M. Latif SALİHOĞLU |
|
"Kürt sorunu" demenin sakıncaları |
Daha evvel de çeşitli vesilelerle ifade ettik ki, Türkiye'nin bazı kendi iç sorunları, dahilî meseleleri var. Bunları olduğu gibi yâdetmeli, farklı mânâ ve mahiyete bürünecek şekilde isimlendirmekten şiddetle kaçınmalı. Aksi halde, beraberinde yeni sıkıntılar, yeni rahatsızlıklar getirir. Meselâ, Türkiye'nin hasseten Kürtlerle alâkalı bir yanlış tutumunu, bir hatalı politikasını siz tutup "Kürt sorunu" şeklinde isimlendirir ve aynı yaklaşımla çözmeye çalışırsanız, işin içinden çıkamaz ve sağlıklı bir çözüme asla kavuşamazsınız. Zira, asıl sorun Kürtlerden değil, Türkiye'nin yanlış politikalarından kaynaklanıyor. Dolayısıyla da, "sorun"a Türkiye'nin bir dahilî meselesi olarak bakmak gerekiyor. Keza, yaklaşık bir asırdır Türkiye'nin "irtica sorunu" diye, yine temel bir sıkıntısından söz ediliyor. Bu da, tıpkı diğeri gibi çok hatalı ve hiç alâkasız bir yaklaşımla tâbir ve tarif edilerek sıklıkla gündeme getirilmeye çalışılıyor. Hatta öyle ki, devletin en üst katmanlarında dahi, bu sorunlar "bölücülük ve irtica" diye isimlendirilerek, "öncelikli tehditler" sıralamasında listenin en başında zikrediliyor. Oysa, gerçekte Türkiye'nin ne irtica diye bir sorunu var, ne de bölücülük. Tabanda ve halk arasında, bu tür rahatsızlıkların karşılığını asla bulamazsınız. Demek ki, bunlar bir yerlerden üretiliyor ve dehşetli propagandalarla yaygınlaştırılarak toplumun katmanlarına mal edilmek isteniyor. Şükürler olsun ki, halkın ekseriyeti bu hezeyanlara itibar etmiyor ve yanlış propagandaların tesiri altına girmiyor.
"Sorun"un tarafları olur
Burada, Türkiye'nin irtica ve bölücülük meselesini, gerek mahiyet ve gerekse karakteristik özellikleri itibariyle diğer "sorun"lardan ayırt etmek için, çarpıcı bazı misâller verelim. Türkiye'nin meselâ "Ermeni sorunu", "azınlıklar meselesi", yahut "Kıbrıs meselesi" gibi ciddiyet arz eden sorunları, meseleleri vardır. Buna her halde kimsenin bir itirazı olmaz. Şimdi dikkat buyurun: Bu ciddî sorunların hem tarafları (Türkiye ve diğerleri) söz konusu, hem de uluslar arası hukukî boyutları vardır, bu sorunların. Üstelik, "93 Harbi" denilen tâ 1877-78'deki Osmanlı–Rus harbinden beri... 1923'teki Lozan Antlaşmasıyla da—statüsü kısmen değiştirilen bu sorunlar—Türkiye Cumhuriyeti devletine aynen devredilmiş bulunuyor. Bunların konuşulduğu hemen her yerde, hem taraflardan, hem de işin hukukî boyutundan mutlaka söz ediliyor. İşte, Türkiye'de daha ziyade dindarlar ve Kürtler için tanımlanan şu irtica ve bölücülük meselesinin, yukarıda zikredilen sorunlarla doğrudan hiçbir benzerliği olmadığı gibi, hiçbir münasebeti de yoktur. Daha açık bir dille ifade edelim ki: Kürtleri ve dindarları ilgilendiren sorun ve sıkıntıların Türkiye'de ne temsilci statüsünde tarafları vardır, ne bu sorunların devletler arası hukukî bir dayanağı mevcut. O halde, bunlar Türkiye'nin kendi iç sorunları ve dahilî meseleleridir. Aksi halde, çözüm için orta yere bir masa kurmak ve o masanın etrafında sorunun taraflarını getirtip oturtmak zorunda kalırsınız. Ki, Türkiye'de böyle bir durum, söz konusu dahi olmaz ve olamaz. Şayet olabilir diyenler varsa, onları meseleyi akl-ı selimle bir kez daha düşünmeye dâvet ediyor ve şu tavsiyede bulunuyoruz: Lütfen muhali talep etmekten uzak durunuz. Allah muhafaza, meselâ "irtica sorunu"nu müstakilen, yani Türkiye'nin genel politikasından bağımsız şekilde düşündüğünüzde, ortaya nasıl bir masa kuracak ve masanın etrafına hangi tarafları dâvet edeceksiniz? Aynı durum, hatalı "Kürt sorunu" için de geçerli. Siz bu mânâda bir sorunu çözmek için Türkleri ayrı, Kürtleri ayrı bir taraf şeklinde mi telâkki edeceksiniz? Maazallah, masanın Kürt tarafına PKK'yı, ya da DTP'yi mi yerleştireceksiniz? Kürtlerin yegâne temsilcisi bunlar mı? Bu durumda kan ve şiddet metoduna da prim verilmiş olmaz mı? Keza, sorunun Türk tarafını kim temsil edecek? İçinde Kürt iradesinin de bulunduğu Meclis mi, hükümet mi, ordu mu, Çankaya mı, yoksa gencecik evlâdını kaybeden mâsum ve mağdur olmuş on binlerce vatandaş mı? Demek ki, yaşanan sıkıntıya "Kürt sorunu" diye baktığın zaman, durum daha bir vahamet kazanır ve işin içinden çıkılmaz bir vaziyet alır. O halde sorun, Türkiye'nin temel bir sorunudur ve daha ziyade dini dışlarken, bir yandan da Kürt unsurunu red ve inkâra dayanan "Kemalist Türkçülük" sorunudur. Türkçülük, hem dine zıt, hem de Kürtçülüğü tetikleyen hastalıklı bir cereyan iken, Kemalizm ise, aynı şekilde hem hayattan dini dışlayan, hem de Kürd'ün varlığına dahi tahammül göstermeyen, hatta bu vatanda yaşayan herkesin ille de Türk olması gerektiğini dayatan bir fikir ve felsefeye âlem olmuştur. Bu sıkıntıların çözümü ise, bu milleti birlik ve dirlik içinde tutan ruh, kalp ve akılda mevcuttur. Bu iradenin tecelli yeri ise, Millet Meclisidir. Devletin hatalarını tamir ile sağlıklı bir çareyi formülize edecek olan da, Meclis'in hür iradesidir. Bakınız, benzer mânâdaki bir sıkıntı 1920'de yaşanmış. O tarihte Paris'te bir Kürt Konferansı tertip edilmiş. Buna şiddetle tepki gösteren Bediüzzaman Said Nursî, Kürtlerin vekili ve onlar nâmına söz söyleyecek olanın, Paris'teki Kürt Şerif Paşa değil, Meclis-i Meb'ûsan-ı Osmaniye'deki mebûslar olabileceğini ifade ediyor. (Bkz: Sebilürreşad, 4 Mart 1920) Demek ki, neymiş? Bu işin masası ve tarafları yok, asıl söz sahibi olan, Meclis'in hür iradesidir. Ki, içinde Kürtler ve Türkler beraber bulunur, beraber çalışır. 08.06.2009 E-Posta: [email protected] |