Murat ÇETİN |
|
Şok |
Önce kelimeler aşındı. Olur olmaz herşeye “şok” olduk. Basit bir indirimde bile kullandık, o ancak en son durumda kilitli kutusundan çıkarıp söyleyeceğimiz kelimeyi. Sonra gerçekten şok olacağımız olaylar oldu. Ama biz kilitli kutuda değil gömlek cebimizde taşıyıp sık sık teleffuz ettiğimiz “şok”u kaybetmiştik. O yüzden olsa gerek, şaşırmadık bile. En trajik, en sarsıcı ve gerçekten de “şok” edici olayları, çayımızın şekerini karıştırırken, başımızı kaşırken, günümüzün nasıl geçtiğini anlatırken, öyle basit, öyle sıradan dinleyiverdik. Üzüldük, yüreğimiz burkuldu, çünkü hâlâ insandık. Ama orada kaldı. Hayat kaldığı yerden devam etti. Akışı değişmedi. Zihnimizin bir köşesinde, daha önemli bir şey onun yerini alana kadar dahi ikâmet etmedi. Unutuldu gitti. Aile içi cinayetler, kardeş kavgaları, acımasızca katledilen çocuklar, “yaza ince girmenin incelikleri” haberlerinin arasında, onlardan daha az akılda kalıcı bir şekilde yerini aldı. Gazeteler katille maktülenin internetteki konuşmalarını, sırf merak duygusunu tatmin etmenin—aslında bizzat kendisi şok edici— hastalıklı hazzıyla yayınladılar. Kanlı testere manşet oldu, “duyarlı” sayfalara. Şeytanı unutturan şeytan gibi, ölümü unutturan ölüm haberleri çarşaf çarşaf renklendirildi birinci sayfalarda ve birinci haberlerde. Şok olmadık hayır. Şok olan yanımız çoktan yok olmuştu zira. Biraz üzülebildiysek, o yanımıza kârdır. 16.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İki kronik mesele |
Taraf gazetesinin “AKP ve Gülen’i bitirme planı” manşetiyle gündeme taşıdığı yeni andıç ve sonrasındaki gelişmeler, demokrasimizin yapısal karakterdeki iki kronik problemini bir defa daha gözler önüne serdi. Ve bu iki problem, bu olayda iç içe geçiyor. Bunlardan biri: Genelkurmay’ın kurumsal yapısı içinde, seçilmiş iktidara ve sivil toplumu oluşturan unsurlardan biri olarak nitelenmesi gereken bir cemaate karşı “komplo” tezgâhlayan bir anlayış varlığını hâlâ devam ettirebiliyor mu? Taraf’ın manşeti sonrasında Genelkurmay, olaya el koyup, Askerî Savcılığa, konuyu tüm boyutlarıyla soruşturma talimatı verildiğini bildirdi. Genelkurmay talimatıyla soruşturmayı başlatan Askerî Savcılığın, ilk iş olarak, belgenin içeriğiyle ilgili yayınlara yasak konulmasını istemesi ve Askerî Mahkemenin bu yönde karar vermesi, ortaya çıkan istifhamları güçlendiriyor. Çünkü evvelce başka birçok kritik olayda, soruşturma ve dâvâ sürecini kamuoyunun takip alanı dışına taşımak için kullanılagelmiş olan yayın yasağı formülüne burada da başvurulmuş olması, “Yine birşeyler gözlerden kaçırılıp karartılmak mı isteniyor?” kuşkusunu alevlendiriyor. Devlete ve kurumlarına duyulan güvenin ciddî şekilde sarsıldığı bir ortamda bu şüphelerin ortaya çıkması, yadırganacak birşey olmasa gerek. Genelkurmay’ın, belge için açılan soruşturmanın sonucuyla ilgili olarak, Taraf’ın manşetinden dört gün sonra yaptığı “Evvelâ gerçek mi, sahte mi olduğunun belirlenmesi gereken belgenin bize bağlı birimlerde hazırlanmadığı kanaatine varıldı” açıklaması, kuşkuları dağıtmaya yeter mi? Bunun bir sonraki adımı, kimilerinin daha ilk günden seslendirmeye başladıkları, “Bu belge askerin değil, AKP ile polisteki F tipi yapılanmanın komplosu” şeklinde olursa iş nereye varır?
Yargıda da asker-sivil ikilemi Devlet Bakanı, Başbakan Yardımcısı Arınç’ın, Ergenekon sanıklarından birinin bürosunda bulunduğu söylenen belgeyle ilgili kararın Ergenekon dâvâsına bakan sivil mahkemece verilmesi gerekirken askerî mahkemenin andıça el koymasındaki garipliğe dikkatleri çekmesi de ilginç. Ve bu durum, yargı sistemimizdeki “sivil ve askerî yargı” ikileminin, uygulamada ne gibi sonuçlar doğurabileceğini bir kez daha gösteriyor. Aslında sistemdeki bu ikilem de, her an böyle sonuçlar üretebileceği de, bilhassa iktidar partisi mensupları ve hükümet üyeleri tarafından bilinmeyen bir husus değil. Dolayısıyla son gelişmelerin onlar için sürpriz olduğu da söylenemez. Burada anlaşılması çok zor olan nokta, iktidarın, 12 Eylül anayasası ile kurulan sistemin bu gibi sonuçları üreteceğini bildiği ve gördüğü halde, AB’nin de ısrarla takipçisi olduğu anayasa reformuna bir türlü yanaşmaması ve tam tersine bilhassa kapatma dâvâsının karara bağlanmasından sonra bundan köşe bucak kaçması. Oysa hep yazageldiğimiz üzere, özellikle asker-sivil ilişkilerini AB’nin demokrasi standartlarına uygun hale getiremediğimiz ve yargı reformunu da gerçekleştiremediğimiz müddetçe, ne bu çeşit andıçların sonu gelir, ne de seçilmiş iktidarın altını oyma girişimlerinin önü alınır... Şu anki sistem, hem askere, kapalı kapılar ardındaki Dolmabahçe görüşmeleriyle değiştirilemeyecek bir özerklik ve başına buyrukluk statüsü veriyor, hem de siyasallaşmış bir yargıya ülkeyi tek başına yönetme imkânlarını bahşediyor. AB kriterlerine uygun yeni bir anayasa ile bu sistem bir an önce değişmeli ki, milletin seçtiği sivil hükümet, asker üzerinde demokratik bir otorite kurabilsin; hukuk ve demokrasi dışı tertiplerin hesabını sorabilsin ve açık veya örtülü darbe girişimlerine kapıyı tamamen kapatabilsin, Ve yargı, sadece ve münhasıran adaleti tecellî ettirme görevine döndürülüp, onun dışındaki siyasî ve ideolojik duruşlardan uzak tutulabilsin. Bunlar yapılmadan, tribünlere yönelik hamasî nutuklarla işi geçiştirmenin hiçbir yararı olmaz. 16.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Çarpık ve yasaklı “sınav sistemi” |
