Cevher İLHAN |
|
“Büyük fırsat” ve demokratik çözüm (2) |
Ortada bir çelişkiler yumağı var. Cumhurbaşkanı, “Terör ve şiddet olursa hiçbir şey olmaz, terörün olduğu yerde demokrasi zor yükselir” diyor. Başbakan, “Kimlik siyasetini öncelikli mesele haline getirmek, bu ülkeye ihânettir” diye uyarıyor. Ve ardından “büyük fırsat”ı zehirleyen “Karayılan’ın önerileri” konuşuluyor… Gerçek şu ki Karayılan’ın önce Hasan Cemal, ardından da İngiliz gazeteci Anthony Loyd aracılığıyla Ankara’ya ulaştırdığı “mesajlar”, bundan bir asır önce Osmanlı’yı yıkmaya uğraşan ecnebilerle işbirliği içindeki kavmiyetçilerin “muhtariyet talebi”yle aynı. Bediüzzaman’ın doksan yıl önceki tespitiyle, “kendilerini Kürdlerin vekil-i müdafi’ olarak gösterenler”in öncülük ettiği “hakiki Müslümanlardan olan Kürdleri Müslümanlıktan ayırma” hesabına, ifsad şebekelerinin “büyük plânı”nın propagandası. “Büyük plân” şu: “Öcalan’ın tâlimatı”yla tıpkı “DTP raporu”ndaki gibi güya “bağımsızlık” iddiasından ve “bağımsız devlet”den vazgeçiyor gibi görünüp, lâkin “özerklik” perdesinde etnik ve bölgesel farklılık üzerine bina edilen “tefrika” fitnesine zemin hazırlamak. İngiliz The Times gazetesinin Karayılan’ın ağzından, “Terör örgütünün Türkiye’de yaşayan 12 milyon Kürt için bağımsız bir devlet kurma yönündeki esas talebinden vazgeçtiği”ni duyurup, ülkenin kavmiyetçilik üzerine “özerk bölgelere bölünmesi”ni ve “etnik parlamento” müzâkeresini, “iki tarafın da kaçırmaması gereken nadir fırsat” olarak lansesi, bu fitnenin bir parçası. Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “Kürdleri ecnebî himâyesi altına alan “İslâm’ın men’ettiği (yasakladığı), uhuvvet-i İslâmiyeye (İslâm’ın mânevî kardeşliğine) münâfi (aykırı) pek mânâsız bir iddia olan ‘Kürdlük davası”nın tahriki, Osmanlı devletini ortadan kaldırmaya uğraşan, Birinci Dünya Savaşında Ortadoğu’yu cetvellerle bölüp parçalayan ecnebilerin telkinini taşıyor. (Kürdler ve Osmanlılık, Sebilürreşâd, 17 Mart 1920;Eski Said Dönemi Eserleri,107-110, Yeni Asya Neşriyat)
DEMOKRATİKLEŞME MUNDAR EDİLMEKTE Kısacası, Karayılan’ın “yerli” ve yabancı gazetecilerle ilettiği “istekler”, Ankara’dakilerin “büyük fırsat” dediği, dünyanın gözünde “hak ve özgürlükler” olarak lanse edilen demokratik açılımları, “çirkin ırkî ayırım illeti”ne âletle mundar etmekte. Yeryüzünün şenlenişi ve baharın diriltilişi olan Nevruzun “kavmiyetçilik” politikalarıyla tefrika tahrikine ve “isyan provası”na dönüştürülmesi misâli, hak ve özgürlükler, mâsum talepler, “etnik farklılık” üzerinden “kimlik tartışmaları”yla fitne malzemesi yapılmakta. Görünen o ki Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi, “muhtariyet” perdesi altındaki tahrik, “altıyüz seneden beri bayrak-ı tevhidi (İslâm’ın tevhid ve birlik bayrağını) umum âleme karşı i’lâ eden (yücelten) Türkler”le onların “cihâd arkadaşı” Kürtleri birbirinden koparma komplosu… Bediüzzaman’ın “Prens Sabahaddin Beyin Su-i Telakki Olunan Güzel Fikrine Cevab”ta ikaz ettiği, “adem-i merkeziyet”in amcazâdesi olan “gayr-ı mahlut (tek bir ırkı temsil eden) siyasî kulüpler (particiler)” sirayetiyle “muhtariyet”ten “bağımsızlığa” varan “iftirak” fitnesini azdıran, bölünmeyi kışkırtan teşebbüsler, aynı menhus maksada mâtuf. Demokrasi ve hürriyetin “hasene-i uzması (büyük hayrı ve iyiliği)” olan “millî ittihadı” zehirleyen iftiraka çeviren ırkçılıkla fitneyi uyandırmaktır. (a.g.e., s.183-4)
ECNEBİ POLİTİKASINA ÂLET… Bütün milletin hakkı olan hakları ve hürriyetleri meşru zeminlerde akl-ı selimle mâkul demokratik talepler olarak belirlemek yerine, terörü “tehdit” ve “şantaj” aracı kullanıp birlik ve bütünlük perdesini yırtmak, keşmekeş ve kargaşa ortasında büyük bir günâh olan “meyl-i iftirakı (ayrılık düşüncesini)” alevlendirmektir. Bin sene birlikte yaşamış, omuz omuza cihâd edip Kur’ân’ın bayraktarlığını yapmış Türklerle Kürtlerin ve sâir Müslüman unsurların birbiriyle mecz olmuş ve “tam birleşmiş İslâmî bir milliyet” haline gelen inanç birliği üzerinde gelişen kardeşliği, “etnik iftirak”la dinamitlemek, küresel ifsad şebekelerin tuzağına düşmektir… Milyonlarla şehidin kanıyla kaynaşmış İslâm kardeşliği bağıyla bin yıl boyunca barış ve birlik içinde yaşamış Türklerle Kürtlerin bütünlüğünü inanç temelinden tasfiye; mânevî muhkem birlik rabıtalarını, ayrılıkçı te’villerle bombalamak, ecnebi politikasına âlet olmaktır… Bu durum, vatanı-milleti ve en evvel Kürtleri dehşetli bâdirelere sürükler. Kuzey Irak’ta olduğu gibi, Kürtleri okyanuslar ötesinden gelen işgalci emperyalistlerin kucağına düşürür. “Hükümsüz irâde”yle “bütün harekâtı bizzat hâriç hesabına geçen”, “menfî zaaf”la “hâriç cereyana kuvvet veren bir âlet-i laya’kıl (akılsız-şuursuz bir âlet) olur.” (Sünûhat, 64-65) Özetle “özerklik modeli”ni, “federasyon” ve “eyâlet” tartışmalarını, “etnisiteyi siyasallaştırma”yı gündeme getirmenin “demokratik talepler”le, iyiniyetle alâkası yoktur. Olsa olsa bütün bölge halkını mandacılıkla “ecnebî himâyeciliği” altına sokar. “Büyük fırsat”, tefrikaya karşı yegâne çâre demokratik çözümdür; bu dikkat ve ferâsettir… 02.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Cinayetlere çanak tutan medya |
Alışık olmadığımız pek çok hadise meydana geliyor ve bunları duyanlar da haklı olarak, “Bunları ‘insan’lar yapmış olamaz” diyor. Meselâ, televizyonları işgal eden çirkinden de öte bir çocuk cinayetinden bahsediliyor. İddiaya göre annesi çocuğu katletmiş ve bir tarlaya atmış. Aynı şekilde, İstanbul Etiler’de işlenen bir ‘genç kız cinayeti’ de duyanları derinden yaralıyor. Hiç kimse böyle çirkinliklerin ‘insan’larca işlenebileceğini kabul etmek istemiyor. “İnsanlar çıldırmış olmalı” dedirten bu ve benzeri çirkinlikler bir uzmana sorulmuş ve değerlendirmesi istenmiş. Psikiyatrist Prof. Dr. Arif Verimli, doğru tesbiti yaparak ‘suçlu’yu en başta teşhis etmiş: Televizyoncular, dolayısı ile medya birinci ‘suçlu’dur! Tabiî ki ‘medya’ mensupları bu teşhisten memnun olmayacaklar, ama Prof. Dr. Verimli sözlerini sakınmamış: “Yeni bir şey olmuyor aslında. Çünkü şiddet insanlık tarihi boyunca hep vardı. (...) Bu insanlar daha önce köyde, kasabada idare ediliyordu. Bu insanlar kente göçmeye başlayınca kendilerini denetleyemez