; birileri birilerinin peşinden “muasır medeniyet” çerçevesi çiziyor, bu çerçevenin içini ‘değiştirilemez’lerle dolduruyor. Ben muasır medeniyeti ter ü taze iman esaslarının şekillendirdiği ruhumda; bu ruhun kendi özüyle yoğurduğu insanda, bu insanın kurduğu gelenekte ararken; birilerinin “Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın” diyenlere gülüp geçtiği ülkeden söz ediyoruz. Hayır! Böyle olmayacak! Kim ne derse desin ben “bana ne” demeyeceğim. Birileri “bana ne!” birileri “sana ne” derken; görmediğim, bilmediğim, ulaşamadığım yerlerde bilmediğim şeyler, anlamadığım “derin işler” dönerken ümitsizliğe düşmeyeceğim. Birileri yalan-dolanı siyaset edinirken, bunu mübah kılarken; sıdkın peşinden koşacağım. Birileri nefret tohumlarından beslenirken, nefretini varlık sebebi olarak görürken “muhabbet fedaisi” olacağım. Birileri zorlarken, zorla yaptırmaya çalışırken, kısıtlarken, her yere istibdadını bulaştırırken “demokrasi şehitleri”nin ve ilkelerinin peşinden ayrılmayacağım. Birileri bizi birbirimize düşürürken, ben bizi biz yapan bağlarımıza sımsıkı sarılacağım. Birileri “önce can sonra canan” türküleri tuttururken; ben “kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir” diye haykıracağım. Çünkü; ülkemden, Risale-i Nurların ülkesinden söz ediyoruz. 16.06.2009 E-Posta: [email protected] |