Ahmet ÖZDEMİR |
|
Dünya hayatının trafik işaretleri |
İnsan şu dünyada bir yolcudur. Yolcuya en çok yardımcı olan işaretler trafik levhalarıdır. Trafik levhaları doğruysa ve insan doğru anlayabilirse hedefine kolay gider. Müslümanın hayatı bazı kayıtlar altına alınmıştır. Meşrû dairede şahane yaşayabilir. Peki meşrû dairenin sınırları nasıl belirlenir? Dinî ıstılâhta en çok karşılaştığımız iki kelimeyi hatırlayalım: Takva ve amel-i salih. Bana göre bu kelimeler Müslümanların hareket alanlarını belirler, tehlikeli yerlere yaklaşıldığında kırmızı ışık yanar. Şimdi kelimeleri anlamaya çalışalım. “Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.”1 Demek ki, takva yasakların sınırlarını belirliyor. Menhiyat; şer’an haram edilenler, yasak edilmiş, İlâhî emirle men’edilmiş olanlar, nehyedilenler, yasak olanlardır. Günah ise; Allah’ın emirlerine aykırı davranış, uygunsuz fiil, dinî suçlardır. Bir başka ifadeyle takva, Allah’ın haram kıldıklarından ve emirlerine karşı gelmekten sakınmaktır. İnsan korktuğu şeylere yanaşmaz, uzaklaşır. İşlediği günahları tevbe ve istiğfar ile çabuk imha eder. Salih amel, Allah’ın emirlerine göre hareket etmek ve hayırlar yapmaktır. Takva ve salih amelde öncelik hangisinindir? Her zaman şerleri def etmek, faydalı şeyleri celb etmekten önce gelir. Meselâ, oturduğunuz evde yangın çıkmış, ne yaparsınız? Her halde önce yangını söndürürsünüz. Manevî yangınları buna kıyas edebilirsiniz. Manevî tahribat, sefahet ve câzibeli heveslerin arttığı asrımızda bozgunculukları def etmek ve büyük günahları terk etmek sağlam temel olup büyük bir üstünlük ve öncelik kazanmıştır ki bu takvâdır. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyanlar dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Takvâ adeta bir zırhtır. Çünkü günahlar her taraftan hücum eden zehirli oklardır. Bediüzzaman’da takva-salih amel dengesi şöyledir: “Farzlarını yapan, kebîreleri (büyük günahları) işlemeyen, kurtulur. Böyle kebâir-i azime içinde amel-i salihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır. Hem, az bir amel-i salih, bu ağır şerâit içinde çok hükmündedir.” Bu sözlerden asrımızdaki tehlikelerin ne kadar büyük olduğunu anlıyoruz. Hem, takva içinde bir nev’î salih amel vardır. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Haramın terkinden gelen sevaplar küçümsenmeyecek kadar büyüktür. Üstadın ifadesiyle, “Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli âmâl-i salihadır.”2 Haramların terkinde önemli olan şu noktayı bir kere daha hatırlayalım: İki çeşit ibadet vardır: Müsbet ibadet, menfî ibadet. Namaz kılmak, oruç tutmak müsbet ibadettir. Günahlardan kaçınmak da menfî ibadettir. İbadetin ibadet olabilmesi için niyet öncelikli şarttır. İki gününüzü yemeden içmeden geçirmek bir gün oruç tutmak yerine geçmez. Oruç tutmaya niyet etmeyen kimse ancak gün boyu aç kalmış olur. Hatta nefsine zulmetmiş olur. Mimsiz medeniyet insanlığın ihtiyaçlarını şiddetlendirip sefahet meyli, ölümü her zaman hatıra getiren pek çok hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla intibaha gelip uyanmış insanlığın gözü önünde ölümü ebedî bir idam sûretinde gösterip her zaman insanlığı tehdit ediyor, bir çeşit cehennem azâbı veriyor. Cehenneme gitmeden cehennemî hayatı yaşatıyor. İşte bu dehşetli insanlık musîbetine karşı Kur’ân-ı Hakîm’in bir buçuk milyar mensubunun uyanmasıyla ve içinde semavî, kudsî kanunlarıyla bin dört yüz sene önce gösterdiği gibi, yine bu bir buçuk milyar insanın kendi kudsî esasî kanunlarıyla insanlığın bu dehşetli yaralarını tedavi edecektir. Eğer yakında kıyamet kopmazsa, insanlığın hem dünya mutluluğunu, hem ahiret mutluluğunu kazandıracaktır. Ölümü, ebedî idamdan çıkarıp Nur âlemine bir terhis tezkeresi gösterecektir. Ondan çıkan medeniyetin iyilikleri, kötülüklerine tam galebe edecektir. Şimdiye kadar olduğu gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın işâret ve rumuzlarından anlaşıldığı gibi, Allah’ın rahmetinden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor. Biz burada olaya Müslümanlar açısından bakmak istiyoruz. Müslümanların önünde helâl-haram ölçüsü vardır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfî gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.” Tiryakilik, görenek ve alışkanlıklar haramı helâl etmez. Bediüzzaman en son dersinde bir tehlikeye daha dikkat çekmektedir: Dünya-ahiret dengesi. Dünya-ahiret dengesinde ölçü şu hadis-i şeriftir: “Hiç ölmeyecek gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışınız!” Şu dünyadan kimler geldi, kimler geçti. Geçenler kabirde günahlarının ezici baskısı altında veya sevaplarının güzellikleriyle baş başa kıyametin kopmasını beklemektedirler. Bizler ise her an onlara katılabiliriz. Dünya fanidir. Bize verilen ömür dakikalarla sınırlıdır. Ama burada çok önemli vazifelerimiz vardır. Dünya ahiretin tarlası olduğuna göre ebedî hayatı burada kazanacağız. Dünyanın sahibi biz değiliz. Bu dünya bir misafirhane, biz ise çok az bir süre kalacak bir misafiriz. Said Nursî dünyayı şu sözleriyle ne güzel özetlemiştir: “Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem ‘Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez’3 sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır. “Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyevîye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”4 Hayatta Müslümanlara rehber olacak ölçüler Resûl-i Ekrem’in (asm) sünnet-i seniyyesinde mevcuttur. O neyi yapmışsa en güzelini yapmıştır. Neyi terk etmişse kötü bir şeyi terk etmiştir. Resûl-i Ekrem’i (asm) rehber edinenler yanlış yola gitmezler. Çünkü, o ne güzel rehberdir. Özetle söylemek gerekirse, “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı imân ile hayatlandırınız ve ferâizle (farzlarla) zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhâfaza ediniz.”5
Dipnotlar:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, s. 205 2- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, s. 205 3- Bakara Sûresi, 286. 4- Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, s.118-119 5- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 238 01.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İnsan ve nisyan üzerine |
