Selim GÜNDÜZALP |
|
Dünya bir rehgüzârdır |
Küçük bir odadayım... Duyduğum ses sadece saatin tik takları... Bir oluş ve ardından kayboluş... Nereye gidiyor zaman, nereye gidiyor zaman içinde insan... Ses vermiyor felsefe, ses vermiyor filozoflar... Dipsiz uçurumlardan bir bir yuvarlanıp gitmişler... Ses vermiyor çağdaş düşünce paradigmaları... Susuyorlar hayatın ve ölümün karşısında... Sadece vahyin ve Kur’ân’ın ışığı kalıyor bu karanlığı aydınlatmak için. Sadece o... Gözlerimi kapatıp düşünüyorum... Tut ki, hiçbir sınır yok düşüncenin önünde. Düşün, açıkla, çözümle... Hayatı da ölümü de. Haydi açıkla bakalım Yaratandan uzak bir biçimde. Ah, Allah’ım ah. Perdeler hiç etmiş onları, perdeler. Ah bu perdeler, Seni bizden gizlediler. Sadece bir imtihan için ara yerdeler. Gafletle kalınlaşmış, perde iken, tül iken, duvar olmuşlar. Sana giden yolları tutmuşlar. Ve sonra gözlerimi açıyorum... Karşımda bir resim... Süleymaniye Camii, bütün ihtişamıyla arzı endam ediyor. Kendinden çok san’atkârını, mimarını, Mimar Sinan’ı gösteriyor. Resim ressamını bildiriyor ama, ressam resmin içinde değil. Bu kâinat da Seni bildiriyor; isimlerini, sıfatlarını bildiriyor Allah’ım. Mülkün Sahibi, “Gizli bir hazine idim. Bilinmeyi murat ettim,” buyuruyor. “O, bir şeye ol deyince o şey hemen olur.” Bilinmeyi istemeseydi eğer, bunca varlık, bunca eşya ne olacaktı acaba? Akıl ve idrakin de gelip dayandığı bir sınır var her halde... Uçurumun kenarından geri dönmenin en doğru olanı; oluş ortada iken “oluş öncesini” kavramaya çalışmak... Boşuna, nafile gayret... Üstelik şu kıt olan akılla mı varacak bu insan olağanüstü ânın sırrına. Olanı biteni anlamaya çalışmak varken, sır olanın sırrını zorlamak nefsin işi; asıl işten görevden kaçmak onun işi... Mevlânâ; “Anne ve babamın iştihası beni dünyaya çekti...” diyor. Ruhlar âleminden dünyaya gelişin ve gönderilişin hikâyesini özetliyor bu cümlede... “Ol deyince olduranın, / Taze gülü solduranın...” hikmetinden suâl olmaz. Sonbaharda solan gül, ilkbaharda nasıl geri dönüp gülümsüyor yeniden? Ölü bir gül yaprağı diriliyor da bir ömür boyu gülümseyen insan yüzü yeniden hayat bulup dirilmesin mi? Madem ki varız, var olmanın şuurunda olmalıyız. Bizden istenen ve beklenen ne ise biz onu yapmalıyız. İlâhî kadere baş kaldıran insan, sonunda kavrar gücü sonsuz olanın ve asla yenilmez olanın kudretini... Ama geç olmadan, vade dolmadan olmalı bu. Gülünç bir trajedidir inanmamak. Ne varsa yaşanan hepsini inkâr etmek. İsyanı, değiştirmez insanın kaderini. Ölmemek için, ebedî ölümsüz olmak için geçer ölümün eşiğinden insan. Ve bir, ba’sü ba’del-mevt’e kavuşur. Yeniden oluşa, yeniden dirilişe. Çeliğe verilen su gibi, cana ve ruha o an ebedî ölmezlik hükmü üflenir. Bütün ırmaklar O’na doğru akar. Son hüzün değil, sevinç olur o zaman. “Son başlangıçtır” der Cüneydî Bağdadî ve biz ölülerimizin ardından Kur’ân’ın ilk sûresi Fatiha’yı okuruz. Ölüm bir başlangıç olduğundan. Faniden bekaya, ebedî bir âleme geçiş olduğundan. Rahman’ın aziz misafiri olan insan, bir evden diğerine geçer ölüm ile. Hastalığı, musîbeti bir arınma çeşmesi bilir. Yıkanır da yıkanır. Arınır da arınır. İhtiyarlığı ise ebedî gençliğin son durağı bilir. Ebedî âlemde ihtiyarlık yok. Ebedî bir gençlik kendini bekliyor bilir. Dünyaya sevdalanıp, ahireti unutmak tehlikeli bir yol... El oyalar, göz bizi yanıltır. Duyular bazen kalbimizi puslandırır... Nefs öteleri öteler. Gizleyip saklar. Bu yüzden duyu organlarına; “Aklın casusları” demiş bazı âlimler. Aklı çelen, gönlü çelen manzaralar şeytanın saptırıcı ajanları. Madem ki dünyaya gelmek ya da gelmemek elimizde değil. Ölmemek düşü de madem muhal... Geriye kalıyor tek yol; sonsuza varmak için bir rehgüzâr (geçilecek yol) bilip bu dünyayı, etrafımızı saran fani güzelliklere, görüntülere dalmamak ve aldanmamak gerektir. Vizyona ve illüzyona yenik düşmemektir. Oysa insan, putları kıra kıra sonsuzluğa ve esenliğe doğru yol