M. Latif SALİHOĞLU |
|
Namık Gedik ve bir yanlışı düzeltme zorluğu |
Ne acip bir tevâfuktur ki, yakın tarihimizde "intihar süsü" verilerek işlenen iki büyük cinayetin de—gün itibariyle—tarihi aynıdır: 30 Mayıs. 30 Mayıs 1876'da Osmanlı tahtından silâh zoruyla indirilen Sultan Abdülaziz, çok vahşice yapılan işkencelerle katledildi. 30 Mayıs 1960'ta ise, yine silâh zoruyla ama bu kez Demokrasi tahtından indirilen İçişleri Bakanı Namık Gedik, insanlık dışı işkencelerle ölüm derecesine getirildikten sonra pencereden aşağı atılarak katledildi. Ne tuhaftır ki, darbeciler bu her iki cinayet vak'asına da "intihar" damgasını vurdular ve resmî kayıtlara da öyle geçirdiler. Üstelik, bu yalanlarını birçok kimseye uzun müddet yutturdular. Ancak, aradan zaman geçtikçe ve ortalığı kaplayan korku bulutları dağıldıkça, darbecilerin yalanları da peyderpey gün yüzünü çıkmaya başladı. Bugün itibariyle, Sultan Abdülaziz'in intihar etmediğine ve canice öldürüldüğüne inananların sayısı daha fazla. Daha yakın tarihte vefat eden Namık Gedik'in durumu ise, tam tersine; yani, onun intihar ettiğine inananların sayısı daha fazla. Sebebi şudur: Sultan Abdülaziz vak'asının hem tarihi çok eskidir, hem de o vak'adan bir müddet sonra kurulan Yıldız Mahkemesi, ölüm hadisesinin intihar değil, cinayet olduğu yönünde bir karar verdi... Namık Gedik vak'ası ise, diğerine göre hem çok yeni sayılır, hem de bu hadisenin iç yüzünü aydınlatmaya matuf herhangi bir dâvâ açılmış, yahut bir mahkeme kurulmuş değil. Burada temas ettiğimiz bu iki tarihî hadise ile bağlantılı tevâfuklar zincirinin üç–dört halkasını daha nazara vererek, sözü günümüze ve bir yanlışı düzeltilmede çekilen zorlukların izahına getirelim. Bir: Bediüzzaman Hazretleri, İbrahim Sûresindeki ilk âyetin sonunda geçen "İlâ sirati'l Azizi'l–Hamid" cümlesinin, Risâle–i Nur'la bir bağlantısının bulunduğu ve bilhassa asrımıza baktığı cihetle Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devrinde yaşanan dehşetli hadiselerden (kanlı ilk askerî darbe, 1876) haber verdiğini ifade ediyor. Bu tarihler, aynı zamanda "Helâket ve felâket devri" olan âhirzamanın da ilk faslını teşkil ediyor. İki: Adına demokrasi dediğimiz meşrûtiyetin ilk ilânı da 1876'da gerçekleşiyor. Üç: Cumhuriyet devrinde vatan sathında çehresi görülen demokrasinin kanlı bir darbe ile ilk kez hançerlenmesi, 1960 senesinde vuku buluyor. Ki, bu darbenin yaklaşmakta olduğunu hisseden Üstad Bediüzzaman da, Emirdağ'da iken neşrettiği bir mektubunda "Halkçıların ırkçılığı elde edip Demokratları devirmesi" ihtimalinden söz ediyor ve bundan dolayı da "İslâmiyet nâmına telâş" ettiğini beyan ediyor. (Emirdağ Lâhikası, s. 387) Dört: Meşrûtiyet ve demokrasinin Türkiye'deki seyri ile irtibatlı olan yukarıdaki dehşetli hadiseler, aynı zamanda Bediüzzaman Hazretlerinin doğum ve vefat tarihleriyle tam bir tevâfukat içinde. Üstad Bediüzzaman'ın talebelerinden "Üç Feyzi"den birincisi olan Ahmet Feyzi'nin "Maidetü'l–Kur'an" isimli eserindeki (Kısmen, Tılsımlar mecmuasının âhirine derc edilmiş) tahlillerine göre, Hz. Üstad'ın velâdeti, tam da Sultan Abdülaziz'in katledildiği sene hatta Sultan Abdülhamid'in tahta geçtiği haftada vuku bulmuş. Ki, bu da Şaban'ın 15'i olan Berat Kandiline tetabuk ediyor.