Geçtiğimiz hafta SBS ve ÖSS sınavları yapıldı. Eğitim camiası ve öğrenciler daha ilköğretim 6., 7. ve 8. sınıflardaki “seviye belirleme sınavı”na alışmamışken, soruların müfredatla uyumsuzluğu ve doğru cevapları üzerinde başlayan tartışmalar ortasında sınav şeklinin bir defa daha değiştirileceği ve hatta eski usûle dönüleceği söylentileri, Millî Eğitim’in OKS yerine ikame ettiği yeni “sınav sistemi”ndeki ciddî arızaları su yüzüne çıkardı. Sınav stresini azaltmak ve sözde öğrencileri özel dershanelere bağımlı olmaktan kurtarıp okula bağlamak amacıyla hazırlanan “yeni sistem” de tam tersi sonuç vermekte. Sistemin, milyonlarca öğrenciyi daha “ortaokul” birinci sınıfında bir yarış atı misâli sınav tedirginliğine soktuğu eğitimcilerce ifâde edilmekte. Okul dersleriyle yılsonu SBS arasında sıkışan öğrenciler, okulda başarılı olma telâşıyla âdeta paralanmakta. İfrat ve tefritler tezadında bir türlü denge tutturulamamakta. Kısacası önceki Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in, “önce bir oturması lâzım” dediği sistemin oturmadığı, daha da çıkmaza girdiği görülmekte. Diğer yandan “özel dershaneler”in sayısı okulların sayısını geçmekte. Bütün resmî demeçlere mukabil, “sistem”in “özel dershaneleri” âdeta okulların yanısıra “zorunlu” hale getirmesi, vatandaşlık haklarının başında gelen ve anayasada teminat altına alınan eşit “eğitim hakkı”nı zedelemekte. “Dershanecilik sektörü”nün “eğim kurumları”nın yerini almasına sebebiyet verdirmekte. Orta öğrenimi bir nevi “paralı” duruma düşürmekte. Yine Başbakan’ın şikâyetçi olduğu “özel dershanelerin ve var eden sebeplerin ortadan kaldırılması plânı” çalışmalarından hâlâ bir sonuç çıkmadığı müşâhede edilmekte...
ÖSYM’NİN “BAŞI AÇIK GELİN” UYARISI! Özetle Türkiye’de eğitim sisteminin önemli bir parçası olan çarpık “sınav sistemi” dökülmekte; milyonlarca öğrencinin geleceği yanlış “sistem”den doğrudan etkilenmekte… Ne var ki bu önemli mesele siyasî atışmalar arenasında Türkiye’nin gündeminde değil. Bu husustaki “bakanlık çalışması”ndan da haber yok… Bu arada eğitim sisteminin onca sorunu dururken siyasî iktidarın yedi yıldır âdeta bir komediye dönüşen “üniversite sınavında başörtüsü yasağı” devam etmesi, hükümetin âdeta demokratik eğitim karnesi olmakta. Her ÖSS öncesinde, “sınav öncesi dinlenin, açık alanlarda gezin, sınava erken gelin” tavsiyeleri ve “ sınavda cep telefonu yasağı”nın yanısıra yapılan “Başı açık gelin!” uyarısı, her yıl da tekrarlanmakta… ÖSYM Başkanı Prof. Dr. Yarımağan’ın sınava girecek adaylara öneri ve uyarıları arasında özellikle “başörtüsü yasağı”nı sayması, “sınav yönergesi”nde “yasağın” klâsiğe dönüşmesi, bir buçuk milyon öğrencinin girdiği ÖSS’de daha baştan “ayırımcılığın” tescili olmakta. Daha da vâhimi, inancı gereği başını örten yüz binlerce öğrenciyi, özgür olduğu inancının gereğini yaşamakla eğitim hakkını kullanma tercihiyle karşı karşıya bıraktırmakta. Eğitim hakkını inanç hakkıyla takas etme garâbeti sergilenmekte. Bu “yasak” uygulaması, şüphesiz Millî Eğitim Bakanlığı’nın, “Merkezî Sınav Yönetmeliği”nin 11. maddesindeki, “Tüm sınav görevlilerinin, yürürlükteki mevzuata uygun kılık ve kıyafet ile görevlerine gelmeleri, örgün ilk ve orta öğretim kurumlarında öğrenim gören adayların merkezi sistem sınavlarına başı açık, temiz, düzenli ve aşırılığa kaçmayan bir kıyafetle girmelerini sağlamak” cümlesinden kaynaklanmakta. Metindeki “başı açık” ibaresinin çıkarılmasının Danıştay’ca “iptal” edilmesinden ortaya çıkmakta. Güya “gerekçe” bu…
HÜKÛMETİN YASAKÇILARIN “GEREKÇELERİ”NE KATILMASI Aslında sıkıntı, yasaların rağmına bir türlü düzeltilmeyen bu “yönetmelik”ten türemekte. Belli ki AKP siyasî iktidarı, Türkiye’deki başörtüsü yasağının kanunlara aykırı olduğu, kadınların kılık ve kıyafetini düzenleyen hiçbir mevzuatın bulunmadığı gereğine sahip çıkamamakta. Daha da garibi, yasakçıların “gerekçeleri”yle konuya bakmakta. Anayasa Mahkemesi’nin Anayasaya aykırı olarak başörtüsünü “gerekçe”yle yasaklamasını “yasal yasak” gibi görmekte. AKP’nin daha önce “yasal engel var” diye başörtülü milletvekili adayı kabul etmeyişi, başörtülü belediye meclisi üyelerinin bizzat iktidar partisi mensubu belediye başkanlarınca “yasalara aykırı” diye toplantılara alınmayışları, başkan eşlerinin sırf törenlere katılmak için “yasa gereği” diyerek başlarını açmaları, hep bu kırılmanın tezâhürleri… AKP hükümetinin, “Leyla Şahin davası”nda AİHM’e gönderdiği “hükûmet savunması”nda da yasakçıların başörtüsünü “laikliğe aykırı, siyasî sembol ve gerginlik sebebi” saymasını onaylaması; YÖK’ün ve üniversitelerin yasadışı “tâlimat” ve “yönergeler”le başörtüsünü tepeden yasaklamasının “Türkiye’deki mevzuata uygun” olduğunu bildirmesi de bu kırılmanın neticesi… Gerçekten hükümet, devletin dinle ilgili yegâne anayasal kurumu olan Diyanet’in “başörtünün Allah’ın emri dinî bir vecîbe” ve “İslâm’da inancını yaşamanın gereği” olduğunu neden Strasbourg’a bildirmez de yasakçı YÖK’ün “gerekçeleri”ne katılır? Siyasî iktidarın başörtüsü konusunda anayasayı değiştirmesine, yasa çıkarmasına gerek yok. Zira başörtüsünü yasaklayan bir yasa ve yasak yok. Gerçekte öğrencilerin ve sınava gireceklerin tabi olduğu bir “kılık ve kıyafet mevzuatı” da yok… Evvela bu gerçek üzerinde demokratik irâde ve direnç göstermeli… 16.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Sultan Hasan Camiinde son Cuma ve Kahire’ye veda |