Mustafa Bey: “Mesnevî-i Nuriye’nin 201. sayfasında geçen, ‘İnsan nisyandan alındığı için nisyana mübtelâdır’ cümlesinde insanın nisyandan alınması ne de- mektir?” Unutkanlık, insanoğlunun en önde gelen sıfatlarındandır. Yerinde kullanılırsa bazen bir nimete, bazen bir rahmete vesîle olur. Yerinde kullanılmadığında bazen vahamet ve dalâlete vâsıta olur; bazen de en hafif ifâdeyle hastalıktan başka bir şey ifâde etmez. Her acımızı, her gün, ilk günkü tazeliğinde hatırlamış olsaydık, hayat çekilmez olurdu. Bu, sevinçlerimiz için de geçerlidir. Her gün yeni tecelliler, karşımızda boy gösterir ve biz dünü, önceki günü, daha önceki günü ve nihâyet derece derece geçmişi unuturuz. Eskilerden iz kalmadan, her yeni günün kederini ve sevincini yaşayabilmemiz için unutkanlık bir rahmet ve nimet hükmündedir. Unutmanın iki halini nazara veren Bedîüzzaman Hazretleri, bunlardan birinin “kemâl hâli”, diğerinin de “dalâlet hâli” olduğunu beyan eder. İnsanın nisyandan alınması; insanın her an, her davranışında “unutkanlık hâline” ya kemal şıkkıyla, ya da dalâlet şıkkıyla mübtelâ oluşundan kinayedir. Saîd Nursî Hazretlerine göre unutkanlığın en kötüsü, iş, çalışmak ve hizmet esnasında nefsin unutulmasıdır. Yani nefsin tembelliğe temayül göstermesi, hizmette kendini geri çekmesi, işte verimsizce oyalanması, tefekkürde mâlâyanî şeylere daha çok kayması, iş ve hizmet almak istememesidir. Nefsin, çalışmakta ve hizmette kendini unutması tam bir vahamet ve dalâlet hâlidir. Bunun için çalışmak “ibadet” hükmünde teşvik edilmiş, alın teri ile kazanılan şeyler helâl kılınmıştır. Kur’ân, “İnsan için çalıştığından başkası yoktur”1 âyetiyle nefsi tembelliğe ve kendini unutmaya karşı uyarmaktadır. Çalışmadan yemek bunun için haramdır. Hizmetlerde ön safta koştuktan sonra, netîcede, ücrette ve mükâfâtların dağıtımı esnasında nefsin unutulması ise unutkanlığın kemâl hâlidir. Nitekim dalâlet ehli, kendisine bir iş veya ibâdet teklif edildiğinde, başını havaya kaldırarak firavunlaşır. Fakat mükâfât ve menfaat dağıtımı esnasında bir zerreyi bile terk etmez. Ehl-i kemâl ise, çalışmak, tefekkür, ibâdet ve hizmet zamanlarında nefsini herkesten önce ileri atar. Fakat neticelerin alınması, fayda ve menfaatlerin temininde nefsini unutur, kendini en geride bırakır.2 Fâtih’in cengâverlerinden Ulubatlı Hasan’ın, muhâsara gecesinde hünkâr çadırına yaklaşarak, “Hünkârım, sizden bir ricâm var. Yarınki hücumda ön safta bulunmak istiyorum. Oysa komutanım buna izin vermiyor. İlk hücum edenler arasında bulunamayacağım” diye sızlanarak, herhangi bir dünyevî menfaat aramaksızın hizmet ve mücâhede için ön safta bulunmak istemesi konumuza örnek teşkil etmektedir. “İyilik yap at denize; balık bilmezse Hâlık bilir” atasözümüzü burada hatırlamalıyız. *** İbrahim Bey: “Yirmi Dokuzuncu Sözde bahsedilen zulmet bahsi, hava ve elektrikten yaratılan zîşuur mahlûklar kimlerdir?” Üstad Bedîüzzaman Hazretleri meleklerin muhtelifü’l-cins olduğunu, yani cinslerinin muhtelif olduğunu beyan ediyor.3 Yirmi Dokuzuncu Sözün, bahsettiğiniz Mukaddime bölümünden sonra gelen Birinci Maksad’ında ve birinci maksadın “Esaslar”ında konuyla ilgili ayrıntılı açıklamalar bulmak mümkündür. Meselâ Birinci Esasta, nurdan, zulmetten, esir maddesinden, mânâlardan, havadan, kelimelerden hayat ve şuur sahibi mahlûklar bulunduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, hayvanların pek çok muhtelif cinsleri bulunduğu gibi ruhanî mahlûkların da o lâtîf ve seyyâl maddelerden çok çeşitli cinslerde yaratılmış olduğunu, onların bir kısmının melekler, bir kısmının rûhânîler ve cin cinsleri bulunduğunu kaydeder.4 Yine aynı Esas’ın son bölümünde ise Üstad Hazretleri, daha açık biçimde nardan, nurdan, ışıktan, ateşten, zulmetten, havadan, seslerden, hoş kokulardan, kelimelerden, esir maddesinden, elektrikten ve sair lâtif maddelerden yaratılmış olan ruh ve şuur sahibi mahlûklar bulunduğunu; meleklerin cinslerinin, maddelerin cinsleri gibi muhtelif bulunduğunu, bunlara Şeriatın “melâike, cinler ve ruhâniyât” dediğini beyan eder. Bedîüzzaman Hazretleri bir katre yağmurda görevli meleğin, güneşte görevli melek cinsinden olmadığını, cinlerin ve ruhanîlerin de aynı şekilde muhtelif cinsleri bulunduğunu belirtir.5
Dipnotlar:
1. Necm Sûresi, 53/39; 2. Mesnevî-i Nûriye, s. 201; 3. Sözler, s. 465; 4. Sözler, s. 468; 5. Sözler, s. 469. 01.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
En büyük hedef: Tahkikî imanî |
Kur’ân, “Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan, iman küfürden iyice ayrılmıştır” 1 buyurur. Bu âyet açıkça insanların zorla dine sokulamayacağını, İslâmı kabulde zorlanamayacaklarını gösterir. Din bir imtihandır. İnsanlara akıl, fikir ve irade verilmiş, iyiyle kötü gösterilmiş, sonuçlarına katlanmaları şartıyla serbest bırakılmışlardır. Dinde zorlama olmamasının bir hikmeti de dinin meselelerinin son derece güzel, akla, mantığa uygun; ruh, kalp ve hissiyatı doyuran güzelliklerle dolu olması, cazibesiyle insanları kendine çekmesi, zorlamaya gerek duyulmamasıdır. Bu âyetin aslını Ebced hesabıyla değerlendiren Bediüzzaman Said Nursî 1350 (Hicri) rakamını bulur. Bu tarihte hükümetlerde dinle dünyanın ayrılış tarihine; dinde zorlama olmaması, dinî mücahede ve silâhla cihada muarız olan vicdan özgürlüğünün hükümetlerde bir anayasa maddesi hâline getirileceğine, hükümetin lâik cumhuriyete döneceğine işaret ettiğini belirtir ve “Ona mukabil mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak” der. Dinin mükemmelliğini, hak ve hakikatlerini gözlere gösterecek tarzda Kur’ân’dan bir nur çıkacağını bildirir.2 Evet, Risâle-i Nur böyle bir eserdir. Ele aldığı ispatlı, delilli meselelerle aklı, kafası karışan, şüpheye düşen insanları ikna eder; kalben, ruhen doyurur, tatmin eder. Bu gerçeği bizzat müellifi, “Risâle-i Nur, sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır”3 diye anlatır. O kadar doyurur, tatmin eder ki aklı şüphede, kalbi tereddütte olanların istedikleri kerametlerden çok daha üstün deliller ortaya koyar, hiçbir şüphe ve tereddüt bırakmaz. Onun için Risâle-i Nur’un kazandırdığı tahkikî iman keşfiyat, zevkler ve kerametlerin çok üstünde olduğundan, hakikî şakirtleri, öyle keramet gibi şeyleri aramazlar.4 Evet, Risâle-i Nurların esası ve hedefi, ima- n-i tahkikî ve hakikat-i Kur’âniyedir.5 Bir insan için en büyük huzur ve mutluluk kaynağı olan iman-ı tahkikîyi elde etmekten başka dünyada daha büyük ne olabilir?
