Cevher İLHAN |
|
Türkiye – Suriye sınırı… |
Meclis’te tartışmaları devam eden “mayın ihâlesi”, aynı inancı, aynı tarihi, aynı kültür ve medeniyeti paylaşan Türkiye ve Suriye’yi birbirinden ayıran sınırın gereksizliğini ve mânâsızlığını bir defa daha ortaya çıkarmakta. 1955 Sonbaharında Isparta’da Bediüzzaman Said Nursî’yi ziyaret eden talebesi Abdülkadir Badıllı, “Urfa taşıyla toprağıyla mübârektir, Urfa’ya gelmeyi çok düşünüyorum” diyen Üstadı, “Efendim zaten sizi götürmek için gelmiştim” diye Urfa’ya dâvet eder. Bunun üzerine Bediüzzaman, “Evet, Urfa’ya gelmeyi düşünüyorum. Fakat şimdi şu anda gelsem Suriye ile Türkiye’yi birleştirmek mecburiyetinde kalacağım, bu da şimdi olmaz” mânidâr cevabını verir. (Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, 2. Baskı, C. 1, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1980) Bediüzzaman bu cevabıyla, yabancı güçlerin iftirak fitnesi hesabına çizdiği hududun anlamsızlığını ortaya koyar. Türkiye ve Suriye arasında hiçbir maslahatı olmayan bu sınırı, ecnebilerin Müslümanları ayırmak, ırkçılık zihniyetini ilka etmek, birbirine hasım hale getirmek için çizdiğine işâret eder. “Irkçılığın istimâli ile mübârek kardeş Arapların mücâhid Türklere karşı” tahrikine dikkat çeken Bediüzzaman, ecnebilerin, asırlarca beraber yaşamış, “komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan” akraba milletleri karıştıracak, “İslâm kardeşliğini tanımayan” düşmanlar haline getirme stratejisini nazara verir. (Emirdağ Lâhikası, 437-440) Birinci Dünya Savaşında “Avrupa zâlim hükûmetleri zulümleriyle, Sevr Muâhedesiyle âlem-i İslâma ve merkez-i hilâfete ettikleri ihânet”le Osmanlıyı yıkma ve Müslüman halkları ayırma fitnesine dikkat çeker. (Kastamonu Lâhikası, 17) “Devlet-i İslâmiyenin (Osmanlının) nurunu söndürmek niyetiyle müthiş bir su-i kast plânı” olarak nitelendirdiği Sevr’le, İslâm âleminin baş sömürgecisi İngilizlerin çeşitli fitne ve desîselerle Müslümanları ihtilâfa sürükleme, birbirlerinden koparma plânına müteyakkız olmaya çağırır.
“GADDÂRÂNE MUAHEDE” İLE… Gerçek şu ki geçen asrın başlarında Ortadoğu’da Müslüman halklar arasında cetvellerle sınırları çizen İngilizler, hiçbir fizikî ya da demografik yapıyı esas almadan sırf kavga ve kargaşa sebebi olsun diye kasten sınırları şehirlerin, yerleşim birimlerinin ortasından geçirdiler. Türkiye ve Suriye arasındaki sınırında da inadına şehirleri, kasabaları, köyleri ayırdılar. Akrabaları, hatta âileleri böldüler. Komşu Müslüman ülkelerin birbirlerine düşmesi, çekişmesi, didinmesi için demiryolunu dahi sınırın her iki tarafında kalacak şekilde ortada bir ihtilâf konusu olarak bıraktılar. 