M. Latif SALİHOĞLU |
|
Sorun bilinmeden, çözüm konuşuluyor |
Dersimizin konusu belli: Türkiye'nin iç huzuru; halkın sevgi, barış ve kardeşlik atmosferi içinde birlikte yaşaması... Hemen herkesin, hiç olmazsa mutlak ekseriyetin arzu ve temennisi de bu yönde. Ancak, gösterilen bütün çabalara rağmen huzur ve güven yine de sağlanamıyor: Zira, dökülen kan durdurulamıyor. Patlayan silâhların, bombaların, mayınların önüne ne yazık ki geçilemiyor. Silâhlar patladıkça, ocaklara ateş düşüyor, yürekler yanıyor, gözyaşları sel olup gidiyor. Peki, yıllardır sürüp giden bu hazin, bu elim halin sebebi nedir? Neden bir türlü önüne geçilemiyor, bu dehşet uyandıran fecâatin? Defalardır "çözüm" yolu arandığı ve hatta "çözüme çok yakınlaştık" denildiği halde, neden her defasında fiyaskolu bir netice ile karşılaşılıyor? Suya kavuşma ümidi, neden her defasında seraba dönüşüyor? Kurtulma hevesleri, neden her defasında kursaklarda kalıyor da, geriye yine acı, ıztırap, elem ve keder kalıyor? Bütün bunlar gösteriyor ki, ortada yapılan temel bir yanlışlık var. O yanlışlık da şudur: Yaşanan sıkıntının henüz doğru bir teşhisi yapılmış değil. Teşhis yapılmadığı için de, mevcut hastalığın, yahut sıkıntının tedâvisi de yapılamıyor, yapılamaz da. Evet, henüz dert bilinmiyor ki, devâsı mümkün olsun. Bir başka ifadeyle, henüz "sorun"un ne olduğu anlaşılamadığı ki, çözümün nasıl olacağı bilinsin. Acaba, dünyada hangi rahatsızlık, hangi hastalık vardır ki, teşhisi yapılmadan tedâvisi mümkün olabilsin? İşte, onun için diyoruz ki, dersimizin konusu belli olmakla birlikte, çözüm bekleyen "temel problem" ne olduğu henüz anlaşılmış değil. Daha doğrusu, çözülmesi gereken asıl problemin ne olduğu hususunda, henüz bir mutabakat sağlanmış değil. Ve, şu garabete bakın ki, herkes tutturmuş bir çareden, yahut çözüm önerilerinden bahsediyor. Tabiî, çare ve çözüm diye meseleye bodoslama dalanların da, her birinin kendine göre tanımladığı bir "sorun" şekli var ki, al birini vur ötekine cinsinden. İşte size birbiriyle uyumsuz ve aslında çözümsüzlüğün de bir nev'î izahı mahiyetindeki "sorun"lardan bir yumak: * Türkiye'nin bir terör sorunu vardır ve tamamen dış kaynaklı bir belâdır. Bilinmeli ki, "Türk'ün Türkten başka dostu yoktur." * Türkiye'de bir Kürtçülük ve bölücülük sorunu vardır ki, bundan kurtulmanın yolu Atatürkçülüğe sımsıkı sarılmaktır. "Ne mutlu Türküm diyene" boşuna söylenmemiş. * Asıl sorun, Doğu ve Güneydoğu Bölgelerimizin geri kalmışlığıdır. İşsiz kalan gençler, terör örgütüne katılıyor. Bu bölgemizin dağına taşına "Türk, öğün, çalış, güven" diye yazacaksın ki... * Temel sorun, Türklükten uzaklaşmak, kendisinin Kürt olduğunu iddia etmektir. Böylelerini asıp kesecek, yahut başka yerlere sürüp öyle rahat edeceksin. * En büyük sorun, sınırların yanlış çizilmiş olmasıdır. Irak, İran ve Suriye ile oturup sınırları yeniden belirleyeceksin ki, mesele hal olma yoluna girsin. Evet, Türkiye'de yaşanan sosyal sıkıntının "sorun" kısmı ve bununla bağlantılı olarak yapılan çare teklifleri