M. Latif SALİHOĞLU |
|
Sorun değil, yara |
Adına her ne kadar "irtica ve bölücülük sorunu" denilse de, esasında bunlar Türkiye'nin birer sosyal yarasıdır. Evet, Türkiye'nin mazisi yüz yılı aşan iki büyük sosyal yarası vardır. Bunlardan biri, adına bazı çevrelerce "irtica" denilen, gerçekte ise din ve dindarları karalama yaftası olarak kullanılan müzmin bir yaradır. Bu yarayı sürekli şekilde kaşıyarak, kabuk bağlamasını kasten engelleyenler var... Diğer yara ise, "bölücülük" tâbiriyle yaftalanmış. Bazıları bunu ısrarla "Kürt sorunu" diye isimlendirir. Her şeyden önce, tesbit ve teşhis doğru olmalı. Aksi halde, netice akim kalır. Bize göre, bu her iki meseleyi de "sorun"dan ziyade birer "yara" olarak görmeli, öyle tâbir etmeli. Bunları birbirine karıştırmamalı. Zira, sorun başka, yara başka şeydir. Sorun "çözüm" ister, yara ise "tedâvi." Türkiye'nin, esasında ne irtica, ne de bölücülük diye bir sorunu var. Geçmişte de hiç olmamıştır. Halen de, millet nezdinde bu tür sorun ve sıkıntılar yoktur. Bunlar sonradan icat edilmiş ve hatta kasıtlı bir şekilde yapılan çarpıtma ve yönlendirmelerle zihinler bulandırılmak istenmiştir. Türk milleti, bin yılı aşkın zamandır İslâmiyet dinini seçmiş ve Müslüman olmuştur. İrticanın ömrü ise, buna nisbeten çok kısadır; bu yafta, yüz sene önce piyasaya sürüldü. Dokuz yüz sene müddetle hiç görünmeyen ve olmayan bir "sorun", nasıl oldu da 1909'da büyük bir gürültüyle ortaya çıkıverdi? Demek ki, bu sonradan ve maksatlı bir şekilde icat edilip tedâvüle sokulmuş sanal bir "sorun"dur. Keza, diğer mesele için de benzer şeyleri söylemek mümkün. Meselâ: Bin yıl müddetle Türklerle içiçe yaşayan, onlarla din kardeşliği ve cihad arkadaşlığı dairesinde bulunan Kürtler, nasıl oldu da birden bire "bölücü" olup "sorun" teşkil etmeye başladılar? Demek ki, bu işin içinde de başka bir iş, bambaşka bir maksat var. O halde, bu meseleler konuşulurken, maksatlı tuzaklara düşmemek için, çok dikkatli davranmak gerekir. Adına ne denilirse denilsin, esasında dindarlar ve Kürtlerle ilgili sıkıntılar eşzamanlı olarak ortaya çıktı. "İrtica" yaftasının piyasaya çıkış tarihi "31 Mart Vak'ası", yani 1909 yılı ortaları. Siyasî ve ideolojik Kürtçülük hareketi de, yine aynı Meşrûtiyet yıllarında doğdu. O tarihlerde hükümferma olan politikalar ise, "bozuk ve mason İttihatçılar"ın icadından başka birşey değil. Meşrûtiyet nimeti sayesinde iktidara gelen İttihatçılar, en evvel meşrûtiyetin canına okumakla işe başladılar. Fikren ve siyaseten kendilerine muhalif olanlara hayat hakkı tanımadılar, tetikçileri kullanarak birçok mâsumun kanını döktüler. Hürriyete, meşrutiyete samimi taraftar olan kendi adamlarını dahi öldürmekten (Resneli Niyazi Bey gibi) çekinmeyen müstebit İttihatçılar, dindarlara kan kusturacak bir tertibin içine girdiler: "31 Mart Vak'ası." Bunda da başarılı olup devletin dizginini ele geçiren İttihatçılar, bu kez bir "Türkçülük–Turancılık" yaygarası kopardılar ki, artık gayr–ı Türk olarak bilinenlerin vay haline... Bozuk İttihatçıların hem İslâmiyet, hem de Türklük milliyetine tamamen zıt, ırkî ve frengî yönü ağır basan politikaları, ne yazık ki onlarla birlikte tarihe gömülmedi; bu politikalar, sonradan kurulan Cumhuriyet dönemi hükümetlerinde de aynen devam etti. Hem de, çok daha koyu, katı ve katmerli bir şekilde... İşte, İstiklâl Harbi günlerinde tam da iltiyam buldu, iyileşti, kabuk bağladı derken, söz konusu yaralar, 1923'ten sonra ne yazık ki tekrar deşildi; üstelik, o yaralara adeta tuz basarcasına şiddetli kanamalara sebebiyet verdi. 