1911’de Şam’da Emeviye Camiinde aralarında yüzden fazla âlim bulunan on bini aşkın cemaate verdiği hutbede, ecnebiler diğer küçük Müslüman topluluklarının dünyevî ve uhrevî saadetlerinin, maddî ve manevî kalkınmalarının bağlı oluğu “iki büyük ve muazzam tâife olan Arap ve Türk gibi hâkim milletleri” birbirinden koparma komplosuna karşı ikaz eder. Zira Bediüzzaman, Sevr’i, “Harb-i Umumî neticesinde yine o sû-i kast niyetiyle, Sevr Muâhedesinde Kur’ân zararına gâyet ağır şerâitle (şartlarla) kâfirâne fikirlerini icrâ etmek planı” olarak târif eder. Bundandır ki Bediüzzaman, “Türk hamiyetperverleri ve milliyetperverleri” dediği Osmanlı münevverlerini, idârecilerine ve Cumhuriyet dönemi yöneticilerine bu “gaddârâne muâhede”nin vâhim neticelerine karşı uyanık olmayı uyarır. Sevr’i Osmanlı coğrafyasını bölmek ve parçalamak suretiyle bâkiyesi Müslüman milletleri, toplulukları çeşitli ırkî ayırımlar, mezhebî farklılıklar üzerinde tefrika ve düşmanlıklar meydana getirmeyi ve Anadolu’nun ecnebi devletler tarafından taksimini amaçlayan “müthiş su-i kasd” olarak tanımlar. (Şuâlar, 619)
SINIRA MAYIN YERİNE ECNEBİLER… Bediüzzaman’ın ifâdesiyle ecnebiler, tarihte İslâmın bayraktarlığını yapan “insanlığın medâr-ı iftiharı yüksek seciyelerle mümtaz necip Arapların İslâmiyetin kahraman bir ordusu olan Türklerle hakikî bir tesânüd (dayanışma) ve ittifak ile el ele verip Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edecekleri”nden korktular, bunun önünü kesmeye çalıştılar. (Hutbe-i Şâmiye, 60, 50-51) İşte 780 kilometrelik sınırdaki 580 kilometrede yer alan Türkiye-Suriye sınırındaki mayınların kaldırılması bu açıdan oldukça önemli. Bunun içindir ki hükûmetin “mayın temizleme” ile temizlenmiş bu sınır topraklarının bizzat Başbakan’ın ikrarıyla 44 ve hatta 49 yıllığına varan “kiralatma sistemi”yle İsrailli firmaların başını çektiği yabancı şirketlere kullandırması, fevkalâde tehlikeli… Gerçekten siyasî iktidar, bir asırdır bölgedeki halkları ayıran, yarım asrı aşkındır binlerce insanın ölümüne ve yaralanmasına sebebiyet veren mayınlarla engellenen sınırın yine yarım asra yakın ecnebilere verilmesi riskini neden göze almakta? Niçin kamuoyundaki bunca infiâle rağmen AKP iktidarı, “toprakları kiralatma-kullandırma” seçeneğini “tasarı”dan çıkarmamakta direnmekte; “kaydırmalı-seçenekli ihâle”de ısrar etmekte? Göz göre göre Akdeniz’den Nusaybin’e uzanan sınıra, Müslüman halkların ve akrabaların arasına, iki dost ve kardeş ülke ortasına İsrailli, İngiliz ya da bir başka ecnebinin yerleşmesine zemin hazırlamakta; neden? 04.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Bilgi edinme hakkı |
Gazetemizin İstanbul’daki bahar toplantısına Avusturya’yı temsilen katıldım. Geçen Perşembe bir nebze değindim, ama yazamadım. Yani ancak yazabileceğim noktaları kastediyorum. Çünkü bu görüşmelerin belli bir hizmete gönül verenlere hususiyeti vardır. Herkesin ilgi alanına girmediği gibi, herkesten ilgi de beklenilmez. Hatta bazısına, gazetenin sevdalı bir okuyucusu olmasına rağmen, bu gibi meseleler sıkıcı gelebilir. "Amaann, bu yazar yazacak başka bir şey bulamamış da bunları mı yazmış" deyip es geçebilir. Hele hele yazıları okunan ve takip edilen bir yazar, böyle meseleleri sıkça köşesine alıverse, bırakınız okunmayı, bakılmaz bile.. Pekâlâ buna rağmen, neden ara sıra, en azından senede iki defa, ilkbahar ve sonbahar toplantılarının akabinde toplantı