Bakara Sûresindeki; Ramazan ve oruçla alakalı âyetlerin içinde geçtiği, “eyyamen ma’dudeh (sayılı günler)“ hitab-ı İlâhisi beni hep hüzünlendirir. Çünkü Ramazan’ın ve orucun anlatıldığı o âyetlerde, bunların neticede sayılı günler olduğunu ve çabuk geçeceğini bildirir Rabbimiz. İşte, Ramazan ayı daha başlarken, biteceği aklıma gelince üzülürüm. Bizim Mısır’a, daha doğrusu onun başşehri Kahire’ye yaptığımız 2'inci seyahatin 19 gün olduğunu biliyorduk. Ama yine de, uzun bir zaman dilimi olarak da görüyorduk o sayılı günleri. Uçaktan indikten sonra eve gelir gelmez, ayağımızın tozuyla kısa bir yazıyla sizlere “Kahire’den selâmlar” demiştik. Ve buradan sizlere makale veya seri yazı şeklinde de olsa hitab edeceğimizi söylemiştik. Birkaç yazıyla sizlere burada gördüklerimizi anlatalım istedik. Bir-iki yazı da yazdık, ama buradaki internet sisteminin birkaç gün kesilmesi neticesi, irtibat yapamadık. Dolayısıyla da yine, Mısır ve Kahire’yi anlatmak, seri yazı şeklinde yazmaya kaldı. Allah nasib ederse, buradaki gördüklerimizi yazmaya niyetliyiz. Kahire’de kalacağımız üç haftalık müddet içerisinde kılacağımız üç Cuma namazını hangi camilerde kılacağımızı düşünüyorduk. İlk hafta Ezher Camiinden başladık, oradaki intibalarımızı sizlere yazmıştık. Bir hafta sonra Kahire ziyaretini gerçekleştirecek olan ABD Başkanı Obama’nın, Kahire üniversitesinde konuşması ve Ezher Camiini de ziyaret edeceği söylenmişti. Ziyaretin gerçekleştiği gün Kahire’de, adeta sokağa çıkma yasağı ilân edilmişti. Cuma günü resmi tatil olan Mısır’da, o Perşembe günü de tatil yapılmıştı. Obama’nın geçeceği güzergâhta kuş uçurtulmuyordu. Doğrusu benim niyetim; hazır buradayken, acaba oraya gidebilme imkânım olup da, gazetemize, haber ajanslarının dışında özel bir haber, vs. yollayabilir miyiz diye içimden geçirmiştim. Ama ne mümkün! Söylentiye göre, o yol üzerindeki evlerin balkonlarına çıkanların dahi yakalanacağı söylenmişti. Neyse Kahire’den bir Obama rüzgârı gelip, geçmişti. Ziyaret edeceği mekânlardan birinin de Ezher Camii olacağı söylenmesine rağmen, oraya değil de, yine eski bir camii olan, Sultan Hasan Camiine gitimişti Obama. Fatma Nur, “Babacığım, isterseniz sizi son Cuma namazında Sultan Hasan Camiine götüreyim” deyince sevinmiştim. Hep beraber oraya gittik. Aman Allah’ım! Ne muhteşem bir cami öyle? Aslında burası dört mezhebe göre eğitim yaptırılan bir medrese. Ve dört ayrı hücreden (büyük bölüm) meydana geliyor. Tam dış kapıdan içeri girerken, bir telefon konuşması yapıyordum. O arada kapıda bekleyen turizm polisi, bizi durdurmak istedi, ben aldırmadım, konuşmama devam ettim. Fatma Nur’a hangi milletten olduğumuzu sormuş. O da “Türküz” deyince, “Müslüman mısınız?” demiş, tabiî kızım buna kızarak, başörtüsünü göstermiş ve “Sence bu neyin alâmeti?“ demiş. Özür dilemiş. Tabiî, ben telefonla konuştuğumdan tam anlayamamıştım mevzuuyu. Konuşmam bitince sordum ne olduğunu. Hadiseye de muttali olunca cebimdeki takkemi çıkarıp, başıma giydim ve ona da işaret ettim. Artık bana “tamam” işareti yaparak gülümsedi. Bu şekilde davranmalarına çok canım sıkılıyordu. Lisan bilsem onlara vereceğim cevabı çok iyi biliyorum. Ama ne yaparsın işte? Necib milletimizi İslâm dininden uzaklaştırmak isteyen dinsiz kuvvetin, icraatlarının neticesinde bunlar Türkiye’yi Hıristiyan olmuş veya dinden çıkmış zannediyorlar. Fakat elhamdulillah, elimizdeki Risale-i Nur eserlerini öğrenince de tabiî, çoğu boynunu eğiyor. Elhamdülillah, o nurlar bizim medar-ı fahrimiz oluyor. Memlukluların Sultanı Hasan adına yapılan camiinin olduğu yerde, bir-iki camii ve mescid de var. Hemen yanında Rufailer Camii var. Ayrıca bahçeden bakınca bizim Osmanlı mimarimiz olan zarif minareli Mehmed Ali Paşa Camii de güzel görünüyor. İbadetlerimizi yapıp, camileri de gezip, resimler de çekerek yavaş, yavaş Kahire’ye veda etmeye başlamıştık. Aslında ben böyle hüzün verici vedalara çok üzülürüm. Ama ne yapalım, kanun-u ilâhî bu. O arada aklıma, kendi vatanında okumasına —başörtüsü yasağı sebebiyle— müsaade edilmeyen kızımın bu gurbet ellerde geçirdiği günler geldi. Ama artık işin sonuna da yaklaşmıştık. Artık, Allah nasib ederse önümüzdeki sene son sınıfı okuyacak. Onun da yavaş, yavaş Kahire’den, dolayısı ile Mısır’dan ayrılma vakti yaklaştı. Bu durumda, bizim Kahire vedası da artık son olacak galiba. Rabbim bir daha nasib eder mi bilmem. Elveda Kahire, elveda Mısır! 16.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Hayır, böyle olmayacak! |