Dipnotlar:
1. Bakara Sûresi: 256. 2. Şuâlar, S. 243. 3. Emirdağ Lâhikası, s. 59. 4. A.g.e., s. 76-77. 5. Şuâlar, s. 325. 01.06.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Sorun bilinmeden, çözüm konuşuluyor |
Dersimizin konusu belli: Türkiye'nin iç huzuru; halkın sevgi, barış ve kardeşlik atmosferi içinde birlikte yaşaması... Hemen herkesin, hiç olmazsa mutlak ekseriyetin arzu ve temennisi de bu yönde. Ancak, gösterilen bütün çabalara rağmen huzur ve güven yine de sağlanamıyor: Zira, dökülen kan durdurulamıyor. Patlayan silâhların, bombaların, mayınların önüne ne yazık ki geçilemiyor. Silâhlar patladıkça, ocaklara ateş düşüyor, yürekler yanıyor, gözyaşları sel olup gidiyor. Peki, yıllardır sürüp giden bu hazin, bu elim halin sebebi nedir? Neden bir türlü önüne geçilemiyor, bu dehşet uyandıran fecâatin? Defalardır "çözüm" yolu arandığı ve hatta "çözüme çok yakınlaştık" denildiği halde, neden her defasında fiyaskolu bir netice ile karşılaşılıyor? Suya kavuşma ümidi, neden her defasında seraba dönüşüyor? Kurtulma hevesleri, neden her defasında kursaklarda kalıyor da, geriye yine acı, ıztırap, elem ve keder kalıyor? Bütün bunlar gösteriyor ki, ortada yapılan temel bir yanlışlık var. O yanlışlık da şudur: Yaşanan sıkıntının henüz doğru bir teşhisi yapılmış değil. Teşhis yapılmadığı için de, mevcut hastalığın, yahut sıkıntının tedâvisi de yapılamıyor, yapılamaz da. Evet, henüz dert bilinmiyor ki, devâsı mümkün olsun. Bir başka ifadeyle, henüz "sorun"un ne olduğu anlaşılamadığı ki, çözümün nasıl olacağı bilinsin. Acaba, dünyada hangi rahatsızlık, hangi hastalık vardır ki, teşhisi yapılmadan tedâvisi mümkün olabilsin? İşte, onun için diyoruz ki, dersimizin konusu belli olmakla birlikte, çözüm bekleyen "temel problem" ne olduğu henüz anlaşılmış değil. Daha doğrusu, çözülmesi gereken asıl problemin ne olduğu hususunda, henüz bir mutabakat sağlanmış değil. Ve, şu garabete bakın ki, herkes tutturmuş bir çareden, yahut çözüm önerilerinden bahsediyor. Tabiî, çare ve çözüm diye meseleye bodoslama dalanların da, her birinin kendine göre tanımladığı bir "sorun" şekli var ki, al birini vur ötekine cinsinden. İşte size birbiriyle uyumsuz ve aslında çözümsüzlüğün de bir nev'î izahı mahiyetindeki "sorun"lardan bir yumak: * Türkiye'nin bir terör sorunu vardır ve tamamen dış kaynaklı bir belâdır. Bilinmeli ki, "Türk'ün Türkten başka dostu yoktur." * Türkiye'de bir Kürtçülük ve bölücülük sorunu vardır ki, bundan kurtulmanın yolu Atatürkçülüğe sımsıkı sarılmaktır. "Ne mutlu Türküm diyene" boşuna söylenmemiş. * Asıl sorun, Doğu ve Güneydoğu Bölgelerimizin geri kalmışlığıdır. İşsiz kalan gençler, terör örgütüne katılıyor. Bu bölgemizin dağına taşına "Türk, öğün, çalış, güven" diye yazacaksın ki... * Temel sorun, Türklükten uzaklaşmak, kendisinin Kürt olduğunu iddia etmektir. Böylelerini asıp kesecek, yahut başka yerlere sürüp öyle rahat edeceksin. * En büyük sorun, sınırların yanlış çizilmiş olmasıdır. Irak, İran ve Suriye ile oturup sınırları yeniden belirleyeceksin ki, mesele hal olma yoluna girsin. Evet, Türkiye'de yaşanan sosyal sıkıntının "sorun" kısmı ve bununla bağlantılı olarak yapılan çare teklifleri genelde bu minval üzere yapılıyor. En azından resmî çevrelerin ağzından, yıllardır hep bu mânâdaki söz ve söylemler dökülüyor. Ama, emin olun ki, bunların hiçbiri esasta hakka dayanmıyor, doğruya isabet etmiyor ve bilhassa "teşhis–i illete muvâfık" bir mahiyet arz etmiyor. Teşhis doğru ve isabetli şekilde yapılmayınca da, haliyle illetin tedâvisi de mümkün olmuyor. Geldiğimiz bu noktada, zihinlere gelmesi muhtemel şu suâli sormaya elbette ki hakkınız var: "İyi de, o halde sizce asıl sorun nedir? Siz yaşanan sıkıntının ve bu vatan ahalisinin mutlak ekseriyetini yıllar yılı huzursuz edip elemlere gark eden asıl marazın, asıl belânın ne olduğunu iddia etmektesiniz?" Evet, işte bize ve herkese evvelâ bu soru sorulmalı. Yani, öncelikle temel sorunun ne olduğu bilinmeli, anlaşılmalı, açıklanmalı ve üzerinde de mutabık kalınmalı. Tâ ki, bir sonraki safhada işin çözüm safhasına geçilebilsin ve sıkıntının giderilmesi mümkün hale gelebilsin. Bize göre, bu vatan ahalisinin mâruz kaldığı bu kanlı belâ ve sıkıntının en doğru teşhisini Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri yapmış ve başımıza musallat olan asıl derdi de şu tâbir ile tarif etmiştir: "Frengî illeti." (Bkz: Mektubat, s. 410; ayrıca Barla Lâhikası, s. 149. YAN, 1994 yılı baskıları.) Frengistan'ın, yani "bozuk Avrupa" kısmının üretip içimize saldığı bu "Frengî illeti"nin gelişme seyri ise, aynen şu safhaları takip etti: Meşrûtiyet'in ilânından bir sene sonra, yani Selanik merkezli Hareket Ordusunun Nisan 1909'da gelip İstanbul'u işgal etmesinden sonra, birdenbire ortalığı bir Türkçülük ve Turancılık cereyanı kapladı. Öncülüğünü Kırım'dan gelen Akçuralı Josef (Yusuf), İsmail Gasperenski, Diyarbekirli Kürt Ziya (Gökalp) gibi Türk olmayan şahsiyetlerin çektiği bu cereyan, 1912'de "Türk Ocakları" ismiyle resmîlerek kurumlaştı. İşte, bu tarihten sonra Türk olmayanların unsuriyet damarı depreşti ve 1918 yılına gelindiğinde, birçok etnik grup gibi İstanbul'daki aristokrat Kürtler de ayrılıkçı bir eğilimin içine girdi "Kürt–Teali Cemiyeti" etrafında birleşerek, tesirleri bugüne kadar yansıyan faaliyetlere başladı. Buna göre Kürtçülük, Türkçülüğün bir karşıtı olup reaksiyoner bir hareket olarak ortaya çıktı. Meşrûtiyet devrinde boy veren bu hastalık, daha azarak ve azgınlaştırılarak Cumhuriyet devrine intikal ettirildi. Cumhuriyet'in bilhassa ilk yıllarında ise, Türkçülük, resmî cenahta adeta bir din, bir iman akidesi şeklinde telâkki edilerek her tarafta propagandası yapıldı. Haliyle, bu da aksülamel meydana getirdi. Ayrıca bilinmeli ki, bu tür cereyanlar, kan ve şiddete bulaşmadan edemez, duramaz. Kan döküldüğünde ise, işin içine her türlü maraz ve mel'anetin girmesi kaçınılmaz olmuştur. Dolayısıyla, "Essebebüke'l–fail" sırrınca, bir fiile sebebiyet veren ilk hareketin bilinmesi, anlaşılması gerekiyor. Bu ilkler bilinmeden, sonrakilerin bilinmesi, anlaşılması, hele hele ortaya çare, çözüm diye bazı teklifler atılması, tamamiyle abesle iştigaldir. 01.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Evlenmeden önce kendimizi keşfetmeliyiz (2) |