sonuçlarına ve yansımalarına değinme ihtiyacı duyuyorum? Birincisi; yazılarımın takip edilip edilmemesi diye bir meseleye takılmıyorum, çok şükür öyle bir takıntım yok. İkincisi; bazı temsilciler, döndükleri hizmet mahallerinde, oradaki hizmet erbabına, görüşmeler ve alınan kararlar hakkında bilgi vermekte "ketum" olabiliyorlar. Bu yazılarımla her ilgiliyi, ilgiye ve sahiplenmeye dâvet etmek istiyorum. Hatta bir zamanlar, ben henüz Avusturya’ya gelmeden, bulunduğum hizmet mahallinde, toplantıya katılıp dönen zevattan bir kelime bilgi alamazdım. Hatta bunu bir zamanların kıvrak kalemi İzzet Oflas, kendine has üslûbuyla çok güzel karakterize ederdi. (Çoktandır yazmıyor, sorulduğunda da, o dükkânı kapattım, diyor. Hani ben de iflâs bayrağını çekmek üzereyim ya, bakalım Mevlâm neyler..) Hemen ifade etmeliyim ki, bu durum her zaman temsilciden kaynaklanmıyor. Yani bazen temsilci, oradakileri ilgisiz gördüğü için bilgi vermiyor. Yani önce ilgi, sonra bilgi. Yani marifet iltifata tâbidir sözü belki burada da geçerli gibi. Şimdi yıllardır Avusturya’yı temsilen katılan biri olarak, döndüğümde ilk fırsatta ve okurlarımızla ilk mahallî toplantımızda emaneti ehline öyle teslim ediyorum ki, onlar da İstanbul’daki toplantıya katılmış gibi oluyorlar. (Eldeki dokümanlar: Faaliyet Raporları kitapçığı, Hizmet Organizasyonu Planı, gündem maddeleri, kararlar ve... notlarım.) Gerçi görüşülen hususlar, gazetemizi, birimlerimizi ve hizmet mahallerini ilgilendirir. Alınan kararlar da sistem içinde ilgili herkese ulaşır ve hayata geçirilmesi için gayret gösterilir. Ancak burada genel bazı prensipler çerçevesinde, bazı hatırlatmalar yapabiliriz. Bu hususta gerçi Yeni Asya’dan Size köşesinde bilgilendirme yapılıyor. Ama bu kadarla kalınmamalı. Gazetemizi dikkatle takip eden ve misyonuna bağlı hizmet erbabı herkes, her meseleyi, işin başında olanlar veya en azından toplantılara temsilen katılanlar kadar bilme hakkına sahiptir. İşi oluruna bırakmadan bizzat öğrenebilir. Bulunduğu hizmet mahallindeki temsilcilerden veya bizzat ilgili ve yetkililerden sorup öğrenebilir. Avrupa’da bu yapılıyor. Herkes, bilgi edinme hakkına sahip olduğunun bilincindedir. Hizmetlerimizle alâkalı bütün faaliyetler, toplantılar hakkında, her seviyedeki toplantılarda detaylı bilgi verilir. Verilmek zorunda kalınır, çünkü verilmediği takdirde almasını bilirler. *** Devlet ve halk arasında da bilgi alış verişi en temel haklardan değil mi? Hatta biliyorsunuz, bu konuda 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu vardır. Kanunun 1. maddesinde, bilgi edinme hakkının demokratik ve şeffaf bir yönetimin gereği olduğu belirtilir. Zaten vatandaş bu yasal hakkını iyi kullanırsa, derin devlet diye birşey kalmaz. Ulusal Güvenlik Arşivi (İngilizcesinin kısaltılışı NSA) direktörü Thomas Blanton, bir zamanlar şöyle diyordu: “İktidarda olanlar bilgi edinme hürriyetini istemiyorlar. Bilgi edinme tohum ekme gibidir. Belki hemen görmeyeceksiniz filizlendiğini. İşin sırrı burada zaten.” *** Bugüne kadar yapılan