oldu. (...) Türkiye’de yaşayan tamamen normal insan oranı yüzde 70’i geçmez ama bu yüzde 70; yüzde 15’i marjinal insanlar, yani toplum dışında kalan arızalar ve yüzde 15’i pozitif marjinallerle sanatçılar, yazarlar, çizerler, zenginler, varlıklılarla bir arada yaşamaya çalışıyor. Dolayısıyla o yüzde 70’in de ister istemez ruh sağlığı etkileniyor. (Etkilenmede en önemli faktör ne?) Kesinlikle televizyoncular! Ellerinde kamera ile dolaşıyor, gazeteleri, dergileri araştırıyor ve yüzde 15’ten bir vakayı bulup, bunu yüzde 70’e seyrettiriyor. Sonra toplumda bir şeylerin kötüye gideceği gibi bir izlenim oluşuyor. İnsanlar hatalı bir anlayışa sürükleniyor.” (Sabah, 31 Mayıs 2009) Prof. Verimli, iki önemli probleme de parmak basıyor: Uyuşturucunun (belki de teşvik edilip) yaygınlaşması ve medyadaki ‘raiting/izlenme’ yarışı ya da kavgası! Peki bu problemlerin çaresi yok mu? Elbette var: TV’yi kapatmak! “Bu çağda TV kapatmak olur mu?” diyenler varsa, buyursunlar çirkin cinayet haberlerini izlemeye. Sonra da bu haberlerin etkisinde kalıp ‘manevî hasta’ olmayı göze alsınlar! Toplumdaki “öfke patlaması”nın önünün de ancak İslâmiyetteki davranış öğretileriyle alınabileceğine işaret eden Verimli, ‘tüyler ürperten cinayetler’in ‘açık bilinç’le yapılabileceği kanaatinde değil. Onun tahmini, işin içine ‘uyuşturucu’nun karışmış olabileceği yönünde. Her halde buna ‘alkollü içkilerin etkisi’ni de katabiliriz... Peki, ‘uyuşturucu/öldürücü’ tehdidine karşı çocuklarımızı nasıl koruyacağız? Prof. Dr. Verimli’ye göre çare ‘aile’de: “Bu çok sinsi problemdir. En büyük sorumluluk ailelere düşüyor. Çocuğunu uyuşturucudan uzak tutmak için sarıp sarmalayacak. Başka çaresi de yok!” Evlerimizin baş köşesine yerleştirdiğimiz televizyonların tahrip edici yayınları karşısında sessiz kalmayalım. En tesirli propaganda, bu programları izlememek. Başka türlü akıl ve ruh sağlığımızı korumamız mümkün görünmüyor. Elbette, televizyonların tahribine destek veren diğer medya vasıtalarının ‘suç’larını da unutmayalım. Kendimizi, çocuklarımızı ve çevremizi bu musibetlere karşı korumaktan geri kalmayalım... 02.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Evlenilecek kişilerde aranılacak temel kriterler |
Evlilik ve aile müessesesi yalnızca kuvve-i şeheviyenin tatmini için tesis edilmemiş. Veya, sırf sevdiği için evlenilmez. Bunlar önemli sebeplerinden birisidir, ama, yalnızca bunlar değildir. Cennete, Hz. Adem (as)-Hz. Havva (ra) ile tesis edilen aile yuvasının daha pek çok sebepleri, hikmetleri vardır. Evlenilecek adaylarda genellikle dört ana kriter aranır: 1-Güzelliği, yakışıklılığı, 2-Zenginliği, malı, mülkü, 3-Soyu-sopu, 4-Dindarlığı, ahlâkı. Aile müessesesi hakkıda da tüm insanlığa rehber olarak gönderilen yüce Nebi (asm), bu maddelerden “dindarlığın” tercih edilmesi tavsiyesinde bulunur: “Dindarlığını, ahlâkını beğendiğiniz bir adam sizin âilenizden bir kıza tâlip olursa, onunla evlendirin. Şâyet bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve bozgunluk olacaktır”1 şeklinde de ikaz eder. Burada “dindarlık”tan maksat, yalnızca “başörtüsü örtmek” gibi şekilden, görüntüden veya sadece “dine meyyal bir çevreden” gelmekten ibaret değildir. Dindarlık, iman esaslarını kabul ile tahkikiye çevirmek; İslâm şartlarını yerine getirmek olduğu gibi; hayatının tüm safhalarını Kur’an ve Sünnet-i Seniyye’ye göre yaşamaktır. -Karı-koca olarak eşlerin birine karşı olan vazifelerini yerine getirmek, -Anne-baba, çocuk, eş, kardeş, insan, hatta hayvan ve eşya haklarına riayet etmek, -Sosyal münasebetlerin nezaket ve nezahet içinde yürütülmesi, -Alış-verişini dosdoğru yapmak, herkese imanın özelliği olan hürriyet çerçevesinde yaklaşmak, -İnsanlığa faydalı olmak da dindarlığın gereğidir. Kimi zaman, “Deliler gibi seviyorum, öyle ise evlenmeliyim!” diye tutturulur. Halbuki, deliler gibi değil, “akıllılar gibi sevmeli.” Yani, kimi, ne kadar, niçin ve kimin hesabına sevmemiz gerektiği de bu dindarlığın içindedir. Sırf sevdiği için veya güzelliği için evlilik tercih edilmez, edilmemeli. Bu durumda duygu sapması yaşanır. Özellikle gençlik ve evlilik aşamasında. Zaten bir kişi veya nesne yalnızca güzelliği için sevilmez: Ya lezzetinden, ya menfaatinden, ya güzelliğinden veya mükemmelliğinden dolayı sevilir. Meselâ bir eserden istifade etme imkânı yoksa güzel de değilse, fakat mükemmel, kusursuz ise, yine de o eser bu sıfatından dolayı sevilir. Diğer taraftan iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve manevî kaleler de sevgi sebebidir.2 Öyle ise, evlenmek için adaylarda sırf güzellik veya zenginlik kriter olamaz, olmamalı. Ahlâkı, bilgisi, dürüstlüğü, anlayışı, feraseti, becerisi, akıllılığı zekâsı, vs. gibi özellikler nazara alınmalı. Ki, bunlar da dindarlığın unsurlarındandır. Evlilik, imtihanı kazanmak, neslin devamını sağlamak, dinini yaşamak, huzurlu ve mutlu olmaktır. Kimi zaman yaşayarak, kimi zaman gözlemleyerek öğrendik ki, “güzellik ve yakışıklılık” bunları temin edemez. Zaten bunlar geçici şeylerdir. Meselenin bu boyutlarını çevrenize bakarak, akrabalarınızın aile hayatına inceleyerek anlayabiliriz: Sırf güzelliği, malı ve soyu-sopu için evlenenlerin aile hayatı kısa zamanda alabora olmuştur. Ama, dindarlık ve ahlak üzerine (sadece görüntü değil) bina edilen bir aile müessesesi, diğerlerine nazaran gayet huzurlu ve mutlu bir şekilde devam ediyor. Bir erkek, kendine denk (küfüv) ve Kur’an ile Sünnetin ortaya koyduğu kriterlere uygun bir eş bulana kadar, kendisini işine, hizmetine vermeli. Zaten, bir mevzua yoğunlaşmak, diğer meseleleri geri plana iter. Bu arada, kuvve-i şeheviyenin taşkınlıklarından korunmak için de Peygamberimizi (asm) dinlemeliyiz: “Kimin maddî imkânı varsa hemen evlensin. Kim maddî imkân bulamazsa oruç tutsun. Çünkü oruç, onun için şehvet kırıcıdır.”3 Bir bayanın, yakışıklı, fakat, ahlâkî zaaflarla malül biriyle evlenip, hem dünya hayatını zehire çevirip, hem de sonsuz hayatını mahvetmektense; nafakasını kendisi temin edip mücerret kalmayı tercih edebilir. Aile müessesesinin zedelendiğini gözlemleyen Bediüzzaman Said Nursi, “Dindar kadın, İslâmî terbiyeden nasibini almayanla evlenmek yerine nafakasını kendisi temin etmelidir”4 tavsiyesinde bulunur.