bulabilir. Asaf Halet Çelebi’nin de endişesi bu her halde: “İbrahim! / İçindeki putları devir / elindeki baltayla / kırılan putların yerine / yenilerini koyan kim?” İşte asıl mesele bu. Marifetullahta bir adım atmak, şeytanî bilgilerin putlarını kırmaktır. Sonra da o marifetullahın ulaştığı yerden, yani Muhabbetullahtan kırılan putların yerine, yenilerinin konulmasına mani olmaya çalışmaktır. Fazla söze gerek yok, bizden önce yaşayıp silinmiş medeniyetlerin hazin öykülerinden ibret almak yeterlidir. Tecelli aynasında her şey ayan beyan ve “fihi mafih”tir (içindeki içindedir). Düşüncemizi ve kalbimizi eşyanın çekim alanından kurtarmak müteal (fizik üstü) konumuna kavuşturmaktır asıl gayemiz. Çünkü insan ve duyguları arkeolojik bir nesne değildir. İnsan ancak Yüce Allah’ın antika bir san’atıdır. Kazancakis’in bir romanında iki kahraman arasında şöyle bir konuşma geçer: “Kavgadan vazgeçiyorum. / Niçin vazgeçiyorsun? / Sonunu bildiğim için! / Neyin sonunu bildiğin için? / Eşyanın sonunu bildiğim için...” Evet, eşyanın sonunu bilen insan; faniliklere dalmaz, hırslara boğulmaz. Biz bu dünyada neyin zirvesine tırmanırsak tırmanalım sonunda bir insanın kalbî muhabbetine muhtacız.
Asr-i Saadet’ten bır hatira Hz. Âişe şöyle demiştir: Resûlûllah’a bir adam geldi ve: “Yâ Rasûlallah! Sen bana nefsimden ve ailemden daha sevgilisin. Ben evde iken seni düşünür, seni görmeden duramam. Sana gelir, sana bakarım. Senin ölümünü düşündüğüm zaman, senin Peygamberlerle beraber yükseltileceğini bilirim. Ben Cennete girsem bile seni göremem diye endişe ediyorum,” dedi. Resûlûllah, ona hiçbir cevap vermedi. Nihayet Cebrail (a.s.), Nisa Sûresinin 69. âyetini indirdi: “Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar (doğrular), şehitler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” *** Uhud savaşında Müslüman bir kadının, kocası, kardeşi ve babası şehit oldu. Onların ölüm haberi kendisine bildirilince: “Resûlûllah’a ne oldu?” diye sordu. “O iyi,” dediler. “Onu bana gösterin,” dedi. Peygamberimizi görünce şunları söyledi: “Sen sağsın ya ey Allah’ın Elçisi! Artık hiçbir musîbet benim için önemli değil.” *** Hepimiz Peygamberimizi (asm) severiz ya da sevdiğimizi söyleriz. Peki Peygamberimize beslediğimiz sevginin derecesi nasıldır? Bunu tesbit etmenin ölçüsü nedir? Bunun cevabı gayet basittir: Peygamberimizin ahlâkı ile ahlâklanmaya çalışıyorsak, onun emir ve yasaklarına uyuyorsak; kısacası onun gibi yaşıyorsak, Peygamberimizi gerçekten seviyoruz demektir. Nitekim bir âyette; “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın” buyurulmuştur. Peygamberimiz her alanda insanların en iyisi ve en üstünü idi. İnsan olarak, arkadaş olarak, eş olarak, aile reisi olarak, komutan olarak, devlet başkanı olarak, hâkim olarak... en iyi, en mükemmel idi. Bizler de onun yaşayışından ders almalıyız; ona lâyık ümmet olabilmek için hiç olmazsa bulunduğumuz, çalıştığımız alanın en iyisi olmaya gayret göstermeliyiz. Öğrenci isek en iyi öğrenci, öğretmen isek en iyi öğretmen, yazar isek en iyi yazar, hekim isek en iyi hekim, hukukçu isek en iyi hukukçu, çiftçi isek en iyi çiftçi, esnaf isek en iyi esnaf, san’atkâr isek en iyi san’atkâr, ilim adamı isek en iyi ilim adamı... olmaya çalışmalıyız. Yaşadığımız hayatla, yapıp ettiklerimizle herkese örnek olmalıyız. Taklit eden değil, taklit edilen olmalıyız. Bu doğrultuda elimizden gelen gayreti göstermeliyiz. Gerçek sevgi, Peygamberimizin istediği gerçek bağlılık da bu olsa gerektir.
Sözün özü “Fâtır-ı Hakîm ve Kâdir-i Alîm kemâl-i intizamla, her şeyi güzel yaratmış, güzel teçhiz etmiş, güzel gâyelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle tavzif etmiş, güzel tesbihât yaptırıyor, güzel ibâdet ettiriyor. Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dalâleti karıştırma; çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma.”
(Bediüzzaman, Sözler, 24. Söz) 13.06.2009 E-Posta: [email protected] |