bilumum meşveret ve toplantılarda ortaya sürülen görüş ve düşüncelerin, dilek ve temennîlerin ve alınan güzel ve olumlu kararların uygulama alanı bulmasıyla, bugünkü noktaya gelinmiştir. Bu güzel neticeler; müessesede çalışanlarımızın, okuyucularımızın, mensupların ve seçilmiş organların katkılarıyla, güzel neşriyatımızla, fiilî ve kavlî duâlarımızla ve en başta Allah’ın izniyle kazanılmıştır. Bugüne kadar çekilen sıkıntılar ve başa gelen musîbetlerde ise kaderin rolünü ve fetvasını unutmamak lâzım. Bu hizmetlerin yürütülmesinde daha bol para, daha geniş imkânlar, daha büyük organizeler, daha çok fedakârlar olsa da, hizmetlerimiz daha bir kolaylaşsa, daha bir rahat nefes alsak... gibi istekler meşrûdur ve herkesin duâsıdır. Ama eğer bu niyetle el atılan dal kopup elde kalmışsa, bu yoldaki bazı teşebbüslerden netice alınamamışsa, bundan dolayı yapacak birşey olmadığı gibi, kul olarak itiraza da hakkımız yoktur. Çok önemli bir şey daha var kanaatimce, o da şudur: Gelinen noktada ve alınan mesafede, geçmişin hakkını inkâr etmemek lâzım. Ne başarıyı, ne de başarısızlığı, kişiler ve dönemler arasında taksim etmemek lâzım. Gazetemizin kuruluşundan bu yana yapılan bütün hizmetler, bugün alınan mesafenin altyapısı olmuştur. Ahirete göçenlerin de, emekliye ayrılanların da, vazifesini ifa edip kenara çekilenlerin de, gelinen noktada ve alınan mesafede hisseleri vardır. Cenâb-ı Hak bütün çalışmaları rızası çerçevesinde kabul etsin. Not: Geçen haftaki yazımla alâkalı telefonla ve maille ve bizzat olumlu tepkileri izhar edenlere teşekkür ediyor, bilhassa Rumeysa Balcı kardeşimin ve Amerika’dan Said kardeşimin güzel duâlarına amin diyor, onları da duâlarıma dahil ediyorum. 04.06.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Dünyada, barış ve huzurda kaçıncı sıradayız? |
Bu yıl yaşamak için en güvenli ülke Yeni Zelanda çıktı. Türkiye ise 144 ülke arasında 121. sırada. Halbuki bu sıra 2007 yılında 92 idi. İnsanlık Vizyonu adlı bir grup tarafından üç yıldır düzenlenen Küresel Barış İndeksinde yirmi üç gösterge baz alınıyor. Bunlar da üç kategoriye ayrılmış: süregelen iç ve uluslar arası çatışma kıstasları; toplumda güvenlik ve esenlik kıstasları ve askerîleşme kıstasları. Bu kıstaslara göre de Türkiye, dünyanın yaşanacak en güvensiz ülkelerinden birisi durumunda. Otuz yıla yakın zamandır süren PKK terörü bunda önemli bir etken. Ancak en çok puanı da toplumdaki suçluluk algılarından almışız. Yani herkes birbirine suçlu gözüyle bakıyor. İnsan haklarına saygıda da çok gerilerdeyiz. Kamboçya, Honduras, Uganda bile bizden daha güvenli bu indekse göre. Elbette bu indeks mutlak değerlendirme kaynağı sayılamaz. Ancak siz kendinizi güvende hissediyor musunuz? Sabah evden çıkarken akşam eve sağlam dönebileceğinizden emin misiniz? Yolda bir kapkaça uğramayacağınızdan, kaldırımda yürürken bile bir arabanın size çarpmayacağından, kan dâvâsı, mafya hesaplaşması, alacak verecek kavgası, kız meselesi yüzünden gündüz gözüne sokak ortasında çatışanların arasında kalmayacağınızdan