Dipnotlar: 1-Tirmizî, Nikâh 3.; 2-Hutbe-i Şâmiye, s. 58.; 3-Kütüb-i Sitte, c.17, s. 187.; 4-Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyatı, Alman Baskı, s. 293. 02.06.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Ölümün idam-ı ebedîsinden kurtulmak |
“Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi?”1 Bu ifade inançsız bir insanın ölüme bakışını tasvir ediyor. Ölümü bütün zevk ve lezzetlerin, tatlı hayatın bitişi, bir idam sehpası, herşeyin yok olup gitmesi olarak gören bir insan için yukarda anlatıldığı gibi ölüm sehpanın süslendirilmesinden farksızdır. Böyle durumdaki bir adam için ölümü sadece dünya zevk ve lezzetlerinin sona ermesi değil, aynı zamanda hem kendisini, hem de sevdiklerini yok eden bir darağacı olarak görmesi kadar daha dehşetli ne olabilir? Ondan kurtulmak için de mümkün olan bütün varını yoğunu, hatta dünya kendisinin olsa onu feda etmekte tereddüt etmez. Öyleyse bir insan için bundan daha önemli, daha büyük bir mesele düşünülemez. Ölümü böylesine bir fecaatten kurtarmanın yolu ise tahkiki imanı elde etmektir. “Kur’ân-ı Hakimin sırr-ı hakikatiyle ve i’cazının tılsımıyla, benim ve Risale-i Nur’un programımız ve mesleğimiz ve bilfiil semeresini gördüğümüz ve çalıştığımız ve gaye-i hareketimiz ve hedefimiz, ölümün idam-ı ebedisinden iman-ı tahkiki ile biçareleri kurtarmak ve bu mübarek milleti de her nevi anarşilikten muhafaza etmektir”2 diyen Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin bütün emeli imanların kurtulması idi. “Ben yalnız iman üzerine mesâimi teksif etmiş bulunuyorum”3 derken bu gerçeği dile getiriyor, “Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun”4 diyordu. Hatta onun “Eğer Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zatlar, Risale-i Nurla imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden necat bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helâl ederim”5 diyecekti. Bu diğergâmlığın zirvesi! İhtiyaç sahiplerine yiyecek, içecek, ev-bark, iş, hatta milyarlar bağışlamaktan daha önemli hizmet onların sadece fanî değil, ebedî hayatlarının mutlulukları için gerekli olan imanlarını kurtarmak. En önemli ve en büyük hizmet bu. “İnsanların en iyisi insanlara en çok faydası olan”6 değil mi?”
Dipnotlar: 1. Mesnevi-i Nuriye, s. 102. 2. Emirdağ Lahikası, s. 27. 3. Tarihçe-i Hayat, s. 543. 4. A.g.e., s. 544. 5. Emirdağ Lhahikası, s. 12. 6. Keşfü’l-Hafa, 1:393 (Hadis no: 1252). 02.06.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Namık Gedik ve bir yanlışı düzeltme zorluğu |
Ne acip bir tevâfuktur ki, yakın tarihimizde "intihar süsü" verilerek işlenen iki büyük cinayetin de—gün itibariyle—tarihi aynıdır: 30 Mayıs. 30 Mayıs 1876'da Osmanlı tahtından silâh zoruyla indirilen Sultan Abdülaziz, çok vahşice yapılan işkencelerle katledildi. 30 Mayıs 1960'ta ise, yine silâh zoruyla ama bu kez Demokrasi tahtından indirilen İçişleri Bakanı Namık Gedik, insanlık dışı işkencelerle ölüm derecesine getirildikten sonra pencereden aşağı atılarak katledildi. Ne tuhaftır ki, darbeciler bu her iki cinayet vak'asına da "intihar" damgasını vurdular ve resmî kayıtlara da öyle geçirdiler. Üstelik, bu yalanlarını birçok kimseye uzun müddet yutturdular. Ancak, aradan zaman geçtikçe ve ortalığı kaplayan korku bulutları dağıldıkça, darbecilerin yalanları da peyderpey gün yüzünü çıkmaya başladı. Bugün itibariyle, Sultan Abdülaziz'in intihar etmediğine ve canice öldürüldüğüne inananların sayısı daha fazla. Daha yakın tarihte vefat eden Namık Gedik'in durumu ise, tam tersine; yani, onun intihar ettiğine inananların sayısı daha fazla. Sebebi şudur: Sultan Abdülaziz vak'asının hem tarihi çok eskidir, hem de o vak'adan bir müddet sonra kurulan Yıldız Mahkemesi, ölüm hadisesinin intihar değil, cinayet olduğu yönünde bir karar verdi... Namık Gedik vak'ası ise, diğerine göre hem çok yeni sayılır, hem de bu hadisenin iç yüzünü aydınlatmaya matuf herhangi bir dâvâ açılmış, yahut bir mahkeme kurulmuş değil. Burada temas ettiğimiz bu iki tarihî hadise ile bağlantılı tevâfuklar zincirinin üç–dört halkasını daha nazara vererek, sözü günümüze ve bir yanlışı düzeltilmede çekilen zorlukların izahına getirelim. Bir: Bediüzzaman Hazretleri, İbrahim Sûresindeki ilk âyetin sonunda geçen "İlâ sirati'l Azizi'l–Hamid" cümlesinin, Risâle–i Nur'la bir bağlantısının bulunduğu ve bilhassa asrımıza baktığı cihetle Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devrinde yaşanan dehşetli hadiselerden (kanlı ilk askerî darbe, 1876) haber verdiğini ifade ediyor. Bu tarihler, aynı zamanda "Helâket ve felâket devri" olan âhirzamanın da ilk faslını teşkil ediyor. İki: Adına demokrasi dediğimiz meşrûtiyetin ilk ilânı da 1876'da gerçekleşiyor. Üç: Cumhuriyet devrinde vatan sathında çehresi görülen demokrasinin kanlı bir darbe ile ilk kez hançerlenmesi, 1960 senesinde vuku buluyor. Ki, bu darbenin yaklaşmakta olduğunu hisseden Üstad Bediüzzaman da, Emirdağ'da iken neşrettiği bir mektubunda "Halkçıların ırkçılığı elde edip Demokratları devirmesi" ihtimalinden söz ediyor ve bundan dolayı da "İslâmiyet nâmına telâş" ettiğini beyan ediyor. (Emirdağ Lâhikası, s. 387) Dört: Meşrûtiyet ve demokrasinin Türkiye'deki seyri ile irtibatlı olan yukarıdaki dehşetli hadiseler, aynı zamanda Bediüzzaman Hazretlerinin doğum ve vefat tarihleriyle tam bir tevâfukat içinde. Üstad Bediüzzaman'ın talebelerinden "Üç Feyzi"den birincisi olan Ahmet Feyzi'nin "Maidetü'l–Kur'an" isimli eserindeki (Kısmen, Tılsımlar mecmuasının âhirine derc edilmiş) tahlillerine göre, Hz. Üstad'ın velâdeti, tam da Sultan Abdülaziz'in katledildiği sene hatta Sultan Abdülhamid'in tahta geçtiği haftada vuku bulmuş. Ki, bu da Şaban'ın 15'i olan Berat Kandiline tetabuk ediyor.
