M. Latif SALİHOĞLU |
|
Türkçülük sorunu |
Fikir, siyaset, hükümet ve devlet adamlarımız, adeta seferberlik halinde "Kürt sorunu"nu halletmekle meşguller. İktidarıyla muhalefetiyle, Meclisi'yle Köşk'üyle, sağcısıyla solcusuyla, Kürd'üyle, Türk'üyle, askeriyle medyasıyla hemen herkes bu sorunu konuşup tartışıyor ve sağlıklı bir çözüm yolu arıyor. Ne diyelim, inşaallah muvaffak olurlar. Ama, bizim bu konudaki tezimiz ve iddiamız farklı. Şöyle ki: Türkiye'nin temelde "Kürt sorunu" diye bir sorunu yoktur. Asıl sorun "Türklük"te, daha doğrusu "Türkçülük"te. Dolayısıyla, bu "Türkçülük sorunu" halledilmeden, yani bu problem çözülmeden de, "Kürt sorunu" diye isimlendirilen problemlerin sağlıklı bir çözüme kavuşturulması, bize göre imkân ve ihtimal dışıdır. Aşağıda, bu iddianın delillerini okuyacak ve ispatını göreceksiniz. Ancak, hemen ifade edelim ki: Türkçülüğü çıkaranlar ve bu ırkçı cereyanı tahrikkâr bir sûrette körükleyenler, hakikatte Türk değiller. Meselâ, Türkçü reislerden kaderi inkâr ile kafasına kurşun sıkan Çermikli "Kürt Ziya"nın (Gökalp), ateist damızlıkçı Arapkirli Dr. Abdullah Cevdet'in, Türkiye'de ilk kadın dergisi çıkaran Kırımlı İ. Gasperenski'nin, Türk Ocağı kurucularından ve 1935'te Türk Tarih Kurumu Başkanlığı yapan anne tarafından Yahudi olan Josef (Yusuf) Akçura'nın, Tevhid–i Tedrisatı dinsizliğe inkılâp ettiren Kara Vasıf'ın (Çınar), mason cemiyetinin isteklerini hükümet programına dahil eden İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın ve Türk Dil Kurumuna uzun müddet başkanlık yapan Agop Efendinin (A. Dilaçar) hakikî Türk olmadığı, bizce kat'idir. Ama, Türkçülük çığırını açan ve ırkçılığın daniskasını yapanlar da bu ve benzeri kimselerdir. İşte onun için diyoruz ki, hakikî Türkler ırkçı değiller ve tarihte de bu mânâda bir menfî cereyana tenezzül etmemişler. Cihangir devletler kurdukları Gazneli, Selçuklu ve Osmanlı devrindeki tutumları bunun açık birer şahididir. Demek ki, Türkler nâmına Türkçülük yapan başkasıdır; yani, gayr–i Türk unsurdan kimselerdir. Asıl maksatları da, bin yıl müddetle İslâma bayraktarlık seviyesinde hizmet etmiş olan hakikî Türklere düşman kazandırmak ve bu sûretle onlardan intikam almaktır. Evet, Türklere ve Türkiye'ye yapılan düşmanlıkların ve kötülüklerin temelinde, işte bu intikam duygusu yatmaktadır. Sadece kullanılan argümanlar ve kamuflaj malzemeleri başkadır, o kadar. Buna göre, yani esasta Türk olmayanların yapmış olduğu Türkçülük sebebiyle hakikî Türklere düşman olmanın, onlara karşı kin ve husumet duygusunu beslemenin insafla, vicdanla ve iz'anla bağdaşır hiçbir yönü yoktur. Esasen, ırkçılıkla hiçbir münasebeti bulunmayan Türklere karşı yapılacak bir düşmanlığın, nihayetinde İslâma, daha doğrusu "İttihad–ı İslâm"a düşmanlık hesabına geçeceğinin de şuurunda olmak gerekir diye düşünüyoruz. Zaten onun içindir ki, Üstad Bediüzzaman Hazretleri "Meslek–i Kur'âniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türk milletine karşı muhabbettarâne bir münasebetim var" diyerek, hem bir hakkı teslim etmiş, hem de o dehşetli fitnekârların oyunlarını bozmuştur. Şimdi, tekrar sadede dönüyoruz... Biz iddia ediyoruz ki, 1909'da boy veren Türkçülük ve Turancılık cereyanından 9–10 sene sonra (1918'in sonu) teşkilâtlanan Kürtçülük cereyanı, muharrik–i bizzat bir cereyan değildir. Yani, aksiyoner değil, reaksiyonerdir. Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle "aksülamel" bir fikir hareketidir. (Bkz: “Emirdağ Lâhikası” YAN, İst. 1996, s. 439) Nitekim, Kürt–Teali Cemiyetinin kurucularından ve Kürtçülük fikriyatının öncülerinden olan Celadet Bedirhan da, aynı gerçeğe parmak basıyor ve kendilerini Kürtçülüğe iten en kuvvetli saikin "Türkçülüğün aksülameli" olduğunu açıkça itiraf ediyor. (Bkz: "M. Kemal'e Mektup" Doz Yayınları, İst. 1992, s. 22) Meşrutiyet'ten Cumhuriyet dönemine intikal eden ırkçılık (Türkçülük–Kürtçülük) marazı, ne yazık ki bu vatana ve millete çok pahalıya mal oldu. Türkçülüğün bir devlet politikası haline getirilmesi ve rejimin adeta temel harcına dönüştürülmesi, zincirleme reaksiyonlara da sebebiyet verdi. Reaksiyoner mukabele ise, şiddetli çatışmalara, kan ve gözyaşının sel olup akmasına yol açtı. Kanın aktığı yerde ise, ortalık bulanır, zihinler karışır, kalpler katılaşır ve kimin maksadının ne olduğu anlaşılmaz hale gelir. İşte, Türkiye'nin bugün itibariyle geldiği nokta, ne yazık ki burasıdır: Terör, şiddet, mayın, güvensizlik, olağanüstü harcamalar, sınır ötesi ve berisi operasyonlar, çatışmalar, cenazeler, kan ve gözyaşı... Burada açıkça ifade edelim ki, Türklük vurgusu yapan bazı söz ve uygulamaların ısrar ve inatla sürdürülmesi, terörü de, Kürtçülüğü de besleyip şiddetle tahrik ediyor. Nitekim, Hz. Bediüzzaman da, milliyetçilikle ilgili bahislerde özellikle Türkçülük tehlikesine dikkat çekerek, aksülâmel meydana getiren bu hastalığın adresini gösteriyor. (Bkz: Mektubat, 4. Desise–i Şeytaniye.) Evet, dağlara taşlara kazınan, okulların, resmî binaların, şehir giriş ve çıkışlarının en gözde yerlerine kast–ı mahsusla yazılan şu "Ne mutlu Türk'üm diyene", yahut "Türk, övün, çalış, güven" türü sözlerin, artık birer tahrik ve istismar unsuru haline geldiğine zerrece bir şüphemiz yok. Her sabah okullarda çocuklara tekrarlattırılan "Türk'üm, doğruyum, çalışkanım. ...Varlığım Türk varlığına armağan olsun" andı ise, kelimenin tam anlamıyla kanayan yaraya tuz–biber sürmek mahiyetini taşıyor. Akıl, vicdan ve muhakeme sahiplerine soruyoruz: Bütün bu tahrik unsurlarının bir devlet politikası halinde özellikle de Kürtlerin yoğunluklu olarak yaşadığı bölgelerde alabildiğine yaygınlaştırılmasını doğru buluyor musunuz? Keza, ortada bunlar varken, huzur ve güvenin sağlanacağına, barış ve kardeşlik atmosferinin tesis edileceğine inanıyor musunuz? Biz inanmıyoruz. İnanmadığımız içindir ki, Kürkçülüğe sebebiyet veren, bölücülüğe prim kazandıran, ülkedeki huzur ve güven ortamını bulandıran Türkçülük marazının öncelikle teşhis ve tedâvi edilmesi gerektiğini savunuyoruz. Bu vatanda Türkçülüğün önüne geçilmesi ve söz konusu tahrik unsurlarının temizlenmesi halinde, emin olun Kürtçülük odaklı illet ve sıkıntılar da kendiliğinden azalır ve bitme noktasına gelir. Zira Kürtçülük, Türkçülüğün aksülamelidir ve bu iki marazî hastalık, sonuçta yekdiğerinin kanıyla beslenerek hayat bulabiliyor. Usûlen, ilk muharrik unsuru teşhis etmek ve tedâviye öyle başlamak gerekiyor. 04.06.2009 E-Posta: [email protected] |