emin misiniz? Kasaptan aldığınız etin bozuk, marketten aldığınız tereyağın katkısız, pazardan aldığınız domatesin hormonsuz, yoğurdun taze ve katkısız olduğundan, aldığınız pantolonun Çin malı olmadığından emin misiniz? İş yerinde geçim derdinden bunalmış arkadaşınızla kavga etmeyeceğinizden, doktor iseniz tedavinizi beğenmeyen hasta yakınları tarafınızdan dövülmeyeceğinizden, öğrenci iseniz okul çetelerince şişlenmeyeceğinizden, seyyar satıcı iseniz zabıtalar tarafından kovalanmayacağınızdan, zabıta iseniz öfkeli seyyarlardan dayak yemeyeceğinizden ne kadar eminsiniz? Akşam eve döndüğünüzde evinizi soyulmamış bulacağınızdan, çocuk derdi, geçim derdi, komşu derdi yüzünden sinir küpü olmuş eşinizle tartışmayacağınızdan, akşam haberlerini izlerken ölüm, ahlâksızlık ve soygun dolu haberleri izlerken sinirlenmeyeceğinizden emin misiniz? Bundan önce oturduğum apartmanda beş yılda yedi daireye hırsız girmişti. Biz taşındıktan sonra ise gündüz gözü sahibi evde olmayan daireyi boşaltan hırsızlar polisle çatıştı. Bu listeyi uzatıp gitmek mümkündür. Toplum olarak huzursuz, ülke olarak güvensiz bir haldeyiz maalesef. Medenileşmenin arttırdığı ihtiyaçlara yetmeyen gelirimiz, ekonomik krizle dibe vurunca kavgalar da, yolsuzluklar da, iflâslar da arttı gitti. Geçen bir imalatçı dostum penceresinden gösteriyordu bana: “Şu karşı binada elli işçi çalışan bir tekstil atölyesi vardı kapandı. Onun karşısında yirmi kişi çalışan bir işyeri vardı kapandı. Onun yanında on beş işçi çalıştıran şirket kapandı”. Peki bu insanların aileleri, evleri yok muydu? Onlar ne yiyip içiyorlar şimdi? İşte bütün bu atmosfer ülkemizi Dünya Barış İndeksinde son sıralara atıverdi. Bu indekse göre kaybedilen barış ve huzurun dünya ekonomisine bir yıldaki etkisi 7,2 trilyon dolar. Daha huzurlu ve barış dolu bir dünya için hepimizin üzerimize düşeni yapmasını diliyoruz. 04.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Bize neler oluyor? |
Daha Mardin-Bilge Köyü katliâmının şoku atlatılamadan Adana’dan gelen “aile içi vahşet” haberi, hepimiz için alarm zilleri çaldırması gereken çok vahim bir gidişatın endişe ve dehşet verici yeni bir işareti. Ne oluyoruz? Nereye gidiyoruz? Aile yapısının ve akraba bağlarının sağlamlığıyla iftihar eden bir toplumda bu çeşit hadiselerin izahı ne? Nasıl bir gözü dönmüşlüktür ki, sebebi ister arazi ve tapu ihtilâfı olsun, ister kız meselesi olsun, birilerini hiçbir İslâmî, vicdanî ve insanî ölçüye sığmayacak bir vahşetle, cemaatle namaz kılan insanlara, kadın ve çocuklara kurşun yağdırtıp, sonra kurbanları tek tek kontrol ettirerek, sağ kalanların kafalarına yine kurşun sıktırsın! Ve nasıl bir hunharlıktır ki, anasını, babasını, ikisi ders çalışan, biri 7 yaşında olan yeğenlerini boğarak veya kafalarından vurarak katlettirsin! “Normal” bir insan böyle birşey yapabilir mi? Bu vahşi cinayetlerin “cinnet”ten başka bir açıklaması olabilir mi? Peki, eğer “cinnet”se neden bu tür olaylar birbiri ardı sıra yaşanmaya başlandı? Bir cinnet dalgasıyla mı karşı karşıyayız?
