Şaban DÖĞEN |
|
Bir kutup gibi olmak |
Siz hiç zulme, haksızlığa maruz kaldınız mı? Kaldıysanız hakkınızı aramışsınızdır. Aradığınız halde suçsuzluğunuzu kabul ettiremeyip zulümlere maruz kaldığınız oldu mu? Olsaydınız, neler düşünür, neler yapardınız? Zemherinin en şiddetli günlerinde Bediüzzaman Said Nursî’yi tevkif edip büyük, gâyet soğuk, sobasız bir koğuşta hapsetmişlerdi. Bütün işi Kur’ân ve iman hakikatlerini açıklamak, muhtaç gönüllerin imanlarını kurtarmak, insanları çeşitli kötülüklerden uzaklaştırarak topluma kazandırmaktı. Bu suç görülmüştü o günlerde. Fakat o güzel görüp güzel düşündüğü için musîbette nimeti, zahmette rahmeti görmüş, olayın rahmet ve hikmet yönlerini bulmaya çalışmış, sabretmişti. Hapishanede inâyet-i İlâhiye ile bir hakîkat inkişaf ederek, Nurların hapishane içi ve dışında intişar ve fütûhâtından dolayı binlerce şükretmiş ve rûhuna, “Sen onların zulmü yüzünden hem sevap, hem fâni saatlerini bâkîleştirmeyi, hem mânevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve dîniyeyi ihlâs ile yapmasını kazanıyorsun” diye ihtar edilmesi üzerine, bütün kuvvetiyle “Elhamdülillâh” diye duâ etmişti.1 Böyle bir anlayış tahkikî imanın armağanıydı. İnsan imanı ölçüsünde musîbetlere göğüs gerip arkasındaki rahmet tecellilerini görüp sabredebiliyordu. Bediüzzaman da bıkmadan usanmadan “Hapishane bir medres-i Yusufiyedir” deyip ruhen susamış gönüllere hakikatleri anlatmış; insanların kurtuluşlarına, düzelmelerine vesile olmuştu. Ondan ders alan, ona talebe olanlar da onun ders ve telkinleriyle büyük bir destek ve şevk buluyor, gerek hapishanede ve gerekse dışarda mü’minlere büyük bir moral gücü oluyorlardı. Bu önemli hakikate bir makalesinde Bediüzzaman şöyle dikkat çekmişti: “Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan îtikâdın istinat kal’aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan, her mü’min, tek başıyla dalâletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir îmân-ı tahkîkî lâzımdır ki dayanabilsin. Risâle-i Nur bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda ve en lüzûmlu nâzik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakâik-ı Kur’âniye ve îmâniyenin [Kur’ân ve iman hakikatlerinin] en derin ve en gizlilerini, gâyet kuvvetli bürhanlar ile ispat ederek; o îmân-ı tahkîkiyi taşıyan hâlis ve sâdık şâkirtleri dahi, bulundukları kasaba ve karye ve şehirlerde, hizmet-i îmâniye îtibariyle âdetâ birer gizli kutub gibi, mü’minlerin mânevî birer nokta-i istinâdı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i mâneviye-i îtikadları cesur birer zâbit gibi, kuvvet-i mâneviyeyi ehl-i îmânın kalblerine verip, mü’minlere mânen mukavemet ve cesâret veriyorlar.”2 Buna ihtiyaç da vardı. Bunu da başka bir mektubunda şöyle anlatıyordu Bediüzzaman: “Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi, yalnız bize ve Risâle-i Nur’a menfaati için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat'î buldukları bir hakikate dayanmaya pekçok muhtaç bulunan avâm-ı ehl-i iman için dalâlet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle, sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki, bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez, mağlûp olmaz diye kuvve-i mâneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.”3 Onlar hapishane de olsalar zahmetteki rahmeti, musîbetteki hikmeti görme sırrıyla moral ve şevk vermeye devam ediyorlardı. Dipnotlar: 1. Mektubat, s. 450. 2. A.g.e.. 3. Şuâlar, s. 284. 28.05.2009 E-Posta: [email protected] |