Bir dostun uydurması Bu konuya yeniden paragraf açmamızın bir sebebi şudur: Bizim bir "demokrasi şehidi" olarak Namık Gedik'ten söz etmemiz, bu mazlum şahsiyet hakkında uydurulmuş bir yanlıştan kaynaklanan ezberleri bozdu, hataları tashih etti. Ancak, bizzat görgü şahitlerinin ifadelerinden aktardığımız bilgiler dahi, bazı okurlarımızın tereddütlerini gidermeye kâfi gelmedi. Onun için, daha genişçe bir izaha ihtiyaç hasıl oldu. Efendim, Üstad Bediüzzaman'ın Urfa'da vefatı öncesinde yaşanan gerginliğin en büyük sebebini İçişleri Bakanı Namık Gedik'in tutumuna ve gûyâ onun "Said Nursî derhal geldiği yere geri dönsün; ambulans yoksa, çöp arabasıyla da olsa oradan geri gönderilsin" sözüne dayandıran kişi, ne yazık ki dost bir şahsiyet olan Eşref Edib'tir. Evet, bu hikâye tamamen onun bir uydurması olup, doğrudan doğruya Nur Talebelerini Demokratlardan soğutmaya matuftur. Bediüzzaman Hazretleri, koyu ve tarafgir bir Millet Partili olan Eşref Edib'le iman cihetiyle dost ve kardeş, ancak "siyasette değil" ifadesini kullanırken (E.. Lâhikası, s. 281), sadâkatte birinci talebesi olan Zübeyir Gündüzalp ise, Hz. Üstad'ın vefatı esnasında yaşananların ve bilhassa Namık Gedik'e atfedilen menfi sözlerin Eşref Edib'in anlattığı gibi olmadığını birçok şahidin huzurunda ifade etmişlerdir. Ki, o şahitlerin çoğu halen hayattadır. Ayrıca, görgü şahidi olan İskenderun'lu bir muhtardan aldığımız bilgiler dahil olmak üzere, bizim bütün araştırmalarımız, Namık Gedik'in intihar etmediğini, aksine komaya girinceye kadar işkence gördüğünü ve akabinde Harp Okulunun yüksek penceresinden aşağıya atılarak cinayete intihar süsü verildiğini gösteriyor. Bütün bunlar bir yana, "dindar Demokratlar"dan olan Namık Gedik'in "İslâmiyete ciddî taraftar" olduğunu, dolayısıyla Üstad Bediüzzaman'a karşı düşmanca bir fikir ve tavır içine giremeyeceğini gösteren en büyük hüccet ve senet, bize göre yine Hz. Bediüzzaman'ın kendi beyanlarıdır. Bu bahsi de, işte o kerâmetvâri beyanla noktalamak istiyoruz. Aslı "Emirdağ Lâhikası"nın 449. sayfasında olup, ayrıca "Beyanat ve Tenvirler"in, 249. sayfasında yer alan Üstad Bediüzzaman'ın Namık Gedik, Menderes ve Tevfik İleri hakkındaki mektubu şöyledir: "Bismihi Subhanehu "Ankara’ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, İslâmiyete ciddî taraftar Dahiliye Vekili Namık Gedik’i görmek ve İslâmiyetin kahramanı olan Adnan Beye ve Tevfik İleri gibi mühim zatlara bir hakikatı söylemektir ki: Hem Demokrata ezan–ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risâle–i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem–i İslâmı, hattâ bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Bu ise, bu mesele için otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik’i görmek istedim ve geldim. Adnan Bey, Namık Gedik ve Tevfik İleri gibi zatların hatırı için başka yere gitmedim." 02.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kur'ân surelerinin sıralanışı |
Ankara’dan okuyucumuz: “Kur’ân-ı Kerim’de sûrelerin sıralanışı neye göre belirlenmiştir? Neden iniş sırasına göre diziliş olmamıştır? Açıklar mısınız?” Noktasından virgülüne, tertibinden dizilişine Kur’ân-ı Kerim ile ilgili olarak soracağımız her sorunun muhatabı doğrudan vahiy sahibidir. Neden şöyledir, neden böyledir, niçin şu âyet şu âyetten önce gelmiştir... vs. tarzında sorulacak her soru, karşısında, doğrudan, vahiy sahibi olan Cenab-ı Feyyâz-ı Mutlak’ın yüksek irâdesini bulur. Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerim ilk âyetinden son âyetine kadar hiç şüphe yok ki, vahiy mahsulüdür. Hiçbir yönü, hiçbir niteliği, hiçbir tertibi, hiçbir düzeni yoktur ki—hâşâ—vahiy harici bir parmak karıştırılmakla ortaya konmuş olsun. Kur’ân-ı Kerim âyetleri, Peygamber Efendimiz’in (asm) Peygamberlik süresi olan yirmi üç yıl zarfında ihtiyaç vaki oldukça nazil olmuş; nazil oldukça da bizzat Hazret-i Cebrail (as) tarafından inen âyetin hangi sûrenin hangi âyeti bulunduğu söylenmiştir. Meselâ ilk inen beş ayetin, Kur’ân’ın 96. Sûresinin girişine yerleştirilmesi tamamen vahiy eseridir. On dokuz âyetten müteşekkil olan Alak Sûresinin (96. Sûre) diğer âyetleri de, daha sonra yine Mekke döneminde nazil olmuştur. Bir gün bir sûrenin bir âyeti, bir başka gün bir başka surenin bir başka âyeti ihtiyaç ortaya çıktıkça nazil oluyordu. Peygamber Efendimiz (asm) her âyeti vahiyden aldığı işaret ile zihnen kendi yerine koyuyor ve böylece hafızasına alıyordu. Sahabeler de her âyeti ve sûreyi, nazil oldukça, yerli yerinde ezberliyorlardı. Cebrail Aleyhisselam her Ramazan ayında iniyor, o ana kadar Cenab-ı Hak’tan indirdiği Kur’ân âayetlerini, Peygamber Efendimiz’le (asm) mukabele ediyorlar, yani karşılıklı okuyorlardı. Böylece o ana kadar inen âyetler Peygamber Efendimiz’in (asm) nezih dimağında pekiştirilmiş oluyordu. Bu mukabele Peygamber Efendimiz’in (asm) son senesinde ikişer defa yapıldı. Peygamber Efendimiz (asm) bundan, o sene içinde görevinin sona ereceğini sezmişti. Kur’ân âyetlerinin nüzulü tamamlandığında, tamam birer Kur’ân, âyet ve sûreleriyle yerli yerince, gerek Peygamber Efendimiz’in (asm), gerekse O’nun sadık sahabelerinin (ra) pâk zihinlerine yerleşmiş bulunuyordu. Ayrıca ceylan derilerine ve sair sayfalara da aynı sıra ve tertip üzere yazılmıştı. Nitekim inen son âyet de, Mâide Sûresinin (5. sûre) üçüncü âyetidir. Bu âyette Cenab-ı Hak: “Bu gün size dininizi kemale erdirdim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım. Din olarak sizin için İslâmiyet’i seçtim” buyurur. O sene içinde Peygamber Efendimiz (asm) dâr-ı bekaya irtihal buyurduğunda, Kur’ân-ı Kerim bütün âyetleriyle birlikte, bu günkü sırasıyla, birçok sahabenin ezberinde mevcut idi. A’ dan Z’ ye mucize olan, her biçimiyle vahye dayanan ve vahye dayalı estetiğini bin dört yüz küsur yıldan beri muhafaza eden, kıyamete kadar da muhafaza edeceği vaad edilen tek İlâhî ve Semavî Kitap Kur’ân-ı Hakim’dir. Kur’ân-ı Kerim’in sayfalarında Allah’ın isimlerinin belirli bir tenasüp ve