Kanlı finale götüren dehşet zinciri Adana vahşetinde, yine bir kredi ve kart faciasının izleri öne çıkıyor. Astsubaylıktan atılan katil zanlısının, babasının desteğiyle girdiği işleri batırıp borç batağına sürüklendiği için bunalıma girmiş olabileceği söyleniyor. Ama bu bunalım, annesini, babasını, kardeşlerini, yengesini, hiçbir günahı olmayan yeğenlerini, planlı ve sistematik bir şekilde, saatlere yayarak vahşice katletmesine haklı bir gerekçe oluşturabilir mi? Olayla ilgili ilk ipuçlarında, düşündürücü detaylar var. Bu kişi astsubaylıktan niye atıldı? İkinci işi olan Tekel bayiliğinin, onu bu hunharca cinayetlere götüren süreçteki rolü ne? Ve nasıl oldu da kredi-kart-borç-faiz çıkmazına sürüklendi? Bu problemli zincirin söz konusu kritik halkalarıyla, dehşetli finali arasında nasıl bir irtibat var? Mardin katliâmında bilhassa cehalet ve husûmet faktörlerinin öne çıktığı aşiret yapısı ve töre gibi ilkelliklerin rolü üzerinde durulmuştu. Adana vahşetinde ise, ilk bilgilerin ortaya koyduğu bu noktalar dikkat çekiyor: Cinayetlerin işlenişindeki “profesyonellik”te astsubaylık tecrübesinin rolü; “cinnet”te içkinin payı olup olmadığı; borç-kredikart-faiz sarmalının korkunç katliâmdaki hissesi. Türkiye’nin iki ayrı köşesinde bir aydan kısa bir fasılayla peş peşe meydana gelen bu iki trajik olay, her gün gazetelerin üçüncü sayfalarını dolduran “rutin” kavga, cinayet, yaralama hadiseleriyle birlikte değerlendirildiğinde, hepimizi derin derin düşündürmesi gereken bir tabloyla karşılaşıyoruz.
Bediüzzaman yıllar önce uyarmıştı Çekirdeğini ailenin oluşturduğu toplumda, ürkütücü ve düşündürücü bir çözülme yaşanır ve bu çözülme, kanlı cinayetlerle sonuçlanan öfke patlamaları ve cinnet halleriyle kendisini gösterirken, cevabını bulmamız gereken sorular birikiyor: Bize neler oluyor? Neden bu hale geldik? Bu vahim gidişatın sonu nerelere varır? İnsanlarımızı bu halden kurtarmak için neler yapmamız lâzım? Aslında Bediüzzaman bunun işaretini altmış yıl kadar önce vermiş; din terbiyesi ve ahlâk noktasındaki lâübaliliklerin, elli sene sonraki nesillerde çok vahim sonuçlar doğuracağı uyarısında bulunmuş (Emirdağ Lâhikası, s. 55); “Şimdiki tohumların mahsulü ıslâh olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak” (Şuâlar, s. 422) diye ikaz etmişti. Bu ikazlara kulak verilmemesinin neticelerini, anarşi ve terör olaylarından ahlâkî çöküntüye, aile facialarına, töre cinayetlerine, kan dâvâlarına, çetelere... kadar uzanan alabildiğine geniş bir skalada, toplumun huzurunu bozan bilumum sıkıntıları yaşayarak görüyoruz. İnanç ve ahlâk dokumuzu pekiştirip tahkim etmeyi amaçlayan manevî hizmetler sekteye uğratılıp sabote edilirken, aksi yöndeki çabaların önünün açılması ise, çok derin bir tahribat tablosunu karşımıza çıkarıyor. Bu tablodan çıkış için, sarsılan manevî temelleri yeniden inşa ve tahkim etmekten başka yol yok. 04.06.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Türkçülük sorunu |