Anayasanın totaliter ruhundan şikâyet ederken; altıncı kattan aşağı atılan, yetmezmiş gibi defalarca bıçaklanan töre kurbanı bir genç kızın haberi yansıyor gazetelere. Vahşi ruhların, paslanmış vicdanların ülkesinin anayasasından söz ediyoruz. Paslı vicdanlar paslı bir anayasayı fark edemiyor. Bunu fark edenler için de hiçbir şey fark etmiyor. “Benim için hiçbir şey fark etmez” diyenlerin ülkesinden söz ediyoruz. İnsanca yaşama hakkımın bana ne zaman verileceğini düşünürken, Genelkurmay’a isnat edilen, bu ülkede sivilliği işmam eden ne varsa, onu ortadan kaldırmaya yeltenen gizli bir belge deşifre oluyor. Yer yerinden oynuyor. Köşe başlarını tutanların yaygaraları ortalığı velveleye verirken “fürûat fetvası”nın, “velev ki açılımı”nın ağırlığıyla ezilmiş, okul girişlerinde gözyaşlarını gizlemeye çalışarak ÖSS’sine—bilmem nesine—girmeye çalışan “melekler”in kimsenin farkına varmadığı, kimsenin onların seslerini duyamadığı “laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti!”nden söz ediyoruz. “Darbeleri sevmiyorum” diye bağırıyorum. Darbe sevenleri de sevmiyorum. Darbeli demokrasimizden şikâyet ederken, beni kendince dizayn etme sevdalılarından kurtulmak isterken, şeffaflık, demokrasi, hukuk, adalet derken; birileri gömlek değiştiriyor. Gömleklerin hangi marka gömleklerle değiştiğini anlamaya çalışırken; başka başka yangınların her yeri kavurduğu, hapishanelerin dolduğu, fidanların solduğu bir ülkeden söz ediyoruz. Tepelerde birileri tepinirken, birileri tepeciklerini tepe tepe tepme idealiyle Makyavel kılığına bürünürken, tutulan köşe başlarının savaşları verilirken; kızlarımızın testereyle doğranmış cesetleri çöplerden çıkıyor; birileri ailelerini kurşuna diziyor, birileri annelerini kesiyor, babalarını dövüyor, birileri öğretmenlerini bagajlarda hapsediyor, bankaları soyuyor… Ruhları kokuşmuş bir toplum can çekişirken; birileri ‘AKP’ eksenli edep lügati icat ediyor, birileri de ‘fener’in aydınlattığı makamına hubb-ı cahla sarılıyor, sarılıyor... Ekmeğe, şefkate, mukaddese muhtaçların ‘oy’unu, ‘oyun’a dönüştürenlerden söz ediyoruz. Ben, “istibdad-ı mutlaka cumhuriyet” adını takanlardan, “irtidad-ı mutlakı rejim altına alalar”dan, “sefahet-i mutlaka medeniyet namını takanlar”dan “cebr-i keyfî-i küfrîye kanun namını verenler”den kurtulmak isterken, postmodern darbelerden şikâyet ederken; birileri birilerinin peşinden “muasır medeniyet” çerçevesi çiziyor, bu çerçevenin içini ‘değiştirilemez’lerle dolduruyor. Ben muasır medeniyeti ter ü taze iman esaslarının şekillendirdiği ruhumda; bu ruhun kendi özüyle yoğurduğu insanda, bu insanın kurduğu gelenekte ararken; birilerinin “Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın” diyenlere gülüp geçtiği ülkeden söz ediyoruz. Hayır! Böyle olmayacak! Kim ne derse desin ben “bana ne” demeyeceğim. Birileri “bana ne!” birileri “sana ne” derken; görmediğim, bilmediğim, ulaşamadığım yerlerde bilmediğim şeyler, anlamadığım “derin işler” dönerken ümitsizliğe düşmeyeceğim. Birileri yalan-dolanı siyaset edinirken, bunu mübah kılarken; sıdkın peşinden koşacağım. Birileri nefret tohumlarından beslenirken, nefretini varlık sebebi olarak görürken “muhabbet fedaisi” olacağım. Birileri zorlarken, zorla yaptırmaya çalışırken, kısıtlarken, her yere istibdadını bulaştırırken “demokrasi şehitleri”nin ve ilkelerinin peşinden ayrılmayacağım. Birileri bizi birbirimize düşürürken, ben bizi biz yapan bağlarımıza sımsıkı sarılacağım. Birileri “önce can sonra canan” türküleri tuttururken; ben “kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir” diye haykıracağım. Çünkü; ülkemden, Risale-i Nurların ülkesinden söz ediyoruz. 16.06.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
İran’da protestolar nereye varacak? |
İran’da Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanlığı seçimini büyük farkla kazanmasından itibaren, Musevî yanlıları sokakları doldurdu. Seçimlere hile karıştırıldığını iddia eden protestoculardan yüzden fazlası tutuklandı. SMS ve Facebook haberleşmesi hâlâ yasak. Amaç, İran’ın kentli üst sınıflarından olan Musevî taraftarlarının büyük kitle gösterileri düzenlemesini engellemek. Protestolar üçüncü gününde. Bu seçime ilişkin yazımızda Ahmedinejad’ın kazanacağını tahmin etmiştik. Ancak bu kadar farklı bir sonuçla kazanacağını ne ülke içi uzmanlar, ne de yabancı gözlemciler tahmin ediyordu. Hatta bir Kadife Devrim—bu kez rengi yeşil—olacağını tahmin edenler bile vardı. Şimdi ise gündemdeki soru şu: Sokaklara dökülen bu protestocular eylemlerini sürdürüp, kalıcı bir halk hareketine dönüşebilir mi? Ülke içinden mevcut yönetime karşı olanlar ve ülke dışından İran’ın nükleer faaliyetleri sebebiyle tedirgin olanlar, bu protesto hareketlerini iktidar değişikliğine gidecek bir büyük eyleme dönüştürebilir mi? Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyerek başlayalım: Sanmıyoruz. İran’ın yapısı, dinî liderlerin yani ulemanın temsilcilerinden oluşan Velayet-i Fakih sistemine dayanmaktadır. İran Anayasasının 5. ve 107. maddeleri uyarınca İmam Mehdi kayıp olduğu müddetçe İran İslâm Cumhuriyeti’nde devlet ve ümmetin yönetimi, halkın çoğunun tanıdığı ve liderliğini kabul ettiği adil, takva sahibi, çağı bilen, cesur, tedbirli ve yönetici bir fakihe, bir fakihin bu çoğunluğu elde edememesi hâlinde şartları taşıyanlardan oluşan bir kurula ait olacaktır. İşte bu kurulun başı olan Ayetullah Ali Hameney, Ahmedinejad’ı destekliyor. Ayrıca yükselen değişim rüzgârları ve sokaklarda verilen renkli görüntülere rağmen, Ahmedinejad’ın ardındaki halk desteği, özellikle nükleer enerji konusundaki kararlı ve tavizsiz tutumu sebebiyle azalmadan sürüyordu. Zaten Musevî de devlete karşı açık bir meydan okumaya kalkışmak istemiyor. Kendi siyasal geleceğini sokağa bağlamanın yanlışlığının farkında. Bunun yerine gizli ve açık yollarla din adamlarına, ülkeyi yönetenlerden Uzmanlar Meclisi Başkanı Rafsancani ve Meclis Sözcüsü Ali Laricani’yi seçimlere hile karıştırıldığı iddialarını desteklemeye iknâ etmeye çalışıyor. Rafsancani’nin bu desteği vermesi ihtimali çok zayıf. Ayrıca seçimlere hile karıştırıldığına ilişkin henüz hiçbir önemli belge