Mikail YAPRAK |
|
Yazayım mı, yazmayayım mı? |
Uzun zamandır düşünüyordum. Acaba yazsam mı, yazmasam mı? Ve nihayet şöyle bir girizgâhla yazıverdim gitti: Nedir bendeki bu halet-i ruhîye, aziz ve sadık okurlar? Allah dert vermesin! Ben derdimi sizinle paylaşmayıp da kiminle paylaşayım? İşte derdimin bir tanesi şudur ki, gönderdiğim bir yazıyı tekraren tashihe tâbi tutup, güya bazı ufak tefek arızaları giderdikten sonra yeniden gönderiyorum. Bereket ki, bu yeniden göndermeler, üçüncü defayı aşmıyor ve o üçüncü gönderme de “son şekli” ünvanını alıyor. Buna rağmen, karşı taraftan da şamar gibi bir “gönderme“ alabiliyorum bazen.. ”Son şeklinin, son şeklinin en son şekli ne zaman gelecek?” diye.. *** Avrupa’dan yazan kadim dostum, bendeki bu hastalık derecesindeki titizliği bilip bilmeden, bir yazısını, “Şuna bir bakıver” diye uzatmaz mı? Ben de, “Tashihat serbest mi?” sorusuna, baş sallayan bir cevabın cesaretiyle, bir iki kelimeyi düzeltmeye yeltenme sadedinde, “tahrip”le başlayan iki cümleyi peş peşe getirerek, güya akıcılık kazandırmak istedim. Sonunda gazetede o “tahrip” kelimesinin biri “tarih” olarak çıkmaz mı? Alın işte benim yüzümden tarihî bir hata.. Ve “tamir” adına bilmeyerek yapılan bir tahribat.. *** İşte altı çizilecek bir cümle: Tamir adına tahribat.. Ve en çok sakınmamız gereken hususlardan bir tanesi. Büyüklerimiz buna “kaş yapayım derken, göz çıkarmak” demişler. Aslında niyet “yapmak” olsa bile bazen yıkıma yol açabiliyormuş. Demek ki sadece niyetle olmuyormuş. Dikkat lâzım, itina lâzım, muhakeme lâzım. Daha ötesi ilim lâzım, maharet lâzım. Halbuki tamir bizim biricik işimiz, asıl mesleğimiz. Külliyatta kaç yerde “Mesleğimiz tamirdir” geçer. Uhuvvetin, tesanüdün ve ihlâsın bizim mesleğimizdeki yerini bilmeyenimiz yoktur. Buna âzamî dikkat edildiğini de kimse inkâr edemez. Bu husustaki hassasiyet ve dikkate rağmen, nazlanmalar olur, hatta kırılıp dökülmeler olur. Halbuki nesebî kardeşler bazen yumruk yumruğa girişirler de, babalarının huzuruna çıkınca, “Hiç babacığım biraz şakalaşmıştık işte” deyip sıyrılırlar. Yahu, bizdeki bu nasıl bir kardeşliktir ki, bazen bir (surat asmak demeyeyim de) candan tebessümsüzlük bile zarar verebiliyor. Büyük Üstadın bunu ne kadar veciz ifade ettiğini bilirsiniz: “Saatimizin zembereğine ve gözümüzün hadekasına gelen bir saç, bir zerrecik dahi incitir.” “Bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa, bir dağı setreder, göstermez.” Bazen bu birinci cümledeki “incitmeme” emrine ne kadar dikkat edersen et, yine incitebiliyorsun. Zira ötekinin gözünün üstüne sinek kanadı düşmüştür. O kardeşin gözünün üstüne düşen kılı, hassas bir cımbızla almak yine sana düşüyor. Kılı alıyorsun, kardeş sana tebessüm ediyor, bir de candan kucaklıyor. Ha bazen yanlış anlaşılmak da kaçınılmaz oluyor. Aslında sen iki kardeşin arasını bulmaya çalışıyorsun. Ama yanlış bir metodla, her birisini ayrı mekânlarda dinliyor, sonra birininkini ötekine aktarıyorsun. Yani farkında olmadan söz taşıyıcı oluyorsun. Sonunda biri tarafından, belki her ikisi tarafından yanlış anlaşılabiliyorsun. Yani “ne İsa’ya, ne Musa’ya” deyiminde olduğu gibi ortada kalıyorsun. En iyisi, (bağlar tamamen kopmamışsa) onları bir araya getirip, beraberce dinlemek.. *** Yüksek müsaadenizle aziz dostlar, bu mektubumda öyle belli bir mevzuun etrafında dönüp dolaşmayayım. Girizgâhda olduğu minval üzere devam edeyim. Hem ilhamımız da bu yönde seyrediyor, onu incitmeyeyim ki, uçup gitmesin. Zaten geçen hafta yazamayışımın mazereti de “ilhamsızlık” olmuştu. Yazıişlerimize, “İlham yok, mazur görünüz” diye yazmıştım. Nasıl olsa, yazma konusunda gazetemle olan mutabakatımın esasını, karşılıklı isteğe bağlılık teşkil ediyor. – Yazıyorum. – Sen bilirsin. –Yazmıyorum. –Eh vallahi sen bilirsin, ama.. İşte bu “ama” kelimesi bile bizi teşvike yetiyor. Zira bu “ama”nın arkasında gizli bir “Yazarsan iyi olur” vardır. Ama yetkili kadro bunu açıkça söylemeyi fazla buluyor. Zira Bediüzzaman’ın gazetesinde “minnetsizlik” vardır. *** Geçen hafta yazamamanın akabinde, İstanbul’daki bahar toplantısına katıldım. Hakikaten de tam bir bahar toplantısı yani. Oylamaya yeşil kartlarla katılmak ne güzel. Doğrusu yeşil kartlar havadayken manzarayı karşıdan seyretmeyi istemiştim ki, sağ olsun muhabirimiz, toplantı haberini yeşil kartlar havadayken yakaladığı bir fotoğrafla beraber vermiş. Sakın sonbahar toplantımızın kartları da gazel renginde olmasın? Sanmıyorum. Biz orada gazel okumuyoruz ki. Yine yeşil olur her halde. *** Aslında İstanbul dönüşü, toplantı notlarını yazayım, istedim. Hatta kalemim yoktu, hostesten rica ettim. Uçakta iki saat kalem kâğıt elimde kaldı, bir damla ilham gelmedi. Uçak yolculuğundan sonra, iki saat trende de kalem kâğıt elimde kaldı. Bir cümle ilham gelmedi.. Ey toplantı sırasında görüştüğüm temsilcilerden beni yazıya teşvik edenler! Ey yıllar önce yazdığım “sigara” yazısını hâlâ cebinde taşıyıp, yeri geldikçe okuyan ve bununla sigarayı terk eden birinden söz eden Tire temsilcimiz Ersan Temiz Ağabey! Ey yazılarımı okuma lütfunda bulunduğunu söyleme nezaketinde bulunan, Nur dâvâsının “yılmaz” bekçisi Necati Ağabey! Ey her vesileyle bizi yazıya teşvik eden yazarlıkta ustalarım! Ve ey değerli okurlar! Toplam dört saatlik uçak ve tren yolculuğunda bir yazıyı çıkaramayan bu “ilhamsız” kardeşinizden hâlâ yazı bekliyor musunuz? 28.05.2009 E-Posta: [email protected] |