uygunluk içinde geçtiğini belirten Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bu tespitini Kur’ân’ın tertibinin, surelerinin ve âyetlerinin sıralanışının da vahye dayalı olduğu hususuna delil olarak sunar ve Kur’ân-ı Kerim’deki tevafuklara işaret eder. Meselâ Allah lafzının karşı karşıya gelen sayfalarda veya yaprağın iki yüzündeki sayfalarda adet itibariyle genellikle birbiriyle uygun düştüğünü, bunun ise Kur’ân’ın sayfa düzeninin vahye dayalı olduğuna bir delil teşkil ettiğini bildirir.1 Üstad Saîd Nursî Hazretleri Kur’ân’ın sayfalandırma sisteminin, yine Kur’ân’ın kendi içindeki ölçülere dayandığını beyan eder. Kur’ân’da her sayfa sonunda âyetler bitiyor. Kur’ân’ın bir sayfa ölçüsü, müdâyene (borçlanma) âyeti diye bilinen Bakara Sûresinin 282. âyetidir. Ki bu âyet tam bir sayfadır ve Kur’ân’ın her bir sayfası için bu âyet birer ölçü olarak alınmıştır. Kur’ân’ın satırlarının ölçüsü ise, yine Kur’ân’dan İhlâs Sûresi veya Kevser Sûresidir. Ki bu sûreler de birer satırdan ibarettir.
1 Mektûbât, s. 183 02.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Siyasî yargı ve AİHM |
Yeni Adalet Bakanı Sadullah Ergin, cezaevindekilerin yüzde 60’ını, yargılanmayı bekleyen tutukluların oluşturduğunu söylüyor ve “maalesef” diye açıkladığı bu çok düşündürücü bilginin ardından, “Geciken adalet, adalet değildir” prensibini hatırlatıyor. Bu gerçeği en fazla yaşayanların başında, tek parti döneminde haksız suçlamalarla konuldukları cezaevlerinde aylarca tutulduktan sonra beraat eden Bediüzzaman ve Nur talebeleri geliyor. 1947 sonunda başlayan Afyon serencamında, iki yıldan fazla devam eden dâvâda verilen mahkûmiyet kararının temyizde bozulduğu, ama maznunların, bozulan karardaki mahkûmiyet süresini tutuklu olarak hapiste geçirmek durumunda bırakıldıkları da aynı gerçeğin bir parçası. Denilebilir ki, o dönemde ülke tek parti rejimiyle yönetildiği için bunlar olabilir, “normal.” Ama aradan bu kadar sene geçtikten, tek parti diktasının yerini çok partili demokrasi aldıktan, dahası Türkiye AB adayı olup üyelik müzakerelerine başladıktan sonra dahi Adalet Bakanının açıkladığı acı gerçeği yaşamaya devam ediyorsa, burada derin ve vahim bir sorun var demektir. Onun için, yargı ve adalet reformu, Türkiye’nin en önemli ve öncelikli meselelerinden biri olma vasfını hâlâ koruyor. Adaleti adalet olmaktan çıkaran “gecikme” sorunu neşter bekliyor. Bununla bağlantılı bir diğer nokta, âdil yargılama hakkına yönelik ihlâller. Nitekim AİHM’e gidip, oradan Türkiye’nin mahkûmiyeti ile çıkan kararlar içinde bu ihlâller büyük bir yer tutuyor. AİHM deyince, Türkiye’nin bu mahkemeyle olan ilişkisi açısından çok ilginç bir gelişme oldu. Avrupa Konseyine başvuran Türkiye, “AİHM, mahkûmiyetle sonuçlandırdığı kararlarda yüksek tazminatlar belirlemesi sebebiyle bir kazanç kapısı gibi görülmeye başlandı ve ekonomik kriz döneminde giderek büyüyen bir endüstri oluşturdu” diyerek, mahkemenin verdiği tazminat kararlarından duyduğu rahatsızlığı açığa vurdu. Adalet Bakanı, son beş yılda AİHM’in verdiği tazminat kararları sebebiyle ödenen para miktarını 85 milyon 738 bin 816 TL olarak açıkladı. Demek ki Türkiye, sadece beş yıl içinde, eski parayla yüz trilyona yakın bir meblağı, Avrupa kriterleriyle çelişen mahkeme kararlarının yol açtığı hak ihlâllerinden kaynaklanan mağduriyet ve kayıpları telâfi için ödemek zorunda kalmış. Mahkemelerin “Türk milleti adına” verdikleri ve adaleti tecellî ettirmek yerine hak ihlâline sebep olan kararlar yüzünden ödemek zorunda kalınan bu para, yine milletin cebinden çıkıyor. Böyle birşey olabilir mi? Hani, Türkiye’yi hem hiç yoktan ekonomik zarara sokan, hem imajını bozan, hem de—daha önemlisi—bazan telâfisi imkânsız mağduriyetlere yol açan bu yanlış kararlar için ödenen tazminatlarla ilgili olarak, söz konusu kararlara imza atanlara rücu edilecek ve ödenen meblağlar onlardan tahsil edilecekti? Peki, bu tazminat kararlarına gerekçe oluşturan ciddî hak ihlâllerini düzeltme veya asgarîye indirme yoluna gitmek yerine böyle bir şikâyette bulunmak, hangi hukuk mantığı ile bağdaşır? İşte, AİHM’deki eski Türk temsilci Rıza Türmen’in dünkü Milliyet’te verdiği hazin bilanço: “Son on yılda Türkiye aleyhine 1676 ihlâl kararı çıkmış. Türkiye bu rakamla birinci durumda. Son on yılın (1998-2008) istatistiklerine göre, 47 devlet arasında Türkiye yaşam hakkını en çok ihlâl eden devlet (63 esastan ihlâl, 114 etkin soruşturma eksikliğinden ihlâl), en çok işkence ve kötü muamele yapan devlet (161 ihlâl), en çok birey özgürlüğünü hukuka aykırı olarak sınırlayan devlet (329 ihlâl), en çok haksız yargılama yapan devlet (513 ihlâl), en çok düşünce özgürlüğünü ihlâl eden devlet (166 ihlâl), en çok toplantı özgürlüğünü ihlal eden devlet (26 ihlâl), en çok özel mülkiyeti ihlâl eden devlet (446 ihlâl).” Bu acı tablo, adaleti tesis yerine rejim muhafızlığına soyunan ve son dönemde ülkeyi bizzat yönetmeye kalkışan siyasallaşmış yargının eseri. 02.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Ezher Camiinde Cuma namazı |
Bizi Kahire’ye götürecek uçağımız, aynı zamanda Afrika kıt’asına da götürüyordu. Bu düşüncelerle; İstanbul’dan, Avrupa kıt’asından havalanıp, Mısır Hava Yollarının (Egypt Air) uçağında mutad olduğu üzere, ”Subhanellezi sahharana…” diye başlayan ve yolculukta okunması sünnet-i seniyye olan âyet uçağın ses sisteminden okunarak, havalandık. Anadolu’yu, Asya kıt’asını da kat ederek, üç hafta kadar kalacağımız menzilimize vasıl olduk elhamdulillah. Aslında bu üç kıt’ada devam eden yolculuğumuz esnasında Türkiye ile Mısır’ın ortak bir yönü de aklıma geldi. İki devletin de Asya kıt’asında toprakları olduğu gibi; Mısır’ın Afrika, Türkiye’nin de Avrupa’da toprakları vardı. Tabiî, Mısır’ın topraklarının az kısmı Asya’da iken, Türkiye’nin topraklarının ise çoğunluğu Asya’da idi. Kahire Havaalanına indiğimizde 25 derece civarında olan bir hava sıcaklığı, adeta yüzümüzü yalayarak “hoş geldiniz” diyordu. Bir başka hoşamedi yapan da, havaalanındaki