bulunmadı. Özellikle kırsal bölgelerde hile karıştırılmış olması muhtemel. Ancak bunun ispatlanması ve sonucu etkileyecek boyutta olması imkânsız. Zaten Başyargıç, İçişleri Bakanı ve Hamaney seçimlerin serbest ve adil bir şekilde yapıldığını ilân ettiler. Kısacası; devleti yöneten sistemin tüm unsurları, seçimlerin sonuçlarından memnun olduklarını ve statükonun devamından yana olduklarını açıkça gösterdiler. Böyle bir durumda ne Musevî sokak gösterilerini sürdürmeyi göze alabilir, ne de dış müdahalelerle bir “Kadife Devrim” yapılabilir. Musevî bu seçimlerde desteğini alamadığı kırsal kesime yönelirken, Ahmedinejad da kendisini desteklemeyen elit kesimin altını taze bir şevk ile oymaya başlayacak. Bu durumda yakın dönemde İran’da bir değişim beklenmemelidir. Hoşlanmamış olsalar da Amerika ve Avrupalı liderler bu ülkeye ilişkin politikalarını bu duruma göre oluşturmak zorundalar. Biz ise; komşumuzda seçimlerin ekonomik istikrar ve huzur getirmesini, seçim engeli ortadan kalktıktan sonra, Ahmedinejad’ın Obama’nın uzattığı yeşil dalı daha uzlaşmacı bir tavırla tutarak, bölgedeki gerginliğin ortadan kalkmasına katkıda bulunmasını bekliyoruz. 16.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Meşrû moda var mı? |
Aileleri zor durumlara sokan, eşler arasında tartışmaları alevlendiren “giyim ve moda” konusunda zihnimize takılan şu soru da cevap bekliyor: “Ahsen-i takvim, (tam kıvamında, en güzel şekilde) yaratılan insan, canlıların efendisi. Öyle ise güzel giyinmeli değil mi? Modayı takip etmesinde ne mahzur olabilir?” Elbette, nezih, temiz, güzel giyinmeye değil; modanın esiri ve kölesi durumuna düşmeye karşı olabiliriz. Çünkü, canlılar içinde en mümtaz, en müstesna, en lâtif bir mizaçta yaratılmış, sosyal ve medenî varlıklarız. Bundandır ki, çeşit çeşit meyiller, arzular taşırız. Meselâ, en seçkin şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, ziynetli şeyleri arzu ederiz. Ve insaniyete lâyık bir hayat standardı ve şerefiyle yaşamak isteriz. Diğer taraftan potansiyel halindeki yetenek ve kabiliyetlerimizi geliştirecek sınırsız meyiller, sonsuz emeller, sayısız fikirler (akıl, düşünce), hudutsuz gadap (itme, savunma) ve şehvet (her türlü zevk ve lezzeti isteme) gücü verilmiştir. Aynı zamanda hepimizde takdir edilme, alkışlanma ve başkasının dikkatini çekme isteği, guddeleri var. Giyinme, tesettür de bu arzuların, duyguların içindedir. Ne var ki, bu temel duyguların her birisinin “ifrat-tefrit/aşırı ve vasat (orta) olmak üzere üç derecesi vardır.1 Üretim, tüketimde ve giyimde de ifrat veya tefritten uzaklaşıp,“orta yolu, dengeyi” tutturmamız gerekir. Asıl vazifemiz; * İstidât (potansiyel halindeki yetenek) ve kâbiliyetlerini (yeteneklerini) inkişaf ettirmek, * Ulvî duygularını, olumlu hasletlerini geliştirmek; olumsuzlarını kanalize etmek ve yönlendirmek, * Yaradanın ve meleklerin takdirlerini toplamaktır. Yani iç güzelliği, ahlâk, merhamet, diğergâmlık, yardım, iyilik, sevgi, cömertlik, hürmet gibi bediî duyguları tezâhür ettirmek, olgunlaşmak, gelişmektir. İnsan alkışlanmak ve takdir edilmek ister. Bu duygu ve arzuların meşrû yolla tatmin edilmesi, insanların iyi ve güzel huylarını tebrik, hattâ teşvik etmekle mümkün. Daha önemlisi ise insanın Yaratanca takdir edilmesidir. Onun istediği tarzda giyinmek, kuşanmak, hareket etmek… Buna muvaffak olmayanlar, maddî gücün sembolü giyim-kuşam, dünyevî mevki, makam ve servetle tatmin olma cihetine gider. Ki, bu yol zahmetli, masraflı ve çok tehlikelidir. Meleklere imanın da bunda büyük önemi vardır. Çünkü, yüce âlemlerin trilyonlarca sâkini, İlâhî kameramanlar gibi insanların filmlerini çekmekte, onları seyretmekte ve alkışlamaktadır. Bu inanç insanı hiç iyiye, güzele kanalize etmez mi? Herşeyde orta yolu tutan İslâm, israf ve lüks derecesine varan “tüketim”e yer vermez. Hayatın bütün safhalarında tüketimi, “aslî ve zarûrî ihtiyaçları” akıl, mantık ve çerçevesinde karşılamayı tavsiye eder. Ayrıca İslâm insanın izzetine yakışır seviyede yaşamasını ister. Sefalete razı olmaz. Giyim, kuşamda da insana yakışır bir tarzda giyinmesini ister. Zaten, diğer hayvanlar gibi fıtri bir elbise vermemesinin sebeplerinden birisi, diğer varlıkların kumandanlığı ve tasarrufunun insana verilmesindendir. Dolayısıyla onlardan istifade ederek elbise yapabilir, yapmalı. Müslümanlar hayatlarını modacılara göre değil, Kur’ân ve sünnet ışığında düzenlemeli. Bu da gösterişe, israfa varmayan sade bir hayatı gerektirir. Terakkîye, zenginliğe, refaha, ilme, araştırmaya, tahkike “Evet,” ama, israfa, çılgın tüketime/israfa ve bunlara sebebiyet veren “moda”ya “Hayır!” Şu uyarıyı çerçeveletip her zaman görebileceğimiz bir yere (yemek masası, gardrop veya televizyonun ekranı) asarsak, giyim, kuşamda da orta yolu, dengeyi tutturma şansımız artabilir: Bedevîlikte (sanayi devriminden önceki köylülük döneminde) beşer, üç-dört şeye muhtaç oluyordu. O üç-dört hâcâtını tedârik etmeyen, on adette ancak ikisi idi. Şimdiki Garp zalim medeniyet, sû-i istimâl ve isrâfât ve hevesâtı harekete getirmekle, gayr-ı zarûriyeyi, zarûrî hâcatlar hükmüne getirip; görenek ve tiryâkilik cihetiyle şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı yerine yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcâtı tam helâl bir tarzda tedârik edecek, yirmiden ancak ikisi ólabilir. On sekizi muhtaç hükmünde kalır. “Demek, bu medéniyet-i hâzıra, insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Bîçâre avâm ve havas tabakasını dâimâ mübârezeye (kavga, dövüş, çekişmeye) teşvik etmiş.2