genelde bu minval üzere yapılıyor. En azından resmî çevrelerin ağzından, yıllardır hep bu mânâdaki söz ve söylemler dökülüyor. Ama, emin olun ki, bunların hiçbiri esasta hakka dayanmıyor, doğruya isabet etmiyor ve bilhassa "teşhis–i illete muvâfık" bir mahiyet arz etmiyor. Teşhis doğru ve isabetli şekilde yapılmayınca da, haliyle illetin tedâvisi de mümkün olmuyor. Geldiğimiz bu noktada, zihinlere gelmesi muhtemel şu suâli sormaya elbette ki hakkınız var: "İyi de, o halde sizce asıl sorun nedir? Siz yaşanan sıkıntının ve bu vatan ahalisinin mutlak ekseriyetini yıllar yılı huzursuz edip elemlere gark eden asıl marazın, asıl belânın ne olduğunu iddia etmektesiniz?" Evet, işte bize ve herkese evvelâ bu soru sorulmalı. Yani, öncelikle temel sorunun ne olduğu bilinmeli, anlaşılmalı, açıklanmalı ve üzerinde de mutabık kalınmalı. Tâ ki, bir sonraki safhada işin çözüm safhasına geçilebilsin ve sıkıntının giderilmesi mümkün hale gelebilsin. Bize göre, bu vatan ahalisinin mâruz kaldığı bu kanlı belâ ve sıkıntının en doğru teşhisini Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri yapmış ve başımıza musallat olan asıl derdi de şu tâbir ile tarif etmiştir: "Frengî illeti." (Bkz: Mektubat, s. 410; ayrıca Barla Lâhikası, s. 149. YAN, 1994 yılı baskıları.) Frengistan'ın, yani "bozuk Avrupa" kısmının üretip içimize saldığı bu "Frengî illeti"nin gelişme seyri ise, aynen şu safhaları takip etti: Meşrûtiyet'in ilânından bir sene sonra, yani Selanik merkezli Hareket Ordusunun Nisan 1909'da gelip İstanbul'u işgal etmesinden sonra, birdenbire ortalığı bir Türkçülük ve Turancılık cereyanı kapladı. Öncülüğünü Kırım'dan gelen Akçuralı Josef (Yusuf), İsmail Gasperenski, Diyarbekirli Kürt Ziya (Gökalp) gibi Türk olmayan şahsiyetlerin çektiği bu cereyan, 1912'de "Türk Ocakları" ismiyle resmîlerek kurumlaştı. İşte, bu tarihten sonra Türk olmayanların unsuriyet damarı depreşti ve 1918 yılına gelindiğinde, birçok etnik grup gibi İstanbul'daki aristokrat Kürtler de ayrılıkçı bir eğilimin içine girdi "Kürt–Teali Cemiyeti" etrafında birleşerek, tesirleri bugüne kadar yansıyan faaliyetlere başladı. Buna göre Kürtçülük, Türkçülüğün bir karşıtı olup reaksiyoner bir hareket olarak ortaya çıktı. Meşrûtiyet devrinde boy veren bu hastalık, daha azarak ve azgınlaştırılarak Cumhuriyet devrine intikal ettirildi. Cumhuriyet'in bilhassa ilk yıllarında ise, Türkçülük, resmî cenahta adeta bir din, bir iman akidesi şeklinde telâkki edilerek her tarafta propagandası yapıldı. Haliyle, bu da aksülamel meydana getirdi. Ayrıca bilinmeli ki, bu tür cereyanlar, kan ve şiddete bulaşmadan edemez, duramaz. Kan döküldüğünde ise, işin içine her türlü maraz ve mel'anetin girmesi kaçınılmaz olmuştur. Dolayısıyla, "Essebebüke'l–fail" sırrınca, bir fiile sebebiyet veren ilk hareketin bilinmesi, anlaşılması gerekiyor. Bu ilkler bilinmeden, sonrakilerin bilinmesi, anlaşılması, hele hele ortaya çare, çözüm diye bazı teklifler atılması, tamamiyle abesle iştigaldir. 01.06.2009 E-Posta: [email protected] |