Hz. Yusuf'un (as), yıllar sonra bir araya geldiği ailesine söylediği söz olan âyet-i kerime yazısıydı: ”Mısır’a emniyet içerisinde giriniz!” Gerçekten de, hem o dua makamındaki sözün tesiriyle, hem de polisiye tedbirlerin biraz fazla olmasıyla Mısır, dünyanın sayılı emniyetli beldelerinden biridir. Bize esas hoşamediyi yapan ise; kızım Fatma Nur’un, annesine ve bana sarılarak “hoş geldiniz” demesi olmuştu. İki sene sonra yine dünyanın büyük şehirlerinden biri olan Mısır’ın başşehri olan Kahire’deydik. Uçak inişe geçtiğinde dikkat ettim, yirmi milyon civarındaki nüfusuyla bayağı büyük bir şehir Kahire. (İstanbul’un 12-13 milyon olduğu hatırlanabilir.) İlk Cuma namazını Ezher Camiinde kılmayı planladım. Hep beraber bulunduğumuz semtten taksiyle, 10 km. kadar (bizim parayla 4 lira civarında) yol alıp, Ezher ve Hüseyin Camii (Hz. Hüseyin’e ithafen yapılan ve şehid başının orada olduğu rivayet edilen cami) ile, Han Halil denilen, kapalı çarşı ve bedestenlerimize benzeyen çarşının bulunduğu yere gelerek Ezher Camiîne girdim. Burada; namaz saatinden önce bizdeki gibi vaaz yapılmayıp, en az yarım saat kadar süren Kur’ân okunuyordu. Eskiden bildiğimiz ve çoğu da rahmetli olan; Muhammed Sıddık Mınşavi, Halil Husayri, Abdussamed, Mustafa İsmail, Abdulfettah Şaşaî gibi hafızların da burada Kur’ân okuduğunu biliyorduk. "Acaba son zamanların meşhur hafızları mı okur?“ düşüncesiyle ön saflardan bir yere oturdum. Yaşlı ve nefes almakta zorlanan bir zat okumaya başladı. Mınşavi'ye benzeyen bir sesi vardı. Ama tanıyamadım. Tam o esnada, bir TV kameramanı çekim yapmaya başladı. Az sonra da üç kişilik bir ekip, ama daha profesyonel ve büyük bir çekim ekibi geldi. Muhtemelen Amerika TV'lerinden biriydi. Tam benim önümde çekim yapmaya başladılar. Namaz boyunca da çekim devam etti. Anladığım kadarıyla, ABD başkanı Obama’nın Mısır ziyareti öncesi bir tanıtım çekimiydi bu. Kahire Üniversitesinde konuşma yaptıktan sonra muhtemelen ziyaret edeceği yerlerden biri olan Ezher Camiînin de tanıtımını. Güzel bir Kur’ân ziyafetinden sonra namazın sünnetini kılıp, hutbeyi dinlemeye oturduk. Tabiî, burada bizdeki vaaz yerine, hutbe uzun okunuyordu—ki en az yarım saat. Aslında, Peygamberimizin (asm) “Hutbeyi kısa tutun, namazı (namazda okunacak kıraatı) uzun” hadis-i şerifi de biliniyordur, ama uygulama böyle. Namazı müteakiben, Han Halil Çarşısını gezdim ve ilk ziyaretimizi böylece tamamlayarak eve döndük. 02.06.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Kürt sorununda ‘Olgunlaşma noktası’na gelindi mi? |
Dokuz günlük bir seyahat arasının ardından yine sizlerle birlikteyiz. Bu dönemde en çok konuşulan konunun Cumhurbaşkanı Gül’ün Kürt sorununun çözümünde önümüzde bir “tarihî fırsat” olduğu yönündeki açıklamasıyla başlayan, mayınların patlamasıyla ışıltıları sönen süreç olduğunu görüyoruz. Başbakanın gelecek hafta geniş bir basın toplantısıyla açıklayacağı ekonomik tedbirler de sanıyoruz bu açılımın başka bir boyutu olacak. Karayılan’ın iki ayrı açıklaması da bu konuda adımlar atılacağını gösteriyor. 1 Haziran'da sona erdireceklerini söyledikleri saldırmazlık tavrını—bu kez mayınlamaları da sona erdirerek—sürdürüp sürdürmemeleri önemli. Bu arada DTP’nin ortamı germe politikasından vazgeçip, ülkenin demokratik şartlarında seçmenlerini temsil etmeye ağırlık vermesi ön şartlardan birisi. Muhalefet lideri Baykal’ın Güneydoğu gezisindeki ılımlı sözlerinin, hükümetin bu konuda atacağı adımlara köstek olmama şeklinde somutlaşması da zorunlu şartlardan. Tabiî en önemlisi de; Genelkurmayın bu konudaki tutumu olacak. Peki tüm bunlar Kürt sorununun kısa zamanda çözüleceği umudunu veriyor mu? Bu sorunun cevabı bizim açımızdan “Hayır.” Bugün bu “hayır”ın bir nedenini izah ederek tamamlayacağız. Diğerlerini de zaman içinde anlatmayı planlıyoruz. Türkiye’de Kürt sorunu henüz uluslar arası teoride “olgunlaşma noktası” adı verilen noktaya ulaşmadı. “İki tarafa da zarar veren kördüğüm haline gelme” olarak da anlandırılabilecek bu noktada çatışmanın taraflarının şiddetin devamının kendileri için barışçı alternatiflerden daha maliyetli olduğu kanısına varmaktadır. Örneğin; İngiltere’de IRA’nın silahlı mücadeleyle yok edilemeyecek bir örgüt olduğunu İngilizlerin anlaması, silâhlı mücadele ile amaçlarına ulaşmanın imkânsız olduğunu da Katolik İrlandalıların anlaması bu noktaya varılmasını sağladı. Peki Türkiye’de taraflar bu noktada mı? “Artık insanımız kan dökülmesini istemiyor. Güneydoğulu vatandaş da terörden usandı” değerlendirmesi vatandaşlar açısından doğru olabilir. Peki çatışmanın sürmesinde çıkarı bulunan taraflar bu noktaya geldi mi? Hayır. PKK bu noktaya gelmiş olsaydı, bir yandan barışa hazır olduklarını söylerken, öbür yandan mayınlamaya devam etmez, militanlarını sınır dışına çekerdi. Karayılan, Türkiye’de sistemin asla kabul etmeyeceği “İskoçya modeli”ni dillendirmezdi. DTP de çelişkili söylemlerin peşinde olmazdı. Peki binlerce korucu barışa hazır mı? Bunca güvenlik önlemine rağmen Kuzey Irak sınırından yapılan ve PKK’nın günde 1,5 milyon avro para kazandığı söylenen kaçakçılığın sınırın bu yanındaki paydaşları çıkarlarından vazgeçmeye hazır mı? Bugün tüm askerî operasyonlar durdurulup, ordu o bölgede kışlasına çekilse neler olacağı konusunda bir fikriniz var mı? Onlarca soru daha var sorulması gereken. Kısacası; çatışmanın “etkin ve yetkin” tarafları açısından bu sorun henüz “olgunlaşma noktası”na gelmedi. Bu yüzden dıştan iteklemeli, içten umut verici açıklamalı sürecin önünde çok engel var. Sorunu olgunlaşma noktasına getirmede herkese görev düşüyor. Temennimiz daha fazla kan dökülmeden bu noktaya gelinebilmesi ve bu baharın yalancı bir bahar olmaması. 02.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Münir Bey ve Fetih |
İSTANBUL'UN fethinin 556. yılını kutladık geçtiğimiz hafta. Bu vesileyle fetih duyguları ile dolu bir bestekârımızın Münir Nurettin Selçuk’un hatırasını paylaşmak istiyorum sizlerle. Hatırayı nakleden tarihçi, şair İsmet Bozdağ.