Dipnotlar: 1-İşaratü’l-İ’caz, Yeni Asya Neşriyat, Aralık 2006, s. 228.; 2-Hutbe-i Şâmiye, s. 156-157. 16.06.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Cezbeden güzellikler karşısında |
“O her şeyi en güzel şekilde yarattı.” ecde Sûresinin yedinci âyetinde meâlen böyle buyuruyor Rabbimiz. Gerçekten özellikle bahar mevsiminde dağları, kırları, bağları, bahçeleri gezdiğinizde en güzel şekilde yaratılan bitki ve ağaçların, açan enva-i çeşit çiçeklerin büyüleyici güzellikleri karşısında mest olmaktan kendinizi alamazsınız. Tabiat bir tefekkür hazinesi olarak çıkar karşınıza. Yaratıcının büyüklüğünü, ilmini, hikmetini, rahmetini anlayarak not almak için bir mütalâacı olarak gelen insanlar için bir kitap gibi önünüze açılıverir kâinat fuarı. Bu fuarı zerre zerre tefekkür süzgecinden geçirmeye çalışır, daha başka şeylerde pek bulamayacağınız manevî zevkiyle heyecanlanır, yerinizde duramaz hâle gelirsiniz. Böylesi tefekkürî seyahatlere ne kadar ihtiyacımız var değil mi ? Haziran’ın 11-14 tarihleri arasında Almanya’ya yaptığımız seyahatte Sani-i Zülcelâlin eşsiz sanat eserlerini seyr ve temaşa ederken bu duygular içindeydik. Mikail, Oğuz ve Fatih kardeşlerin daveti üzerine Münih’teki Aile Programına biz de katıldık. Nihat Derindere kardeşimiz de davet edilmişti. Mehmet’ler, Ömer’ler, Mustafa’lar, İsmail’ler, Memduh’lar, Abdullah’lar, Ali’ler, Halil’ler, Ferhat’lar, Hacı’lar, Yüksel’ler, Hüseyin’ler daha isimlerini sayamadığımız nice dostlarla beraberdik. Almanya’dan ta Avusturya’ya kadar uzanan şerit üzerinde 120 kadar aile çoluk çocuklarıyla birlikte Münih’e 100 km mesafede Avusturya sınırında, Alplerin eteklerinde kurulu Garmisch-Patenkirchen ilçesinin bir köyündeydik. Arkadaşlar Gençlik Oteli denilen Jugendherberge’i kiralamışlardı. Gerçekten dünya cennetlerinden birisi burası. Rızık için gurbetlere düşmüş, ama manevî rızık edinmeyi birinci iş edinmiş; hizmet için yaşayan, hizmet için didinen mümtaz dostların senede hiç olmazsa bir kere bu gibi yerlerde buluşmaları, manevî teneffüsleri için biçilmiş kaftandı bu gibi yerler. Görüşecek, kaynaşacak, sohbet edecek, hemhal olacak, tekvücut olmanın sırrını göstereceklerdi. Ne güzel imkân ve nimetlerdi bunlar. Böylesi samimi, candan dostlarla iğne deliği bile bir meydan kadar genişliyordu. Programın üçüncü gününün öğle sonrası kâinat sergisinde yaptığımız gezide iki saat kadar yürüyerek tefekkür ede ede küçük bir şelâlenin kaynağına kadar gitmeye çalışmıştık. Yol boyunca müşahede ettiğimiz yem yeşil kırlar, rengârenk açmış çiçekler, ot yayılan semiz hayvanlar; göklere duâ edercesine ellerini kaldırmış, birbirleriyle yarışırcasına boy atmış çam ağaçları görülmeye değerdi. Başlarını semaya uzatmış, üzerleri yer yer karlarla kaplı; heybetli duruşları, üzerine güneş vurduğunda daha başka bir güzel arz eden Alp Dağlarının uzantıları ise hemen göze çarpıyordu. Bir sonraki makalemizde de bu harika güzellikler üzerinde durmaya çalışalım inşaallah. 16.06.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Menderes'in Osmanlı'ya hürmeti |
Başbakan Adnan Menderes ile Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ı zıtlaşmaya sevk eden ve Menderes'i istifanın eşiğine kadar getiren iki mühim hadise var ki, bu her iki hadise de—iki yıl arayla—Haziran ayı ortalarında yaşandı.
Birincisi: İktidara gelir gelmez, 17 Haziran 1950'de Meclis'in gündemine getirtmiş olduğu 18 yıldır yasaklı "Ezan–ı Muhammedî" meselesi.
İkincisi: Tam iki yıl sonra, yani 16 Haziran 1952'de gerçekleştirilen bir kànun değişikliğiyle, 28 sene önce (3 Mart 1924'te) sürgün edilen Osmanlı Hanedanına mensup bazı kimselerin, anavatanları olan Türkiye'ye gelip kalabilmelerine dair mesele.
Dinî itikadı kuvvetli olan Menderes, aynı zamanda Osmanlı'ya hayran bir devlet adamı olup, onlara revâ görülen haksızlığı peyderpey kaldırmak istiyordu. Ne var ki, bu her iki meselede de Cumhurbaşkanı Celal Bayar'la anlaşamıyordu. Buna rağmen, yine de inandığı hakikatleri hayata geçirmekten geri kalmadı. 1950 senesinin Haziran ayı ortalarında "Muhammedî Ezan"ın eski hürriyetine kavuşması için elinden gelen her türlü gayreti göstererek "İslâm kahramanı" hüviyetini kazanan Menderes, iki yıl sonra da ecdadına karşı beslediği vefa duygusunun bir eseri olarak, Osmanlı Hanedanına mensup hanımlar ile vefat etmiş şahsiyetlerin Türkiye topraklarına avdet edebilmelerini kolaylaştıran bir kànunî düzenlemeye imza attı.
Acımasız sürgün kararı
3 Mart 1924'te Meclis'e kabul ettirilen bir kànunla, Hilâfetin kaldırılmasına ve "Hanedan–ı Osmanî"nin Türkiye Cumhuriyeti sınırları haricine çıkartılmasına karar verildi. Derhal tatbikine geçilen bu karara göre, halife ve Osmanlı hanedanının erkek, kadın bilcümle fertleri ile damatlar, prensler, prensesler ile bilumum çocukları, Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde ikamet etmek hakkından ebediyyen men'edilmişlerdir. Ayrıca, ilgili kànunun ilân tarinden itibaren âzami 10 gün içinde Türkiye'yi terk etmeye mecburdurlar. Dahası, bu kimselerin, Türk vatandaşlığı sıfatı ve hukuku kaldırılmıştır. Dolayısıyla, daha evvel sahip oldukları gayr–ı menkulleri de ellerinden alınmış olup, bunlar üzerinde tasarruf edemezler.