Kendimizle barışık olmak ve iç huzuru yakalamak için kendimizi keşfetmeliyiz. Zaten buna mecburuz. Hakkında kâfî derecede bilgi sahibi olmadığımız bir cihazı kullanabilir, istifade edebilir miyiz? Doğumumuzdan ölümümüze dek ruhumuz/duygularımızla beraber dünya hayatını sürdüreceğimize göre, onu tanımak, keşfetmek zorunda değil miyiz? Mahiyetini bilmediğimiz bir şeyle bir arada yaşamak endişe verici, ürkütücü, korkutucu değil mi? Ayrıca, eşimizle, çoluk-çocuğumuzla bir ömür süreceğiz. Kendimizi tanıyamazsak, onları, yakınlarımızı, akrabaları ve sair insanları nasıl tanır; nasıl kendimizi tanıtabilir ve nasıl diyalog ve iletişim kurabiliriz? Ruh/duygularımızı keşfetmek kendimizi tanımak demektir. Kendimizi tanırsak geliştirir, olgunlaştırır ve terbiye ederiz. O takdirde kendimizle barışık oluruz. Kendisiyle barışık olan, aile fertleri ve diğer insanlarla da barış içinde yaşar. Diğer taraftan ruhumuzu ve özellikle kalbimizi keşfedebilirsek, istidatlarımızı ve kabiliyetlerimizi geliştirir, duygularımıza hâkim olma mahareti kazanırız. Doğru düşünme; doğru algı ve isabetli bilgiyle mümkün. Pozitif bakış, olumlu davranış ve istikamet keşifle kazanılır. Maddî-manevî gücümüzü keşfedersek, duygularımızı değiştirir, geliştirir ve kontrol edebiliriz. Mecralarını bulunca onları dengeli, ölçülü kullanmayı öğreniriz. O takdirde de hareket kabiliyetimiz artar. Dimağımızı keşfedersek, beynimizi değiştirir, hayal, vehim, hafıza, zekâ gibi aklî melekelerimizi geliştiririz. Ruhî keşif; sıkıntı, karamsarlık, problem, hastalık ve felâketlere karşı olumlu yaklaşabilme, onlardan ders alabilmeyi sağlar. Derdi dermana, ümitsizliği ümide, günahı sevaba çevirebilme melekesi/becerisi kazandırır. İnsanlığımızın ortaya çıkması ruhumuzun tekâmülüne bağlıdır. Olgunlaşıp mükemmelleşmek için de kendimizi keşfetmeliyiz. Mutasavvıfların “insan-ı kâmil” diye tabir ettiği seviyeyi, dolayısıyla mutluluğu, kâinatta cereyan eden hadiselerin gerçek yönünü, eşyanın mânevî sırlarını ve lâtifeleri keşfederiz. Ruhî keşif ve tekâmül yolculuğu bize sayısız ihtiyaçlarımızı ve aczimizi fark ettirip, sonsuz kudret, zenginlik sahibine dayanmayı, O’na hakikî “kul/abd” olmayı öğretir. Bu da bize melekleri de aşan insanî bir kimlik kazandıracaktır. Kendimizi keşfedersek, onu terbiye eder, tekâmül ettirerek manevî, ruhî, manyetik enerjimizi ve gücümüzü yükseltiriz. O takdirde de her musîbete, her olumsuz hadiseye karşı dayanır, direnç gösterebiliriz. Kendimizi keşfedersek, içe bakış metoduyla çoluk-çocuğumuza yaklaşım tarzını öğrenir; onların eğitim ve terbiyelerinde zorlanmayız. Kısaca, ruh/duygu ve biyo-psiko-fizyolojik yapımızı keşfetmek, hayatın gizemini çözmek ve anlamlandırmak demektir. Bu da huzur, bu da lezzet, bu da mutluluk demektir. 01.06.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Mayın tarlaları... |
Kemalistlerin milletin üzerine savurduğu “korku örtüsü” yarı demokratik Türkiye’mizde birçok hayatî hakîkatin sorulmasını, sorgulanmasını ve öğrenilmesini engelleyegeldi. Yeni Asya okurları belki de yirmi seneden bu yana, belki de ilk günlerden beri; bölgede aynı dili konuşan, aynı inancı paylaşan ve bin seneden beri “kültürel birliği” olan insanların arasında ansızın gerilen mayın duvarının nedenini, sebebini sorageliyorlar. Yapılan global anlaşmalara göre, Türkiye´nin 2014´e kadar mayınlarını temizlemesi gerektiğinden, bilhassa Araplarla olan en uzun sınırımızdaki mayınların çıkarılması ister istemez gündeme gelmiş. Hâdiseyi yine dallarından tutmuşuz. Bu mayınların şu verimli ve yüzölçümü olarak Kıbrıs’a denk bir araziye neden gömüldüklerini, kimlerin hangi paralarla gömdüklerini araştırmadan, onları çıkarmaya aday İsrail firması üzerinde tartışıyoruz. Başbakan ve Dışişleri Bakanının ifadeleriyle, Cumhuriyet tarihimizin zirvesindeki Türkiye, temizlik için 50 milyon doları bulup TSK´ya veremiyor. 1956 yılında geniş ve uzun araziye Türkiye´nin kimin paralarıyla bu kadar mayını satın alıp döşediğini belki soran olur. O zamanki hadiseyi yalnızca “kaçakçılıkla” ifadenin gayet sathî olduğunu herkes bilir. Onun yerine; NATO´nun kendisini Sovyet yanlısı “Baas” rejiminden korumak üzere döşediğini farz etsek, hadise biraz daha makule yaklaşmaz mı? Fransızların Şam´ı terk etmeleriyle birlikte, İslâm âlemine Bağdat Paktı ile müteveccih olan Türkiye ile Arap dünyası arasındaki bu mayın duvarının mahiyetini, dışardan ziyade içerde aramanın daha doğru olduğunu düşünüyoruz. Bağdat Paktı´ndan tam bir sene sonra… Ve üç yıl sonra da, Ortadoğu barışının temellerinin atılmasına mihmandarlık yapan Bağdat idaresi hunharca katlediliyor. Faysal hanedanının şehadetini takip eden iki sene sonra da, paktın esas mimarları ihtilâlle indiriliyor, anlaşmaya imza koymuş “millî kahramanlar” şehit ediliyorlar. Hâdise hepimizin bildiği gibi orduya havale edildi. Zalimlerin iğrenç faturaları “kahraman orduya” ödetilmeye çalışıldı. Gayet kısaca arz ettiğimiz tarihî perspektif ile şu hususu nazara vermek istiyoruz: Kemalizmin “ne Şam’ın şekeri, ne de Arabın yüzü” felsefesinin bir yansıması olan “mayın tarlalarının” temizliğini, yaklaşık iki yüz seneden bu yana bölgede problem olan ve bugün