“Münir şiir severdi. Benim ezberimde yüklü olduğu için zaman zaman Münir ile şiir sohbetleri yapardık. İstanbul’un 500. fetih yıldönümü için üzerinde konuşuyorduk. Birden: -Fetih yılı için bir beste yapmayı çok istiyorum, ama bir türlü uygun bir güfte bulamadım... dedi. Başladım hafızamı kurcalamaya. Aklıma gelenleri okuyordum, ama bir türlü beğendiremiyordum güfte olarak. En sonra, Fatih zamanında yaşamış ve Fatih’in yakın arkadaşlığını yapmış Bursalı Ahmet Paşa’nın bir şiirini hatırladı:
Gül yüzünde göreli zülf-i semensay gönül, Kara sevdaya yeler bi-ser ü bi pay gönül. Demedim mi sana dolanma ana hay gönül, Vay gönül, vay bu gönül, vay gönül ey vay gönül. Bizi hak etti sevda yoluna sevda nidelim, Payimal eyledi ol zülf-i semensa nidelim, Kul edinmez ki güzeller bizi illa nidelim Vay gönül, vay bu gönül, vay gönül ey vay gönül.
Beğendi. Cebinden defteri çıkarıp bir güzel yazdı ve gazelin Ahmet Paşa’ya ait olup olmadığını benden iyice tahkik ettikten sonra besteledi. Mehter için hazırlanmış ve gerçekten başarı ile bestelenmiş bu güzel eser yazık ki pek az icra ediliyor.” Musiki Mecmuası Ekim 1998 sayı 462
Geçmiş zaman olur ki… Daha önce büyük bir yayınevinin sorumlularından biri olarak tanışıyorduk İsmet Beyle. Sonraları ortak bir yönümüzün de İstanbul Üniversitesi Türk Müziği Korosunun bizden epeyce önceki talebelerinden olduğunu öğrenmiştim. Eski İstanbul beyefendisi derler ya, öyle bir zattı İsmet Elbaşı. Çok zamandır görüşemedik kendisiyle gerçi, ama yıllar önce bir dergide çıkan yazısını yeri gelmişken paylaşmak istiyorum. Eski İstanbul’dan yaşadığı bir hatırayı anlatıyor… “1950’li yıllar. O yıllarda Kumkapı Nişanca’sında oturuyorduk. Kumkapı Nişancası orta halli orta kültürlü mütevazi insanların semti idi. Bu semtin sakinlerinin ortak özellikleri dindarlık ve edep idi. Nişanca’da çok sevilen bir Agâh Dede vardı. Agâh Dede Türk Musikisine aşina bir şahsiyet olup iyi de ney üflerdi. Küçücük dükkânında enstrümanlar tamir eder yada satardı. O küçücük dükkân gelen seçkin ziyaretçilerle dolar çok renkli sohbetler olurdu. Sohbetlerin ana teması ise genelde musiki idi. Daracık sokaklarda evlerden taşan tanbur, ney, ud ve kemençe seslerinin duyulduğu hasret dolu cümle-lerle anlatılırdı. Kız istenirken kerime hanımın hangi enstrümanı çaldığının sorulduğunu söylerlerdi. Aynı zevatın rivayetine göre enstrüman bilmeyen kızlar evde kalırmış. Hanımlar için en makbul sazlar ise daha çok ud ve kemençe imiş. Agâh Dede’den hiç unutamayacağım bir hatıra da babasının son demleri ile ilgili olanı idi. Babası rahatsızlanmış ve doktorlar yakınlarına hastanın ümitsiz olduğunu söylemişler. O ümitsiz günlerde babası Agâh’tan neyle bir segâh taksim istemiş. Agâh Dede ağlamamak şartıyla ney üfleyeceğini söyleyip kendisinin de etkilendiği bir segâh taksime başlamış. Bir ara göz göze gelmişler, babası ağlıyormuş. Agâh Dede ‘hani ağlamayacaktın’ deyince babası, ‘Ağlamıyorum gözlerim terledi ‘ diye cevap vermiş. Agâh Dedenin hatırası bittiğinde bi-zimde gözlerimizin terlediğini hissettik. ”
Şiir kitaplığı… Yaristanbul - Ekrem Kaftan
Ezel ve ebed içre gönlümde yar İstanbul Gönül verip sevdiğim gönlümü Yaristan bul. Düşersem yarden ayrı, yalnız sana düşeyim Ağyara meyledersem gönlümü yar, İstanbul.
