Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Mayın tuzağı |
28 Şubat’ın mayınlı alanlarına girmekten köşe bucak uzak durarak geçirdiği beş buçuk yılın ardından, 22 Temmuz sonrasında gündeme getirir gibi yaptığı yeni anayasa projesini hemen askıya alıp “üniversitelerde başörtüsü” bahsinde bile bile mayına basan ve bedelini, hakkında açılan kapatma dâvâsının getirdiği yeni sıkıntılarla millete ödeten AKP şimdi bir başka mayın çıkmazında bocalıyor. Suriye sınırındaki arazinin mayınlardan temizlenmesi işi, tam bir kördüğüm haline geliyor. Bu iş için dört yıl önce çıkarılan kararnameyle bir İsrail firmasına verilen ihalenin Danıştay’ca iptali üzerine, konunun Mecliste bir yasayla tanzimi zorunluluğunun ortaya çıkması, hadisenin fark edilip tartışmanın büyümesine sebep oldu. (Bir yönüyle olay, yöntem olarak, vaktiyle Ecevit hükümetinin Meclisten geçiremediği irtica kanunlarını kanun hükmüyle kararname yoluyla yürürlüğe koyma girişimini hatırlatıyor. O deneme de Sezer’in vetosuna takılıp geri dönmüştü.) Çıkarılmak istenen yasada, ihaleyi alacak firmanın, mayından arındıracağı bölgeyi tarım alanına çevirip 49 yıllığına işletmesi öngörülüyor. Kanun metninde bu firmayla ilgili olarak yerli mi, yabancı mı, İsrailli mi olacağına dair bir ifade yok. Ama 2005’te yapılıp Danıştay tarafından iptal edilen ihalenin İsrailli bir firmaya verilmiş olması, kuşkuları yine aynı noktaya odaklıyor. Partisinin Düzce kongresinde “Paranın dini, ırkı, milliyeti olmaz” sözünü tekrarlayan Başbakanın, “İsrail’e peşkeş” bahsinde, iddiaları cevaplarken teyid eden bir söylem kullanması ve “Yahudi sermayesi yatırım yaparsa orada İzak değil, Ahmet, Mehmet çalışacak” gibi sözler söylemesi, söz konusu şüpheleri daha da kuvvetlendirdi. Böyle olunca, diğer hükümet üyelerinden sâdır olan “İhalenin İsrail’e verileceğini kim söylüyor?” gibi savunmaların pek kıymeti kalmıyor. Nitekim kamuoyundaki algı, ihalenin yine bir İsrail firmasına verileceği yönünde oluştu bile. Muhalefetin, “Böyle yapılarak Davos çıkışının İsrail cenahında yol açtığı tepkinin yatıştırılması ve bir anlamda özür mesajı verilmesi mi amaçlanıyor?” gibi söylemleri de bu algıyı pekiştiriyor. Kamuoyunda bu yaklaşımın öne çıkması ise, AKP içerisinde giderek büyüyüp derinleşen bir sıkıntıya yol açıyor. Kapatma dâvâsıyla başlayan süreçte zaten huzursuz olan milletvekilleri, Erdoğan’ın ve parti yöneticilerinin bütün ikna çabalarına ve uyarılarına rağmen, kuşkuları atamadıkları sinyali veren bir görüntü sergiliyorlar. Ve sonuç olarak, 1 Mart tezkeresinin reddinde yaşanan şokun, mayın ihalesi konusunda da tekrarlanması ihtimalinin arttığı ifade ediliyor. Oluşan tablo, başı yeterince dertte olan iktidar partisinin, muhtemelen hiç hesaba katmadığı bu meselede de köşeye sıkıştığını gösteriyor. Bir tarafta, Ottawa sözleşmesinin de gereği olarak mayınları en geç 2014’e kadar temizleme zorunluluğu; diğer tarafta bu iş için muhtemelen bazı adreslere önceden verilmiş sözler; diğer taraftan giderek tırmanan kamuoyu hassasiyeti. Esasen, Ottawa sözleşmesi bir tarafa, şimdiye kadar binlerce can almış olan mayınların temizlenmesi, devletin herşeyden evvel kendi halkına karşı yerine getirmesi gereken bir sorumluluk. Ama bu temizlik adı altında, arkasında başka kirli hesaplar da yattığı kuşkusu uyandıracak ve birşeyler kotarılmak istendiği izlenimi oluşturacak tarzda davranılması, işin rengini değiştiriyor. Suriye sınırındaki mayınları İsrail firmasına temizleterek mi Türkiye-Suriye ilişkileri geliştirilecek ve İsrail-Suriye barışına katkı sağlanacak? TSK, evvelce döşediği mayınları temizleme işinin niye altından kalkamıyor? Bunun üstesinden gelecek yerli firma yok mu? Daha önce, şimdi telâffuz edilen rakamlardan çok daha düşük fiyatla ihaleye talip olan Alman firması niye dışlandı? Ve zihinleri kurcalayan daha birçok soru. Hükümet bu sorulara tatminkâr cevaplar vermeden ısrarını sürdürürse kendisini zora sokar. 28.05.2009 E-Posta: [email protected] |