de kurdukları devlette “dünya barışını” engelleyen bir millete teslim etmenin vebalini bu hükümet kaldıramaz. Bizimle Kürtler ve Araplar arasındaki gayet hassas bir bölgeye İsraillileri yerleştirecek bir başbakan ve ekibi evvelâ kendileri mayına çarparlar. “Burada Yahûdiler değil de; bölgenin Müslüman insanları çalışacak” açıklaması ise, yalnızca istihzaya vesile olur. Amerika´daki birçok enstitüde kapital sahibi Musevîlerin emrinde elemanları çalışan, “başı”nın Yahûdi örgütünden “cesaret ödülü” aldığı bir hükümetin bu meselede savunacak bir yanı yoktur. Ülkemizin onlarca meselesinde kendi inisiyatifini kullanamayan, neocon ve neoliberal gibi insanlık ve barış karşıtı cereyanların dümeninden çıkamayan hükümetin şov yerine hadiseyi millete götürmesi hayrına olacaktır. Öyle anlaşılıyor ki, birileri hükümet dışındaki aktif güçlerle işbirliği yaparak Türkiye´yi bir kaosa sürüklemeye çalışıyorlar. Mayınları temizleyecek firmaların ücretini verip, temizlikten sonra bölgeyi vatandaşımıza bırakmaktan başka çıkar yol görünmüyor. “Efendim burada, yani İsrailli firmaya verilecek, arazide bölge insanı çalışacak” tezi, yalnızca zihinleri iğfaldir. Apo´nun, PKK´nın, Barzani´nin ve diğer bazı grupların hâmisinin bir yönüyle İsrail olduğunu bu milletin bilmediğini düşünenler aldanıyor ve aldatıyorlar. Türk milletinin kontrolü dışında başka kontrollerin Güneydoğu´yu “Ye´cüc ve Me´cüc” yetiştiren arazilere çevirdiğini, otuz seneyi aşkındır birlikte müşahede ediyoruz. Mayın tarlalarıyla, yalnızca Suriye sınırımızı kasdetmiyoruz. Her gün ciğerimizin bir köşesini parçalayan doğudaki bütün mayınlar da, meseleye dahildir. Bunu göze alamayan hükümet, sine-i milleti göze almalıdır. Üç günlük şu fani dünya zilletle yaşamaya değmiyor… 01.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Türk-Alman Üniversitesi |
Geçenlerde basında yayınlanan bir haber dikkatimi çekti. Haberde İzmir’in Çeşme ilçesi Alaçatı mevkiinde bir Türk-Alman Üniversitesi kurulmakta olduğundan bahsediliyordu. Dört fakülte ile eğitime başlayacak olan üniversite, 2010 yılından itibaren öğrenci almaya başlayacakmış. Öğretim üyelerini Alman veya Almanya’da eğitim görmüş Türk akademisyenlerin oluşturacağı üniversitenin ana hedefi, Alman liselerinde veya Almanya’daki Türk okullarında okuyan talebelere Türkiyede yüksek eğitim hizmeti sunmakmış. Türk-Alman Üniversitesinin iki ülke arasında tarihi eskilere dayanan dostluğu pekiştireceğine inanıyorum. Bugün Türkiye’nin AB'ye tam üye olmasına karşı çıkan Almanya ile geçmişte askerî, ekonomi we eğitim sahalarında işbirliği yapmışız. İsterseniz hep beraber tarih sayfalarına dönüp, Türk-Alman dostluğunun nasıl kurulduğuna bir göz atalım. Geçmişe doğru baktığımızda, “Türk-Alman dostluğu”nun köklerinin Tanzimata kadar uzandığını görürüz. Osmanlı İmparatorluğunun İngiltere, Fransa gibi sömürgeci devletlere ve sıcak denizlere inmek için fırsat kollayan Rusya’ya karşı olan hoşnutsuzluğu, Almanya ile askerî, siyasî, iktisadî ve kültürel alanlarda kuvvetli bir dostluğun kurulmasına yol açmıştır. Ordunun Avrupa standartlarına uygun şekilde modernleştirilmesini arzulayan 2. Mahmud, bu konuda başvurduğu diğer Avrupa ülkelerinden cevap alamayınca Almanya’dan yardım ister. İmparator 2. Wilhelm ile yapılan anlaşma (1835) gereği Alman askerî misyonları, Osmanlı ordusunu askerlik, tarih, coğrafya ve matematik konularında eğitmek ve imparatorluğun topografya haritalarını hazırlamak üzere görev alırlar. Moltke, Liman von Sanders, Goltz gibi paşa ünvanı almış Alman komutanların emrindeki askerî misyonlar, 1. Dünya harbine kadar Türkiye’de kalmışlar, bir Osmanlı-Alman projesi olan Hamburg-Berlin-Bağdat demir yolu inşaatının finansmanı için Alman silâh fabrikalarıyla Osmanlı arasında etkili aracılık yapmışlardır. İki ülke arasında bulunan ticarî işbirliğine gelince: 19. yüzyıl Avrupasının sanayileşmiş ülkeleri olan İngiltere ve Fransa, birçok koloniye sahiptiler. Hızla gelişen endüstri için gerekli olan hammaddeleri sömürge altına aldıkları ülkelerden sağlıyor; ürettikleri ürünleri, yine buralara pazarlıyorlardı. Almanya’nın ise sömürgesi yoktu. İşte bu bağlamda; üç kıt'aya yayılmış geniş ve zengin topraklara sahip olan Osmanlıyla dostluk kurmak, Almanya için hayatî önem taşımaktaydı. Bu yüzden, Almanya daha 1820’den itibaren Osmanlı İmparatorluğunda daimî temsilci bulundurmuştu. Kurulan dostluğun neticesinde, Osmanlının hüküm sürdüğü bölgeler Alman ürünleri için iyi bir pazar oluşturmuştu. Neticede, Almanya’nın Osmanlı devletine yaptığı ihracat 1890 yılında 3 milyon frank iken 1901’de 25 milyon franka varmış, aynı dönem içinde Osmanlı devletinin Almanya’ya yaptığı ihracat ise 6 milyon franktan 27 milyona çıkmıştı. (Dr. Hassan Ali Hallâk, Mevkıf ed-Devle el-Osmaniyye min Hareketis-Sihyoniyye, s. 157) Almanlarla olan askerî ve ekonomik ittifak, kültürel bağların kurulmasına da zemin hazırlamıştır. Alman askerî misyonları ailelerinin eğitim ve ibadet gibi ihtiyaçlarını karşılamak için 1843’de İstanbul’da bir Alman ilkokulu, Aynalıçeşme’de bir Protestan kilisesi, 1868’de Istanbul’da laik bir ilkokul, 1872’de İzmir ve Beyrut’ta birer lise, Hayfa’da ortaokul ve lise, 1885’te Selanik’te bir ortaokul, 1893’de İstanbul’da ortaokul, kız lisesi ve ticaret lisesi açılmıştır. Almanya daha sonraki yıllarda Bursa, Ankara, Sivas, Samsun, Konya,Trabzon, Adana, Mersin, Diyarbakır, Mardin, Musul, Basra, Şam, Trablusşam ve Yafa’da da okullar açmayı planlamıştır. Ancak Birinci Dünya savaşının patlak vermesi bu planın uygulanmasına engel olmuştur. Alman okullarının açılmasıyla, Almanca gramer kitapları ve sözlükler basılmış; çeşitli eserlerden çeviriler yapılmıştır. Bunlar arasında askerî mühendislik ve tıp kitapları çevirileri de vardır. Türk-Alman dostluğu, 1918’de Osmanlı İmparatorluğu ve Almanya’nın beraberce savaşı kaybetmeleri yüzünden kesintiye uğrar. 83 yıl süren Alman askerî misyonu sona erer ve Alman okulları kapatılır. Ancak sonraki dönemlerde tekrar Türk-Alman dostluğu canlanır. 01.06.2009 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Faruk ÇAKIR |