Okuyanından ziyade şairinin daha bol olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Amatör bir heyecanla şiir yazanları takdir etmekle beraber hakikaten kendini okutmayı başarabilenlerin sayısının ise çok olmadığı ortada. Doğrusunu isterseniz, uzun süredir bir şiir kitabı okumamış olmanın eksikliğini Yaristanbul’u okuyunca farkettim. Ekrem Kaftanı daha çok Zaman, Türkiye gibi gazetelerin kültür sanat sayfasındaki yazılarından tanıyor olmakla beraber şiirlerini okumak ya da dinleyebilmek imkânı bulamamıştım. Artık okurken tad alınabilecek nitelikte şiirlerin pek yazılamadığını düşünürken Ekrem Beyin kitabı bu düşüncemi değiştirdi. Şair, bugün Türkiye’de bir çok şairin cebrî bir şöhrete sahip olduklarını şiir okuyucusunun ekseriyeti tarafından alâka görmediklerini, gelenekten kopuşun hızlanmasıyla beraber Türk şiir okuyucusunun da şiirden kopuşunu hızlandırdığını söylüyor kitabının önsözünde. Şiir geleneğini bugünün imkânları ve şartları ölçüsünde yaşatmayı arzu ettiğini de sözlerine ekliyor. Ekrem Kaftan 1966 Denizli doğumlu. İ.Ü İletişim Fakültesini bitirmiş. 1988 yılında başladığı gazetecilik ha-yatının yanı sıra ard arda kitaplarını da yayınlamaya başlamış. Yeryüzü Melekleri, Beyaz Zambak Gölgesinde, Gülistanbul’dan sonra Yaristanbul şairin şimdilik son kitabı olmuş. Yaristanbul, Osmanlıya Mersiye, Meçhul Sultana, Ağla, Sılaya Mektub, İstanbul Isıkları, Rabbim, Yare Gazel, Dilara, Elif ve Aşk gibi birbirinden güzel tam 110 adet şiirden oluşuyor. Kitabın sonunda şiirlerin içinde geçen bazı kavramların açıklaması ve lügatçe de var. Üslubu, dili, Türkçeyi kullanmaktaki ustalığı ile Yaristanbul hakikaten okunmaya değer çok güzel bir şiir kitabı. (İsteme adresi: Nesil Yayınları 0212 551 32 25) 02.06.2009 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Hakan YALMAN |
|
Sosyal düzende doğrunun arayışı |
Güzel ve doğru olan nedir? Bu aslında varlık içinde yer alan her ferdin ruh dünyasındaki en temel sorulardan biri. Özellikle sosyal yapı ve siyasî tercihlerde bu çok çetrefilli bir soruya dönüşüyor ve doğrunun bulunabilmesi pek de kolay olmuyor. Güzellik temel bazı kurallar ve kabuller çerçevesinde şekillenen bir kavram olmakla birlilkte içinde bir izafîlik ve kişiye görelik tarafı hep bulunan bir kavramdır. Bu anlamda toplumun ve ferdin kabulleri, genel kültür yapısı, inançlar gibi pek çok faktör etkili olur. Bir toplumun çok yanlış ve çirkin gördüğü haller, başka bir toplumda kabul gören el üstünde tutulan durumlar olabilir. Yine ferdin o anki ruh hâlinin algıladığı her hangi bir nesne ya da olayı güzel veya çirkin tanımlama açısından çok önemi olmalıdır. Aynı iki olay farklı ruh halleri ile farklı şekillerde tanımlanabilir. Bu ve benzeri şartlar içerisinde güzelliğin mutlak tanımı ya da mutlak güzelliğe ulaşma imkânı maddî âlemde ve varlıklar planında pek mümkün gözükmemektedir. İnsanoğlu mülk âlemine geldikten sonra beyin ve algıların gelişimi ile varlık âleminin işleyiş kurallarına muhatap oluyor. Bu çerçevede iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi tanımlamaları öğrenmektedir. Bu şekilde mülk âlemi tanımlanmakta ve insanın bu âleme muhatap oluşunun çerçevesi çizilmekte ve bu çerçeve içinde yaratılışın asıl gayesi olan Halık-ı Âlem’i tanıyıp, O’na muhatap olma ve sevgiyle, samimiyetle yönelme sonucu hedeflenmektedir. Bu sonun gerçekleşmesi yolunda kâinat denen zemin insanın idrakine göre hazırlanmış ve mülk onun sınırlı algılarına mânâ ifade edecek tarzda şekillenmiştir. Aslında mutlak güzellik eşyanın gerisinde yer alan ve ona ruh veren esmâda olmalıdır. Bu anlamda şuur sahibi her insanın temel konumu eşyadan esmâya doğru bir yolculuk olmalıdır. Bu temel konum hiç değişmez. Hangi sosyal statüde olursanız olun, hangi ırk ve milletten olursanız olun, renginiz ve zevkleriniz ne olursa olsun sizi tanımlayan temel kimliğiniz bu olmalıdır. Bu tanım dünyaya yön verdiği sanılan insanlar için de, yakın çevresi dışında hiç kimsenin bilmediği insanlar için de geçerlidir. O halde bütün güzellik tanımları ve hayat tarzının üzerine oturtulacağı temel kabuller bu tanım üzerinde şekillenmelidir. Bu durumda, eşyadan esmâya ulaşma konumunda olan insan, âlemin tamamını kendi algılarına münhasır olarak algılama ve kabul etme zaafı ile yüz yüzedir. İşin daha da kötü olan yönü, kulun o Zât-ı Mukaddes’in de varlık âleminin tanımlarına sınırlı kalması gerektiği gibi bir vehme kapılmasıdır. Mülk âleminin bütün doğru-yanlış, iyi-kötü gibi tanımlamaları hiçbir şekilde Halık-ı Kâinat’ı bağlamamakta, sadece varlık lisanı ile kulların O’nu tanıması için konmuş kurallar şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Aslında O’nun yapmamızı emrettiği şeyler güzel, yasakladığı şeyler çirkindir. Yoksa, O’nun dışında tanımlanmış bir kısım doğru ve yanlışlar, güzel ve çirkinlere O tabi olmak ve o tanımlara göre hüküm vermek durumunda değildir. İnsanlar genellikle esbab âleminin sınırlılığında ve darlığında varlıkları anlamak konumunda oldukları için Halık-ı Kâinat’ı da bu yapı içerisinde idrak etmeye çalışmanın doğurduğu problemleri sıklıkla yaşamaktadırlar. Zaman ve mekândan münezzeh olan O Zât-ı Mukaddes’i maddî âlemin darlığında görmeye çalışmak ve sebep sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışmak, büyük bir yanlıştır. Varlık âleminin başlangıcında iyiyi ve kötüyü tanımlayan kudret, zamanın her bir anında, aynı tanımlamalara devam ediyor ve tanımlar O’nun istekleri doğrultusunda şekilleniyor olmalıdır. Başlangıçta her şey nasıl O’nun ilmi, iradesi ve isteği doğrultusunda bir değer almış ve kıymet ifade eder hâle gelmişse aynı şey zamanın en küçük dilimlerinde de geçerlidir. Her şey genel bir değerlendirmenin yanında anda da yani zamanın en küçük dilimlerinde de ezelî irade doğrultusunda yeniden kıymet almakta ve bir değer ifade etmektedir. Bu değerlendirmeyi yapan Âdil-i Mutlak herhangi bir şeyin bağlayıcılığı ve sınırlılığı altında değildir. Maddî boyutta çirkin olarak gözüken bir şey O’nun güzel demesi ile güzelleşir, aynı şekilde maddî âlemin en güzeli sadece O’nun çirkin demesi ile çirkinleşir. Eşyanın aslî değerlerini ve esas kıymet-i harbiyesini belirleyecek olan yalnızca İlâhî hükümdür. Çünkü, bütün vasıfları her anda ve zamanın bütününde tanımlayan, değer atfeden ve kıymet veren O’dur. Nefsü’l-emîri de esas olarak belirleyen o irade ve Rabbü’l-Âlemînin kabulleri ve yüklediği değerlerdir. Bu temel düstur eğer siyasette ve toplum idaresinde de nazara alınmazsa ve esbâba riâyet adı altında sebepler ön plana çıkarılıp onlara çok büyük önem atfedilirse, büyük hatalar yapılması ihtimali ve Âlemlerin Rabbi yerine küçük firavuncukların memnun edilmesi gibi dehşet verici bir hataya düşme ihtimâli vardır. Din adına hizmet ya da devlet idaresi için ortaya çıkan herkesi, bu müthiş varta her an beklemektedir. Bu hâl kaygan zeminde kendisini ve etrafındakileri istikamet üzere götürmek gibi zor ve çetrefilli bir iştir. Bu durumda kişinin ve liderin dayanacağı en büyük güç, âlemin her an ve zerre zerre Âlemlerin Rabbi tarafından şekillendiriliyor olduğunu unutmamaktır. Bu algı sadece O’nu razı etmek endişesi ile şekillenen bir hayat tarzı oluşturacak ve hissedilen bu güçle emrolunduğu gibi dosdoğru olmanın vicdânî rahatlığı ile hem idarede, hem de ferdî hayatta işler daha kolaylaşacaktır. 02.06.2009 E-Posta: [email protected] |