1924 Mart'ında medreselerin kapatılmasıyla birlikte, gerek dindarlara ve gerekse Kürtlere en ağır darbe vurulmuş oldu. Bir başka tabirle, iki büyük yara en derin yerinden hançerlenerek, ortalık kan revan edildi. Medreselerin kapatılması ve dinî tedrisatın yasaklanması, esasen nesillere hayat veren mânevî ana damarın kesilmesi, yahut kurutulması anlamını taşıyordu. Böyle yapmakla, dinsiz bir nesil yetişsin isteniliyordu. Neyse ki, Allah'ın lütfuyla, bir iman ve dini ihyâ hareketi olan Risâle–i Nur nesillerin imdadına yetişti de, o hayatî damar tekrar yeşermeye başladı. Medreseleri kapatmak, öte yandan Kürtleri de cehalet karanlığına mahkûm etmek demekti. Zira, onların yegâne ilim ve irfan kaynağı medreselerdi. İş, bu fenâlığı yapmakla da kalmadı; bin yıldır Türklerle "sorun"suz şekilde yaşayan Kürtlerin dilini red ve milliyetini inkâr politikaları—"Türkçülüğün" bir gereği olarak—yeni devlet yapısının temel harcı haline getirildi. (Bkz: 29. Mektup, 6. Kısmın Zeyli, Es'ile–i Sitte, s. 417.) İşte, söz konusu yaralar, bu şekilde ve bu merhalelerden geçilerek açıldı. Tedâvisi yapılmayınca da, zaman içinde müzminleşti, kronik bir hal aldı. Şimdi, kronikleşmiş duruma gelen bu yaralara kimileri "sorun" diyor: İrtica sorunu, Kürt sorunu... Evet, sorun gibi görünmekle birlikte, esasında bunlar hatalı devlet ve hükümet politikalarının bir neticesidir. Dolayısıyla, devletin kendi eliyle açmış olduğu yaralardır bunlar. Yaraların sarılması da, haliyle yine devlet ve hükümetlerin eliyle olacaktır. Zira, devletin veya toplumun içinde herhangi bir ayrışma söz konusu değildir ki, ortada farklı kesim veya tarafları çağrıştıran bir "sorun" olsun. Sorunlar, daha ziyade millet ve memleket harici bağlantılarla ortaya çıkar; çözümler de ona göre şekillenir. O halde, memleket dahilindeki durum, olsa olsa bir sıkıntıdır; yani bir rahatsızlık, bir hastalık veya açılmış bir yaradan ibarettir. Ki, tedâvi de, tesbit edilen o rahatsızlık unsurlarına göre yapılır.
Tarihin yorumu 9 Haziran 1910
Cinayetler
Sadâ–yı Millet isimli gazetenin başyazarı Ahmed Samim Bey, İstanbul'da meçhûl failler tarafından vurularak katledildi. (9 Haziran 1910) Cinayet, her ne kadar "faili meçhul" şeklinde resmiyete geçildi ise de, bu hâdise, halk tarafından muhaliflerini "Makedonya komitacılığı" tarzıyla sindirmek isteyen "İttihad ve Terakki"ye bağlı tetikçilerin işlediği siyasî cinayet serisinin yeni bir halkası olarak değerlendirildi. Nitekim, bundan bir yıl evvel (6 Nisan 1909) Serbestî gazetesi başyazarı Hasan Fehmi ve bir yıl sonra ise, gazeteci Zeki Bey yine aynı tarz işlenen cinayetlerle vurularak öldürüldü. İşlenen cinayetlerin ve bilhassa dindarlara yapılan baskıların, ülkede yegâne söz sahibi olan İttihatçılardan başkasının yapmasına imkân ve ihtimal verilemiyor. 09.06.2009 E-Posta: [email protected] |