|
Timsah gözyaşlarına mendil sunalım! |
Beklenen oldu ve Türkiye nüfusu içindeki ‘yaşlı’ların sayısı hızla artmaya başladı. Böylece, yıllardan beri sürdürülen ‘çocuk yapma, kariyer yap’ propagandasıyla netice alındığı ortaya çıkmış oldu. Araştırmalardan ortaya çıkan bu durum şöyle özetlenebilir: 2000-2008 döneminde Türkiye’de 25 yaş altı nüfus 2 milyon 889 bin 467 azalırken, 65 yaş ve üstü nüfus 1 milyon 34 bin 474 artmış. (AA, 29 Mayıs 2009) Türkiye İstatistik Kurumu verilerinden derlenen rakamlarda başka ‘ayrıntılı’ bilgiler de var, ama onları aktarmaya gerek yok. Özetle, toplam nüfus içerisindeki genç nüfus 2 milyon azalırken, ‘yaşlı’ nüfusu da 1 milyon artmış. Dikkat çekici olan bir nokta da, bu haberlerin medyada yer alış şekli oldu. Haberler, “Eyvah, biz de Avrupa gibi ‘yaşlı’ ülke oluyoruz. Bu gidişle ülkemizde ‘genç’ kalmayacak” şeklinde duyuruldu. Acaba akıtılan bu ‘timsah gözyaşları’na inanmak gerekir mi? Düne kadar değil, bugün bile “çocuk yapma, kariyer yap” diyenlerin; şimdi “Eyvah nüfusumuz azalıyor” diyerek ‘üzülmeye’ hakları var mı? Tabiî ki bu konudaki tartışmalar bu günün meselesi değil. Gerek siyasetçiler ve gerekse sosyal bilimciler, tıp uzmanları ve kendisini ‘yetkili’ kabul eden herkes bu konuları tartışıyor. Bilhassa son yüzyılda, çocuk sahibi olmak bazı aile ve milletler için ‘yük’ olarak kabul edildi. Çocuk sahibi olmanın ve onunla meşgul olmanın kadınların ‘özgürlüğünü’ sınırlandırdığı iddia edildi. Bu taun ve felâket öyle bir yayıldı ki, evlendikleri halde çocuk sahibi olmamak için direnenler dahi ortaya çıktı. Bazıları da bir adım daha artarak evliliğe ve aileye tamamen karşı çıktı. ‘Mim’siz ‘medeniyet’ de bu anlayışı körükledi ve insanlık tam anlamıyla ‘duvar’a dayandı. Yanlıştaki bu ısrar, Avrupa’nın ‘ihtiyarlar kıt'ası’ olmasıyla neticelenince bu defa hatadan dönmek için çalışmalar yapılmaya başlandı. Yıllar boyu ‘çocuk’lara hayat hakkı tanımayan Avrupa, artık kurtuluşun ‘çocuk’larda olduğunu anladı. ‘Özgürlüğe engel’ olarak görülen evlilik, artık Avrupa’da da teşvik ediliyor. Meselâ, geçen yıllarda Almanya’daki caddelerde asıldığına bizzat şahit olduğum ve gençlere hitap eden ‘bilboard’lara şöyle yazıyordu: “Gençler, aile kurun, evlenin. Aile olarak yaşamanın en az 100 tane faydası var.” Bizde bazı kesimler hâlâ ‘çocuk’ sahibi olmayı ‘özgürlüğe engel’ olarak görüyor, ama son haberler her halde onları da uyandırmaya vesile olacak. Artık eskisi kadar ‘doğum kontrolü yapın’ şeklinde propagandalara şahit olmuyoruz. Avrupa’daki şebekeler ‘üflemeyi’ bıraktığı için olsa gerek, bizdeki temsilcileri de artık ‘oynamıyor.’ Bakınız, ‘nüfus planlaması’ diye millete yutturulmaya çalışılan ‘tuzağın’ altından da yine 12 Eylül İhtilâlinin uygulamaları çıkıyor. Bu konudaki bir hatırasını anlatan eski bakanlardan Hasan Celal Güzel (özetle) şöyle yazmış: “12 Eylül Darbesi’nden sonra, Ulusu Hükûmeti’nin programını yazmakla beni görevlendirdiler. Devlet Bakanı Prof. Dr. İlhan Öztrak ise çalışmaları koordine edecekti. Öztrak, nüfus planlamasıyla ilgili yazılı bir not vererek, bunu da Hükûmet Programı’na dahil etmemi istedi. Dediğini yapmadım ve programı Başbakanlık Matbaası’na gönderdim. Öztrak, programın son halinde nüfus planlamasını göremeyince, “Hasan Celâl Bey, nüfus planlamasının konulmasını Amerikalılar Konsey’den (darbe cuntası) istemişler. Mutlaka koymamız lâzım” dedi. Ben gene oyaladım. Öztrak, sabaha karşı matbaaya gidip nüfus planlamasını programa bizzat koydurmuş... Yıllar geçti. Özal Başbakan oldu. Bu defa eşinin başkanı olduğu ‘Türk Kadınını Güçlendirme Vakfı’ nüfus planlaması faaliyetlerinde bulunuyordu. Bir gün Başbakanlık Konutu’nda rahmetli Özal’a, nüfus planlaması konusundaki müşterek mücadelemizi ve hâtıralarımızı anlattıktan sonra, ‘Turgut Ağabey, her şey aklıma gelirdi de, bu noktaya varacağımızı düşünemezdim’ diye sitem ettim. Çok müteessir oldu ve sesini çıkarmadı.” (Radikal, 31 Mayıs 2009) Her konuda olduğu gibi bu konuda da ‘fıtrat’ı esas alalım, yeter... 01.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Büyük fırsat” ve demokratik çözüm (1) |
Meclis’te hükûmetin Suriye sınırındaki mayınlı toprakların temizlenmesinin İsrail firmalarının başını çektiği yabancı şirketlere “kiralatma ihâlesi tasarısı”nın tartışıldığı sırada, terör örgütünün mayın tuzağıyla sekiz askerin şehid olması, Cumhurbaşkanı Gül’ün Kazakistan’da tekrarladığı “büyük fırsat” tartışmalarını alevlendirdi. Ne var ki iddiayı ortaya atan Gül’ün bunu salt “devlet kurumlarının uzlaşma yaklaşımı” izâhıyla yetinmesi, yetersiz. TBMM, muhalefet ve hatta kabine sözkonusu “büyük fırsat”ın muhteva ve mâhiyetinden habersiz… Bundandır ki bir taraftan şehid naaşlarının ardı ardına Anadolu’ya geldiği günde Kuzey Irak’taki fiilî terör örgütü lideri Karayılan, “Kürtler adına” terör örgütünü Ankara ile muhatap konumunda gösterip terörist başı ile diyalog ve “öneriler” sıralıyor. Belli ki uluslar arası mihraklar yeni ifsadlar peşinde. Son karakol baskınları ve Çukurca katliâmında olduğu gibi terörü devam ettiren örgütü, Türklerle ve diğer Müslüman unsurlarla birlikte barış ve kardeşlik içinde yaşamış “Kürtlerin partisi” yapma oyunu oynanıyor. Bütün dünyaya karşı küresel aktörler ve medya mârifetiyle, öncelikle Öcalan’ın “Kürtlerin lideri” ve Karayılan’ın “Kürtlerin sözcüsü” olduğu uydurması lanse ediliyor.