Vatana avdet kararı
1924'te hudut harici edilen Osmanlı Hanedanı mensupları için, kànun metninde "Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde ikamet etmek hakkından ebediyyen men'edilmişlerdir" ifadesi yer alıyordu. Başbakan Menderes, işte bu vahşiyane "ebedî yasağın" önüne geçerek, ömrünü 28 yıla indirgedi. 16 Haziran 1952'de Meclis tarafından kabul edilen yeni kànun, Resmî Gazetede aynen şu başlıkla neşredildi: "Hilâfetin ilgasına ve Hanedan–ı Osmani’nin Türkiye Cumhuriyeti memaliki haricine çıkarılmasına dair (3 Mart 1924 tarihli) kànunun değiştirilmesi ve aynı kànuna bazı maddeler eklenmesi hakkında kânun." 5958 sayılı bu kànunun maddeleri arasında ise, dikkate değer şu ifadeler yer alıyor: * Kaldırılan (ilga edilen) Hilâfet ve Osmanlı saltanatı hanedanının padişahlar sülbünden (neslinden) olan erkek çocuklarının Türkiye’ye gelmesi yasaklanmıştır. Bunların dışında kalanlar ise, Türkiye’ye gelebilirler. * Türkiye’ye gelebileceklerin müracaatları halinde, herhangi bir şart aranmaksızın vatandaşlığa kabul edilmelerine Bakanlar Kurulu karar verir. * Vatandaşlığa kabul edilenler, bu kànunun yürürlüğe girmesinden itibaren umumî hükümler dairesinde mal–mülk edinebilirler. İşte, bu tarihten itibaren, Osmanlı Hanedanına mensup hayattaki bazı hanımlar ile bir kısım vefat etmiş olanların mezarları Türkiye'ye nakledildi. Aynı sene içinde mezarı İsviçre'den Eyüpsultan Kabristanı'na nakledilenler arasında, Ahrarların liderlerinden Prens Sabahaddin Bey de var. Türkiye'ye avdet ettikten sonra kiralık evlerde ikamet etmek mecburiyetinde kalan Osmanlı hanımlarına maddî–mânevî en büyük desteği verenlerin başında, yine Adnan Menderes gelir. 1952'den tâ 1960'taki darbe tarihine kadar yaşlı Osmanlı hanımlarının (Teşvikiye taraflarındaki) ev kiralarını ödeyen Menderes, işkenceli Yassıada günlerinde dahi onları unutmamış ve gerekli yardımların yapılması için çırpınıp durmuştur. Fakat ne yazık ki, Menderes'in darbe sonrası çekmiş olduğu sıkıntılara paralel şekilde, Türkiye'deki Osmanlı mensupları da yeni bir sıkıntılı hayata griftar olmuşlardır. 16.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Lâtife-i Rabbaniye üzerine |
Hamza Erdal Bey: “Mesnevî-i Nuriye’de Zühre’nin Birinci Notasında lâtîfelerin sultanı olan bir lâtîfeden bahsediliyor ve Allah’ın emrine boyun eğmiş olan o lâtîfeye itaat etmeye çağrılıyor. Bu hangi lâtîfedir? Konuyu biraz açar mısınız?” Lâtîfe, lügatte, hoş söz, şaka, mîzah, iltifat, gönlü hoş tutan incelik, duyarlılık ve nezâket demek olup; ruhla ilgili her hoşnutluğu, her inceliği, her sezişi ve her duyuşu ifade edebilecek kabiliyette latîf bir kelimedir. Ruhun duygularından her hangi birisine de lâtîfe denmektedir. Nitekim Risâle-i Nur’da “lâtîfe” veya çoğulu olan “letâif” kelimelerinin, genelde ruhun muhtelif ince ve lâtîf duygularını ifade etmek için kullanıldığını görürüz. Meselâ Hazret-i Üstad’ın, “Hem iman yalnız ilim ile değil; imanda çok letâifin hisseleri var” cümlesinde “letâif” kelimesi ile ruhun çok çeşitli sezgilerini ve duygularını kastetmiş olduğunu, cümlenin devam eden öğelerinden anlıyoruz: “Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir sûrette inkısam edip tevzi olunuyor (bölünüp dağıtılıyor.) İlim ile gelen mesâil-i imaniye dahî, akıl mîdesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis ve hâkezâ... Letâif, kendine göre birer hisse alır, masseder (emer, hazmeder). Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır.”1 Ancak Bedîüzzaman Hazretleri “Lâtîfe-i Rabbâniye” kelimesine çok daha farklı bir mânâ yüklemiştir. Üstad Hazretlerinin bu kelimeyle anlatmak istediği, lâtîfeler içinde ayrıcalıklı yeri olan bir lâtîfe olsa gerektir. Yani bu kelimeyle, Rabbânî vasıf kazanmış; lâhûtî boyutu olan; bir eli dünya kafesinin içindeyken diğer elini ebedî âlemlere ve bâkî menzillere uzatmış; tüm kemâlâta dost, tüm iyiliklere âşina, tüm hayır ve hasenâta düşkün bir seçkin ve sultan lâtîfe kastedilmiş olmalıdır! Bu lâtîfenin ulviyetini Hazret-i Üstad şöyle kaydeder: “Senin lâtîfelerin içinde öyle bir lâtîfe var ki, ebedden ve Ebedî Zâttan başkasına râzı olmaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Mâsivasına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve lâtîfelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîm’in emrine mutî olan o sultanına itaat et, kurtul.”2 Anlaşılıyor ki bu lâtîfe, diğer duyguların sultanıdır ve Cenâb-ı Hakk’ın emrine itaatkârdır. Ruhumuzu sessizce dinlediğimizde bu lâtîfeyi aslında sezmemiz mümkün. İnsan ruhunun saygıdeğer olduğunu, yaptığı şeyi doğru bilerek yaptığını, yanlış yaptığını anladığı anda kendisini insafsızca sorguladığını ve yargıladığını hepimiz biliriz. Halkın gözünden ve yargısından kaçmayı başarsak bile, ruhumuzun “vicdan” özel eliyle verdiği kınama cezasından ve vicdan azabından kurtulmamız asla mümkün olmaz. Demek biz ne kadar dalâlet içinde olursak olalım, ruhumuzun “vicdan” dediğimiz “öz’ü” Hakk’a doğrudur. İşte bu öz’e Said Nursî Hazretleri “Lâtîfe-i Rabbâniye” der. Ve bunu “ruh” olarak isimlendirir. Yirmi Dokuzuncu Söz’de; zihayat, zîşûur, nuranî, haricî vücud giydirilmiş, cami, hakîkattar ve külliyet kazanmaya kabiliyetli bir kânun-u emri olarak tanımladığı3 ruhu, Otuz Üçüncü Söz’de bir pencere daha açar ve “Lâtîfe-i Rabbâniye” olarak nitelendirir.4 Ruh öyle bir Lâtîfe-i Rabbâniyedir ki, insanın bütün âzâsını ve eczâsını birbirine yardım ettirir. Yani ruh bedenin muhtelif cüzlerinin seslerini birden işitir, ihtiyaçlarını birden görür, arzularına birden bakar; şaşırmaz. Ruha nisbeten uzak yakın birdir. Vücudun cüzleri birbirine perde olmaz. İsterse çoğunu birinin imdadına yetiştirir, isterse, bedenin her cüz’ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Çok nûrâniyet kazanmış ise her bir cüz’ü ile görebilir, işitebilir. Üstad Saîd Nursî’nin ruha “Rabb’in bir lâtîfesi” ünvânı vermesi, Kur’ân’ın ruhla ilgili âyetinin tefsîri mâhiyetindedir. Nitekim Kur’ân ruh için “Rabb’in emrinden”5 ifadesini kullanır ve ruhu doğrudan ve aracısız olarak Cenâb-ı Hakk’a bağlar.
