Ahmet DURSUN |
|
Hangi Türkçe? |
Bir milletin yaşadığı kültür ve medeniyet buhranı, fikir ve edebiyat sahalarında çöküş yaşaması o milletin dilinin bozulmasıyla yakından ilgilidir. Bu bağlamda bugün yaşadığımız kültür ve medeniyet buhranından kurtulmanın bir yolu da, milleti meydana getiren maddî ve manevî unsurların başında yer alan dilin korunmasını sağlamaktır. Dilin maddî ve manevî değerleri nesillerden nesillere aktaran “kültür taşıyıcılığı” görevi de düşünüldüğünde, bir milletin varlığının devam etmesindeki önemli rolü ortaya çıkar. Dünyada pek az dile nasip olabilecek “imparatorluk dili” nitelemesini hak eden Türkçenin zenginliğini, onun “medeniyet dili” olma özelliğini, “bilim dili” olma yeteneğini kültür ve medeniyetimizin bin yıllık geleneği içinde yer almış son derece zengin edebî eserlerimizde görmek mümkündür. Bununla birlikte, İslâm ile müşerref olmamızdan bu yana zenginleşerek günümüze kadar gelen dilimizin bazı kırılma noktalarıyla bu zenginliğini yitirmeye başladığını kabul etmek ve bunun üzerinde hassasiyetle durmak gerekir. Geldiğimiz noktada dilimizin zedelendiğini, edebiyatımızın kısırlaştığını, ruhumuzun ve dünya görüşümüzün yansıdığı temel eserlerimizi yeni nesillerin anlayamadığını, eski ile yeni arasındaki köprülerin yıkıldığını görmek ve bununla ilgili ciddi tedbirler almak gerekiyor. Bu, gelecek nesillerle aramızda sağlam bağlar kurabilmek, milletimizin devamlılığın sağlayabilmek adına gereklidir. Geçtiğimiz günlerde medyada da geniş yer bulan 7. Uluslararası Türkçe Olimpiyatları “Türk kültürünün dış dünyaya tanıtılması ve Türkçenin yabancılara öğretimi” gibi bir amaca hizmet ediyor. 115 ülkeden yüzlerce öğrencinin katılarak hünerlerini sergilediği olimpiyatlar, “Kültürel değerlerin ‘insanlık’ ortak çatısı altında gün yüzüne çıkartılması ve kopuk ilişkilerin aşılarak diyalog köprülerinin kurulması aynı dili konuşmakla mümkün olacaktır” şeklinde ifade edilen genel bir amacı içinde barındırıyor. Devlet erkanının ve çeşitli çevrelerin büyük ilgi gösterdiği olimpiyatlarla ilgili çeşitli değerlendirmelerden birinde Toktamış Ateş, “Atatürk bu yarışmayı düzenleyenleri görseydi alınlarından öperdi” dedi. Buna benzer beyanları olimpiyatların başarısı olarak görenlerin dilimizin tarihi sürecinden bîhaber oluşlarını bir tarafa bırakarak, dünyanın en köklü ve zengin dillerinden biri olan Türkçenin 1928 Harf İnkılabı’yla başlayan ve Atatürk’ün de desteklediği ve sonunda uydurmacılığa dönen “öztürkçecilik-özleştirme” hareketinin dil ve kültürümüz üzerindeki yıkıcı etkisini hatırlatmakla yetinelim. Her neyse… Benim dikkat çekmek istediğim husus ise farklı bir alana işaret etmektedir. Bu işaret; tarihî, dinî ve kültürel değerlerimize yabancılaşmanın hız kazandığı bir dönemde telif edilen Risale-i Nurların diliyle ilgilidir. Bugün İslâmî bir dil kurabilme ve yeni bir söyleyiş biçimi geliştirebilme ihtiyacı her alanda kendini göstermektedir. Bu nedenle Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde düşüncesini kuran ve bu geçiş sırasında dil, kültür ve medeniyetle ilgili bütün kırılmalara şahit olan Bediüzzaman’ın dili bu noktada bir anahtar kabul edilebilir. Olimpiyatları düzenleyenlerin amaçladıkları gibi, bizi bir çatı altında toplayacak olan ortak dilin “hangi Türkçe” olacağı sorusu önem kazanmaktadır. Dilimizi, ideolojilerinin kurbanı yapan, “Türkçeyi sala bindirip sele veren” uydurmacıların Türkçesi mi, yabancı dil hayranlığıyla Türkçeyi yabancı dillerin istilasına uğratanların Türkçesi mi? Yoksa Kur’ânî terminolojisiyle yeni bir medeniyetin işaretlerini sunan ve bu yolda yeni bir dil oluşturan Risale-i Nurların dili mi? Bize göre, ortak çatı altında toplanacak insanlığın ihtiyacı bu dilin ruhunda yatmaktadır. Bu ruhla insanlığı tanıştırabiliyor muyuz? Asıl mesele budur. 09.06.2009 E-Posta: [email protected] |