Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Siyasî yargı ve AİHM |
Yeni Adalet Bakanı Sadullah Ergin, cezaevindekilerin yüzde 60’ını, yargılanmayı bekleyen tutukluların oluşturduğunu söylüyor ve “maalesef” diye açıkladığı bu çok düşündürücü bilginin ardından, “Geciken adalet, adalet değildir” prensibini hatırlatıyor. Bu gerçeği en fazla yaşayanların başında, tek parti döneminde haksız suçlamalarla konuldukları cezaevlerinde aylarca tutulduktan sonra beraat eden Bediüzzaman ve Nur talebeleri geliyor. 1947 sonunda başlayan Afyon serencamında, iki yıldan fazla devam eden dâvâda verilen mahkûmiyet kararının temyizde bozulduğu, ama maznunların, bozulan karardaki mahkûmiyet süresini tutuklu olarak hapiste geçirmek durumunda bırakıldıkları da aynı gerçeğin bir parçası. Denilebilir ki, o dönemde ülke tek parti rejimiyle yönetildiği için bunlar olabilir, “normal.” Ama aradan bu kadar sene geçtikten, tek parti diktasının yerini çok partili demokrasi aldıktan, dahası Türkiye AB adayı olup üyelik müzakerelerine başladıktan sonra dahi Adalet Bakanının açıkladığı acı gerçeği yaşamaya devam ediyorsa, burada derin ve vahim bir sorun var demektir. Onun için, yargı ve adalet reformu, Türkiye’nin en önemli ve öncelikli meselelerinden biri olma vasfını hâlâ koruyor. Adaleti adalet olmaktan çıkaran “gecikme” sorunu neşter bekliyor. Bununla bağlantılı bir diğer nokta, âdil yargılama hakkına yönelik ihlâller. Nitekim AİHM’e gidip, oradan Türkiye’nin mahkûmiyeti ile çıkan kararlar içinde bu ihlâller büyük bir yer tutuyor. AİHM deyince, Türkiye’nin bu mahkemeyle olan ilişkisi açısından çok ilginç bir gelişme oldu. Avrupa Konseyine başvuran Türkiye, “AİHM, mahkûmiyetle sonuçlandırdığı kararlarda yüksek tazminatlar belirlemesi sebebiyle bir kazanç kapısı gibi görülmeye başlandı ve ekonomik kriz döneminde giderek büyüyen bir endüstri oluşturdu” diyerek, mahkemenin verdiği tazminat kararlarından duyduğu rahatsızlığı açığa vurdu. Adalet Bakanı, son beş yılda AİHM’in verdiği tazminat kararları sebebiyle ödenen para miktarını 85 milyon 738 bin 816 TL olarak açıkladı. Demek ki Türkiye, sadece beş yıl içinde, eski parayla yüz trilyona yakın bir meblağı, Avrupa kriterleriyle çelişen mahkeme kararlarının yol açtığı hak ihlâllerinden kaynaklanan mağduriyet ve kayıpları telâfi için ödemek zorunda kalmış. Mahkemelerin “Türk milleti adına” verdikleri ve adaleti tecellî ettirmek yerine hak ihlâline sebep olan kararlar yüzünden ödemek zorunda kalınan bu para, yine milletin cebinden çıkıyor. Böyle birşey olabilir mi? Hani, Türkiye’yi hem hiç yoktan ekonomik zarara sokan, hem imajını bozan, hem de—daha önemlisi—bazan telâfisi imkânsız mağduriyetlere yol açan bu yanlış kararlar için ödenen tazminatlarla ilgili olarak, söz konusu kararlara imza atanlara rücu edilecek ve ödenen meblağlar onlardan tahsil edilecekti? Peki, bu tazminat kararlarına gerekçe oluşturan ciddî hak ihlâllerini düzeltme veya asgarîye indirme yoluna gitmek yerine böyle bir şikâyette bulunmak, hangi hukuk mantığı ile bağdaşır? İşte, AİHM’deki eski Türk temsilci Rıza Türmen’in dünkü Milliyet’te verdiği hazin bilanço: “Son on yılda Türkiye aleyhine 1676 ihlâl kararı çıkmış. Türkiye bu rakamla birinci durumda. Son on yılın (1998-2008) istatistiklerine göre, 47 devlet arasında Türkiye yaşam hakkını en çok ihlâl eden devlet (63 esastan ihlâl, 114 etkin soruşturma eksikliğinden ihlâl), en çok işkence ve kötü muamele yapan devlet (161 ihlâl), en çok birey özgürlüğünü hukuka aykırı olarak sınırlayan devlet (329 ihlâl), en çok haksız yargılama yapan devlet (513 ihlâl), en çok düşünce özgürlüğünü ihlâl eden devlet (166 ihlâl), en çok toplantı özgürlüğünü ihlal eden devlet (26 ihlâl), en çok özel mülkiyeti ihlâl eden devlet (446 ihlâl).” Bu acı tablo, adaleti tesis yerine rejim muhafızlığına soyunan ve son dönemde ülkeyi bizzat yönetmeye kalkışan siyasallaşmış yargının eseri. 02.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (31.05.2009) - Müstehcenlik ve tesettür (30.05.2009) - Bu tutuklukla nereye? (29.05.2009) - Yine mi oyalamaca? (26.05.2009) - Davudoğlu ve AB (24.05.2009) - Cenaze buluşmaları |