1- Mektûbât, s. 318, 2 Lem’alar, s. 118, 3 Sözler, s. 478, 4 Sözler, s. 628, 5 İsrâ Sûresi, 17/85 16.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Hakan YALMAN |
|
Başlangıç ve bitişlerle tazelenen hayat |
Her varlık ve âlem içinde bir şey olan her şey hep geliş ve gidişler, yükseliş ve inişler sürecini yaşıyor. Varlığın bir deveran ve döngü içinde olduğunu gözlüyoruz. Hayat doğru bir çizgi üzerinde yürümüyor. Varlık âleminin başlangıcından beri hep devirler var. Her bitiş aynı zamanda yeni bir başlangıç. Her inişin bir çıkışı, her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı olduğuna hep inanıyor ve gelecek ile ilgili planlarımızı bu beklentilerle yapıyoruz. Zaman zaman günlük yaşantıda, hizmetlerimizde bu iniş ve çıkış dönemlerini yaşarız. Hayatın ve varlık âleminin bu dalgalanmaları karşısında kopmamak, yok olmamak için özü hep korumak, özden ayrılmamak ve iç enerjiyi hiç kaybetmemek lâzım. Cevherin muhafaza edildiği her durumda kışırın değişimleri sadece dışa yansıyan boyutla olacaktır. Sürekli yıkılan ve yeniden yapılan bedende ruhun varlığı ile bu yıkımların farkedilmemesi gibi. Bu anlamda Kaknüs’ün hikâyesi çok ibretli olmalı: “Yüz binlerce yıl önce Hindistan Ormanları’ndan çıkmış Kaknüs; gagasındaki 365 delikle... Bu deliklermiş, onun diğer canlılar üzerindeki büyüleyici etkisi olan sesleri çıkarmasını sağlayan. Bin yıllık ömrünü sadece büyüleyici sesler çıkarmakla kalmayıp, çevresindeki diğer canlılara gözyaşları ile şifa dağıtarak geçirmiş Kaknüs. Bin yılın sonunda bir çalı çırpı yığınının üzerine tünemiş ve muhteşem nağmelerle oradaki tüm kuşları etrafına toplamış. Binlerce kuşun büyülenmiş bakışları arasında, bedenindeki son güçle kanatlarını çırpmaya başlamış. Çırpmış, çırpmış, çırpmış... Bir kıvılcımla kendini tutuşturuvermiş. Üzerine tünediği çalı çırpı ile birlikte etraftakileri eritecek güçte alev topuna dönüşmüş. Ateş; tâ ki korlar ortaya çıkıncaya kadar, tüm görkemi ile yanmış. En sonunda korlar kül olduğunda; tüm kuşlar Kaknüs’e ağlarken, yavru bir Kaknüs başını çıkarıvermiş küllerin arasından tüm masumiyetiyle. Yüz binlerce yıllık efsanesini, her bin yıllık ömrünün sonunda kendi küllerinden yeniden doğarak günümüze taşımış Kaknüs.” Devirler şeklinde sürüp giden ve her an tazelenen mülk âleminde zaman zaman yenilenmek, tazelenmek, saflaşmak, temizlenmek gibi maksatlarla bitişler gerekli oluyor. Yeni bir başlangıç için. Bu bitişler bazı anlar yanmayı ve kül olmayı gerekli kılabilir. Karanlıkların aydınlıklara çıkması için hayat, Kaknüs cevherli, gözyaşlarında şifâ olan ruhların yanmasını gerekli kılabilir. Bütün bu yanmalar ve kül oluşlar arasında öz ve cevher muhafaza edildikçe bütün küller yeni Kaknüs’lere gebe olacaktır. Her şeyin asıl güzellik kaynağı olan esmâ, her yanış, kül oluş, yeniden doğuş ve tazelenmeler içinde her şeye ruh vermeye, her güzelliğin asıl kaynağı olmaya devam edecektir. Bu kül oluşlar ve tazelenmeler, varlığın fenasına ve Asıl Var Olan’ın bekasına, her şeyin cevherinin ve özünün ondan olduğuna işaret edecektir. Bu yanmalar, gözyaşları ortasında beden ve kışırın tazelenmesi ruhlarda da bir tasaffî ve mülkün, kesretin ağırlıklarından kurtularak bir berat anlamına gelecektir. Bütün yıkılışların ve yok oluş gibi gözlenen dağılmaların ortasında saflaşmış ve berat etmiş ruhlarla yeni bir başlangıç taze bir açılım ve bir gül goncasına dönüşmüş esmâ ile açılan günler olacaktır. Aslında hayat sürekli bir tazelenme ve yenilenme alanı. Bu da sonsuz ve sınırsız esmânın sınırlı bir alana sığması için gerekli. Bâkî-i Zü’l-cemâl, Şems-i Ezelî hep var ve farklı yönleri ile varlıklar üzerinde güzelliklerini yansıtıyor. Bu nedenle her farklı yansıma şeklinin farklı farklı yansıtıcılarda tezâhür edebilmesi için sık sık yenilenme ve tazelenme gerekiyor. Bu esnada tek özden ve farklı farklı yapılardan yeni şekiller ve her şeyin aslını yansıtan çeşitlenmeler ortaya çıkabiliyor. Bütün basit ve kompleks yapılar fani ve geçici; tek kalıcı ve hep var olan bütün renklerin ve renklerle ortaya çıkan her şeklin kaynağı olan Ezelî Güneş. Nefis olan her şey ölümü tadacak ve bu esnada belki yeni doğumlara zemin hazırlayacak. O Ezelî Zât ise bir nefis değil, Vacibü’l-Vücud olduğundan, doğmamış ve doğurulmamış olduğundan hep var olacak. 16.06.2009 E-Posta: [email protected] |