ŞİMDİ DE “İNGİLİZ İSKOÇ MODELİ” İngiliz The Times gazetesinden Anthony Loyd’un Kandil Dağı’nda Karayılan’la “Kürt sorunu”nu görüşüp “PKK Türkiye’ye zeytin dalını uzatıyor” yazısının maksadı bu. İngiliz gazeteci Loyd’un, “çözümde ilerleme potansiyelinin Karayılan’ın Hasan Cemal ile buluşmasında ortaya çıktığı” yorumunu aktarması, komployu deşifre ediyor. Böylece DTP raporunda Türkiye’yi etnik farklılıklar üzerinde 23 bölgeye ayırıp “özerklik”le başlayan, Karayılan’ın Ankara’nın İmralı’daki terörist başını muhatap alması, “ETA tipi” tanınma ve “Bask modeli”yle ortaya attığı ve en son “İskoç modeli”ini örnek veren tefrikayı hedefleyen “ecnebi önerileri” bunu gösteriyor. Karayılan’ın, “Türkiye bizim sorunumuzu Britanya’nın çözdüğü şekilde çözmesi lâzım; İngiltere’nin İskoçların kendi parlamentolarına sahip olmalarına izin vermesi gibi ‘Kürt parlamentosu’ kurulmalı” deyip İngiliz The Times aracılığıyla “bunun karşılığında 25 yıldır sürdürülen savaşı ve kan dökülmesini sona erdirme” teklifini göndermesi, oldukça ilginç. Anlaşılan o ki başta bölge halkı olmak üzere 40 bin mâsum insanın ölümüne sebep olup Türkiye’yi 300 milyar dolar zarara sokan terör örgütü, Çanakkale’de, Yemen’de, İstiklâl Harbinde birlikte cihad edip yan yana şehid düşmüş Türkiye’deki Kürtleri “ayırma”yla evvela milleti, ardından vatanı bölme ve parçalama plânını sahneye sürüyor. Terörün devam etmesi, hergün şehid cenâzelerinin gelmesine karşılık Karayılan’ın “ateşkes sağlanması ve yirmi beş yıldır süren savaşa son verilmesi” için Ankara’nın bu “şartları kabulü” şart koşması, terör örgütünün çeyrek asırdır terörü ve kanı şantaj olarak kullandığını bir defa daha açığa çıkarıyor. En çok bölgedeki Kürtleri katleden, bölge insanının inanç, kültür ve mâneviyat mayasını inkâr eden Marksist terör örgütü lideri Karayılan’ın Kandil’de “Kürtler adına” konuşması, doğrusu bir zamanlar Fransa’da Ermeni Boğos Nubar’la “Ermeni Konferansı”na katılan Şerif Paşa’nın “Kürtler adına” Osmanlı’ya isyana kalkışan Ermenilerle “iftirak mukavelesi”ne benziyor.
“ÖZERKLİK”LE ÇÖZÜM OLMAZ Zira Bediüzzaman’ın 90 yıl önce belirttiği gibi, “İslâmiyet nâm ve şerefini i’la (yüceltmek) için beşyüzbin kişi fedâ eden, makam-ı hilâfete olan sadâketlerini îsar ettikleri (fedâ edip akıttıkları) kan ile bir daha te’yid eden ve câmia-i İslâmiyeden ayrılmaya asla tahammül edemeyen Kürtleri” ayırmaya uğraşanlar “mutlaka makasıd-ı mahsusa ile (özel sinsî maksatlarla) hareket etmektedirler.” Bunun içindir ki menhus fitnelerle “Şarkî Anadolu’da iftirak âmâlini (ayrılık emellerini) mevkii fiile çıkarmaya (uygulamaya) çalışanlar, Kürdlük nâmına söz söylemeye selâhiyattar değiller.” (Kürdler ve Osmanlılık, İkdam, 7 Mart 1920; Eski Said Dönemi Eserleri, 106-107, Yeni Asya Neşriyat ) Şurası muhakkak ki elbette Bediüzzaman’ın da “serbesti-î inkişâf” dediği, hak ve hürriyetlerin geliştirilmesi, demokratikleşmenin yaygınlaştırılması, maddî ve mânevî kalkınma ve yerinde yönetimle mahallî idârelerin güçlendirilmesi, hizmet dağıtımında tıkanan Ankara bürokrasisinin aşılmalı. Sadece bir bölge için değil, bütün ülke çapında demokratik çözümler bulunmalı. (Kürdler ve İslâmiyet, Sebiürreşad, 1 7 Mart 1920; 107-110, age) Ancak bu demokratik çözüm, Karayılan’ın “İngiliz-İskoç örneği”nde, “ETA tarzı”nda veya “Bask modeli” gibi “yabancı formüller”de değil; kuvvetli mânevî birlik ve bütünlük bağları içinde demokratikleşme ve özgürlüklerde aranmalı… Çünkü iftirak fitnesinin ilk adımı olan “özerklik”te, “adem-i merkeziyet” paravanındaki “kavmiyetçi yapılanma”da ve DTP milletvekillerinin bile “felâket” olarak nitelendirdiği “etnik parlamento” sapmasında hiçbir hayır yok… 01.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Bakan haklı |
Çiçeği burnunda Maliye Bakanı Mehmet Şimşek şaşırmış ve isyan etmiş. Niye mi? Koltuğuna oturur oturmaz kurmaylarını, bürokratlarını toplamış, brifing almış. Bir de ne görsün? Katma Değer Vergisi ve Özel Tüketim Vergisi gibi dolaylı vergilerin, toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 70’lere dayanmış. Yani... Toplanan 100 liranın 70 lirası bu tür vergilerden sağlanıyor. “Olmaz” demiş Bakan “Böyle vergi düzeni olmaz.” Hatta şunu da ilâve etmiş: “Bu kadar vergi bu idare olmasa da toplanır.” Sayın Bakan bu sözleri sarf etti mi sarf etmedi mi emin değiliz. Basına böyle yansıdı. İzleyebildiğimiz kadarıyla tekzip edilmedi. Eğer söylemiş ise çok haklı. Böyle açık sözlü siyasetçilere ihtiyacımız var. Haklı da... Şaşırmasına ve isyan etmesine bir mânâ veremedik. Bakanımız ekonomiden, maliyeden uzak biri değildi ki vergi sistemimizden bihaber olsun. Sağır sultan biliyor ki ülkemizde yıllardır dolaylı vergilerin payı çok yüksek. Bunu Maliye Bakanı koltuğuna oturduğunda öğrenmesi ve dile getirmesi tuhaf. Yine de iyi bir çıkış, takdir edilmeli. Teşhiste tam isabet. Şimdi konuya yabancı olanlar şunu sorabilir; Dolaylı vergilerin payı yüksekse ne olmuş, ne değişir? Öyle ya da böyle vergi vergidir. O zaman şu dolaylı, dolaysız vergi ayrımını bir kez daha hatırlatalım. Yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz, ısındığımız, bindiğimiz aklınıza gelen her türlü mal ve hizmet bedeli içinde vergi var. Bunları satın aldığınız anda vergisini farkına varmadan ödersiniz. Zengin, fakir ayrımı yoktur. Bu yüzden vergi literatüründe dolaylı vergiler gayri adil diye nitelendirilir. Dolaysız vergiler doğrudan kazanç üzerinden alınır. Kişi ücretli ise işvereni tarafından ücretinden kesilir, maliyeye yatırılır. Kişi avukat, doktor, tüccar ise kazancını kendi beyan eder, bu beyana göre vergisini öder. Şirketler, bankalar için de aynı usul geçerlidir. Dolaysız vergiler malî güce göre ödendiğinden adil kabul edilir. Ne kadar kazanç o kadar vergi. İşte kazanç üzerinden alınan ve adına dolaysız denilen bu vergiler bizim ülkemizde toplanamıyor. Toplanamayınca... Adaletsiz olan dolaylı vergilere yükleniliyor. Benzine, sigaraya, elektriğe, telefona, doğal gaza zam üstüne zam yapılarak vergi gelirleri arttırılmaya çalışılıyor. Ama olan bunları kullanan, tüketen fakir, fukara, işsize oluyor. 