Bir dostun uydurması Bu konuya yeniden paragraf açmamızın bir sebebi şudur: Bizim bir "demokrasi şehidi" olarak Namık Gedik'ten söz etmemiz, bu mazlum şahsiyet hakkında uydurulmuş bir yanlıştan kaynaklanan ezberleri bozdu, hataları tashih etti. Ancak, bizzat görgü şahitlerinin ifadelerinden aktardığımız bilgiler dahi, bazı okurlarımızın tereddütlerini gidermeye kâfi gelmedi. Onun için, daha genişçe bir izaha ihtiyaç hasıl oldu. Efendim, Üstad Bediüzzaman'ın Urfa'da vefatı öncesinde yaşanan gerginliğin en büyük sebebini İçişleri Bakanı Namık Gedik'in tutumuna ve gûyâ onun "Said Nursî derhal geldiği yere geri dönsün; ambulans yoksa, çöp arabasıyla da olsa oradan geri gönderilsin" sözüne dayandıran kişi, ne yazık ki dost bir şahsiyet olan Eşref Edib'tir. Evet, bu hikâye tamamen onun bir uydurması olup, doğrudan doğruya Nur Talebelerini Demokratlardan soğutmaya matuftur. Bediüzzaman Hazretleri, koyu ve tarafgir bir Millet Partili olan Eşref Edib'le iman cihetiyle dost ve kardeş, ancak "siyasette değil" ifadesini kullanırken (E.. Lâhikası, s. 281), sadâkatte birinci talebesi olan Zübeyir Gündüzalp ise, Hz. Üstad'ın vefatı esnasında yaşananların ve bilhassa Namık Gedik'e atfedilen menfi sözlerin Eşref Edib'in anlattığı gibi olmadığını birçok şahidin huzurunda ifade etmişlerdir. Ki, o şahitlerin çoğu halen hayattadır. Ayrıca, görgü şahidi olan İskenderun'lu bir muhtardan aldığımız bilgiler dahil olmak üzere, bizim bütün araştırmalarımız, Namık Gedik'in intihar etmediğini, aksine komaya girinceye kadar işkence gördüğünü ve akabinde Harp Okulunun yüksek penceresinden aşağıya atılarak cinayete intihar süsü verildiğini gösteriyor. Bütün bunlar bir yana, "dindar Demokratlar"dan olan Namık Gedik'in "İslâmiyete ciddî taraftar" olduğunu, dolayısıyla Üstad Bediüzzaman'a karşı düşmanca bir fikir ve tavır içine giremeyeceğini gösteren en büyük hüccet ve senet, bize göre yine Hz. Bediüzzaman'ın kendi beyanlarıdır. Bu bahsi de, işte o kerâmetvâri beyanla noktalamak istiyoruz. Aslı "Emirdağ Lâhikası"nın 449. sayfasında olup, ayrıca "Beyanat ve Tenvirler"in, 249. sayfasında yer alan Üstad Bediüzzaman'ın Namık Gedik, Menderes ve Tevfik İleri hakkındaki mektubu şöyledir: "Bismihi Subhanehu "Ankara’ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, İslâmiyete ciddî taraftar Dahiliye Vekili Namık Gedik’i görmek ve İslâmiyetin kahramanı olan Adnan Beye ve Tevfik İleri gibi mühim zatlara bir hakikatı söylemektir ki: Hem Demokrata ezan–ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risâle–i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem–i İslâmı, hattâ bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Bu ise, bu mesele için otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik’i görmek istedim ve geldim. Adnan Bey, Namık Gedik ve Tevfik İleri gibi zatların hatırı için başka yere gitmedim." 02.06.2009 E-Posta: [email protected] |