1980‘lerden başlayarak bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün hükümetler bu yolu seçmiş. Neden halkın ezilmesine göz yumulmuş? Cevabı gayet basit. Kolay yol. Bakanın dediği gibi binlerce personele sahip bir Gelir İdaresine de lüzum yok. Masrafsız. Hem de tepki çekmiyor. Sessizce, incitmeden vergisini topluyor. Dolaysız vergi öyle mi ya? Elini doğrudan vatandaşın cebine atıyorsun. Zor iş. Takip gerekiyor. Denetim gerekiyor. Fazla zorlarsanız oy da kaybettiriyor. Hangi politikacı bunu göze alabilir? Bu sebeple tüccar, sanayici, serbest meslek sahibi, kuyumcu otelci kazancından dolayı vergi mergi ödemez. Ödeyen de asgarî ücretli kadar öder. Her yıl meslek grupları itibariyle ödenen vergiler açıklanır. Tablo hiç değişmez. En başta Noterler yer alır. Çünkü onların kaçırma şansları yoktur. Hemen arkasından gelen meslek grupları da komik denecek tutarlarda vergi ödeyerek sıralamaya girerler. Peki toplumun neredeyse tamamı nasıl vergi kaçakçısı olabilir? Olur. Zira sistemin bizzat kendisi vergi kaçakçılığını teşvik etmektedir. Halbuki devlet vergisiz yaşayamaz. Sağlık, eğitim, iç-dış güvenlik, adalet, alt yapı, sosyal güvenlik hizmetleri için para lâzımdır. Tek sağlıklı ve sürekli gelir kaynağı halktan toplanan vergilerdir. Aksi halde borçlanılır, aşırı faiz ödemek zorunda kalınır, malî disiplin bozulur. Ekonomik darboğazlara sıkça girilmesi ve şiddetli hissedilmesinin bir nedeni de “vergi alma borç al” politikalarıdır. Öncelikle yapılması gereken adil, yaygın ve herkesin anlayabileceği bir vergi sisteminin kurulmasıdır. Hastalığa isabetli teşhis koyan Sayın Bakanın, tedavide de aynı başarıyı göstermesini bekliyor, yeni görevinin hayırlı olmasını diliyoruz. 01.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Nice fetihlere |
Geçtiğimiz 29 Mayıs Cuma günü Fetih ve Elif ilâveleriyle birlikte dolu dolu bir gazeteyi okuyucularımıza takdim etmenin mutluluğunu yaşadık. Anayazısı genç arkadaşımız Yavuz Topalcı’nın emeğiyle ortaya çıkan Fetih ekimiz, diğer tamamlayıcı yazılarının yanı sıra, fethin sembolleri olarak klasikleşen Arif Nihat Asya’nın Fetih Marşı ve Ali Ulvi Kurucu’nun Ayasofya şiirleriyle, hepimizin hissiyatına tercüman oldu. Fethin 556. yıldönümünde, 40. yılını idrak etmekte olan Yeni Asya için de fevkalâde anlamlı ve müjdeli çağrışımlar yaptıran bu değerli çalışmaya katkı veren herkese teşekkür ediyoruz. Yazarlarından teknik düzenlemede emeği geçenlere ve o gün ek gazete alarak yeni adreslere ulaştıranlara kadar... Bu güzel çalışmanın, manevî cihad ve manevî fetih harekâtında tavzif ve istihdam edilen kahraman iman hizmetkârları için yeni fütuhatlara vesile olmasını ve bu yolda bir fa’l-i hayır teşkil etmesini diliyoruz. Tabiî, aynı temennîlerimiz, son sayısındaki fetih ağırlıklı yazılarla bu mânâya destek veren Elif ilâvemiz için de geçerli. Cenâb-ı Hak ihlâs ve istikamet çizgisinde daha nice hizmet hamlelerine muvaffak kılsın. *** Bir sonraki hedef Ramazan seti Bundan sonra önümüzdeki hedef, Allah nasip ederse, önümüzdeki 21 Ağustos’ta idrak edeceğimiz Ramazan-ı Şerif için düşündüğümüz üç kitaplık set: Ramazan-İktisat-Şükür Risâlesi, 100 Soruda Oruç ve 100 Soruda Zekât. Önceki hafta sonu İstanbul’da yapılan Temsilciler Toplantısında bilgisi verilip, ertesi gün gerçekleşen Türkiye Neşriyat Komisyonunda enine boyuna müzakere edilen bu çalışmanın da verimli neticeler getireceğine inanıyoruz. Ve bu inançla hazırlıklarımızı sürdürüyoruz. *** Üç Aylar 24 Haziran’da başlıyor Yeri gelmişken, Ramazan’a giden süreçteki önemli tarihleri şimdiden kaydetmekte fayda görüyoruz: 24 Haziran Çarşamba: Üç Aylara giriş. 25 Haziran Perşembe: Regaib Kandili. 19 Temmuz Pazar: Mi’rac Kandili. 5 Ağustos Çarşamba: Berat Kandili. Yani, bugün itibarıyla Üç Aylara üç buçuk haftadan az bir zaman kaldı. Üstadın “pek çok uhrevî faydaları kazandıran ticaret-i uhreviyenin bir kudsî pazarı ve ehl-i hakikat ve ibadet için mümtaz bir meşheri (sergisi)” olarak nitelediği, üç ayda seksen senelik bir ömrü ehl-i imana kazandırdığını hatırlattığı ve bu mânâyı “Her hasenenin sevabı sair vakitte on ise Receb-i Şerifte yüzden geçer, Şaban-ı Muazzamda üç yüzden ziyade ve Ramazan-ı Mübarekte bine çıkar ve Cuma gecelerinde binlere ve Leyle-i Kadirde otuz bine çıkar” sözleriyle izah ettiği (Şualar, s. 770) mübarek günler için kendimizi şimdiden hazırlamaya başlayalım. *** Avcı’dan üzücü mesaj Haftada iki gün olmak üzere Yeni Asya’da yazmaya başlayan eski savcı Gültekin Avcı, iki hafta yazdıktan sonra, özetle şöyle bir mesaj gönderdi: “(İçerisinde bulunduğum) yoğun tempo içinde kıymetli gazetemiz Yeni Asya’ya makul bir performansla yazmak beni oldukça yoracaktır. “Bu itibarla kalbimin sizlerle olduğunu ifade ederek, hakikatli Yeni Asya gazetemizde yazılarıma belirsiz bir süre ara vermek durumunda olduğumu bilmenizi isterim. “Özürlerimi arz eder, beni anlayışla karşılayacağınızı ümid ederim. “Kapınızın da şahsıma her zaman açık kalacağı temennisiyle, en samimî selâm ve muhabbetlerimi arz ederim.” Avcı’nın, hukuk ve demokrasi mücadelemize büyük katkı sağladığını düşündüğümüz yazılarına Yeni Asya’da devam edememesinden duyduğumuz üzüntüyü ifade ile, durumu okuyucularımızın bilgisine sunarız. 01.06.2009 E-Posta: [email protected] |