Fikir, siyaset, hükümet ve devlet adamlarımız, adeta seferberlik halinde "Kürt sorunu"nu halletmekle meşguller. İktidarıyla muhalefetiyle, Meclisi'yle Köşk'üyle, sağcısıyla solcusuyla, Kürd'üyle, Türk'üyle, askeriyle medyasıyla hemen herkes bu sorunu konuşup tartışıyor ve sağlıklı bir çözüm yolu arıyor. Ne diyelim, inşaallah muvaffak olurlar. Ama, bizim bu konudaki tezimiz ve iddiamız farklı. Şöyle ki: Türkiye'nin temelde "Kürt sorunu" diye bir sorunu yoktur. Asıl sorun "Türklük"te, daha doğrusu "Türkçülük"te. Dolayısıyla, bu "Türkçülük sorunu" halledilmeden, yani bu problem çözülmeden de, "Kürt sorunu" diye isimlendirilen problemlerin sağlıklı bir çözüme kavuşturulması, bize göre imkân ve ihtimal dışıdır. Aşağıda, bu iddianın delillerini okuyacak ve ispatını göreceksiniz. Ancak, hemen ifade edelim ki: Türkçülüğü çıkaranlar ve bu ırkçı cereyanı tahrikkâr bir sûrette körükleyenler, hakikatte Türk değiller. Meselâ, Türkçü reislerden kaderi inkâr ile kafasına kurşun sıkan Çermikli "Kürt Ziya"nın (Gökalp), ateist damızlıkçı Arapkirli Dr. Abdullah Cevdet'in, Türkiye'de ilk kadın dergisi çıkaran Kırımlı İ. Gasperenski'nin, Türk Ocağı kurucularından ve 1935'te Türk Tarih Kurumu Başkanlığı yapan anne tarafından Yahudi olan Josef (Yusuf) Akçura'nın, Tevhid–i Tedrisatı dinsizliğe inkılâp ettiren Kara Vasıf'ın (Çınar), mason cemiyetinin isteklerini hükümet programına dahil eden İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın ve Türk Dil Kurumuna uzun müddet başkanlık yapan Agop Efendinin (A. Dilaçar) hakikî Türk olmadığı, bizce kat'idir. Ama, Türkçülük çığırını açan ve ırkçılığın daniskasını yapanlar da bu ve benzeri kimselerdir. İşte onun için diyoruz ki, hakikî Türkler ırkçı değiller ve tarihte de bu mânâda bir menfî cereyana tenezzül etmemişler. Cihangir devletler kurdukları Gazneli, Selçuklu ve Osmanlı devrindeki tutumları bunun açık birer şahididir. Demek ki, Türkler nâmına Türkçülük yapan başkasıdır; yani, gayr–i Türk unsurdan kimselerdir. Asıl maksatları da, bin yıl müddetle İslâma bayraktarlık seviyesinde hizmet etmiş olan hakikî Türklere düşman kazandırmak ve bu sûretle onlardan intikam almaktır. Evet, Türklere ve Türkiye'ye yapılan düşmanlıkların ve kötülüklerin temelinde, işte bu intikam duygusu yatmaktadır. Sadece kullanılan argümanlar ve kamuflaj malzemeleri başkadır, o kadar. Buna göre, yani esasta Türk olmayanların yapmış olduğu Türkçülük sebebiyle hakikî Türklere düşman olmanın, onlara karşı kin ve husumet duygusunu beslemenin insafla, vicdanla ve iz'anla bağdaşır hiçbir yönü yoktur. Esasen, ırkçılıkla hiçbir münasebeti bulunmayan Türklere karşı yapılacak bir düşmanlığın, nihayetinde İslâma, daha doğrusu "İttihad–ı İslâm"a düşmanlık hesabına geçeceğinin de şuurunda olmak gerekir diye düşünüyoruz. Zaten onun içindir ki, Üstad Bediüzzaman Hazretleri "Meslek–i Kur'âniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türk milletine karşı muhabbettarâne bir münasebetim var" diyerek, hem bir hakkı teslim etmiş, hem de o dehşetli fitnekârların oyunlarını bozmuştur. Şimdi, tekrar sadede dönüyoruz... Biz iddia ediyoruz ki, 1909'da boy veren Türkçülük ve Turancılık cereyanından 9–10 sene sonra (1918'in sonu) teşkilâtlanan Kürtçülük cereyanı, muharrik–i bizzat bir cereyan değildir. Yani, aksiyoner değil, reaksiyonerdir. Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle "aksülamel" bir fikir hareketidir. (Bkz: “Emirdağ Lâhikası” YAN, İst. 1996, s. 439) Nitekim, Kürt–Teali Cemiyetinin kurucularından ve Kürtçülük fikriyatının öncülerinden olan Celadet Bedirhan da, aynı gerçeğe parmak basıyor ve kendilerini Kürtçülüğe iten en kuvvetli saikin "Türkçülüğün aksülameli" olduğunu açıkça itiraf ediyor. (Bkz: "M. Kemal'e Mektup" Doz Yayınları, İst. 1992, s. 22) Meşrutiyet'ten Cumhuriyet dönemine intikal eden ırkçılık (Türkçülük–Kürtçülük) marazı, ne yazık ki bu vatana ve millete çok pahalıya mal oldu. Türkçülüğün bir devlet politikası haline getirilmesi ve rejimin adeta temel harcına dönüştürülmesi, zincirleme reaksiyonlara da sebebiyet verdi. Reaksiyoner mukabele ise, şiddetli çatışmalara, kan ve gözyaşının sel olup akmasına yol açtı. Kanın aktığı yerde ise, ortalık bulanır, zihinler karışır, kalpler katılaşır ve kimin maksadının ne olduğu anlaşılmaz hale gelir. İşte, Türkiye'nin bugün itibariyle geldiği nokta, ne yazık ki burasıdır: Terör, şiddet, mayın, güvensizlik, olağanüstü harcamalar, sınır ötesi ve berisi operasyonlar, çatışmalar, cenazeler, kan ve gözyaşı... Burada açıkça ifade edelim ki, Türklük vurgusu yapan bazı söz ve uygulamaların ısrar ve inatla sürdürülmesi, terörü de, Kürtçülüğü de besleyip şiddetle tahrik ediyor. Nitekim, Hz. Bediüzzaman da, milliyetçilikle ilgili bahislerde özellikle Türkçülük tehlikesine dikkat çekerek, aksülâmel meydana getiren bu hastalığın adresini gösteriyor. (Bkz: Mektubat, 4. Desise–i Şeytaniye.) Evet, dağlara taşlara kazınan, okulların, resmî binaların, şehir giriş ve çıkışlarının en gözde yerlerine kast–ı mahsusla yazılan şu "Ne mutlu Türk'üm diyene", yahut "Türk, övün, çalış, güven" türü sözlerin, artık birer tahrik ve istismar unsuru haline geldiğine zerrece bir şüphemiz yok. Her sabah okullarda çocuklara tekrarlattırılan "Türk'üm, doğruyum, çalışkanım. ...Varlığım Türk varlığına armağan olsun" andı ise, kelimenin tam anlamıyla kanayan yaraya tuz–biber sürmek mahiyetini taşıyor. Akıl, vicdan ve muhakeme sahiplerine soruyoruz: Bütün bu tahrik unsurlarının bir devlet politikası halinde özellikle de Kürtlerin yoğunluklu olarak yaşadığı bölgelerde alabildiğine yaygınlaştırılmasını doğru buluyor musunuz? Keza, ortada bunlar varken, huzur ve güvenin sağlanacağına, barış ve kardeşlik atmosferinin tesis edileceğine inanıyor musunuz? Biz inanmıyoruz. İnanmadığımız içindir ki, Kürkçülüğe sebebiyet veren, bölücülüğe prim kazandıran, ülkedeki huzur ve güven ortamını bulandıran Türkçülük marazının öncelikle teşhis ve tedâvi edilmesi gerektiğini savunuyoruz. Bu vatanda Türkçülüğün önüne geçilmesi ve söz konusu tahrik unsurlarının temizlenmesi halinde, emin olun Kürtçülük odaklı illet ve sıkıntılar da kendiliğinden azalır ve bitme noktasına gelir. Zira Kürtçülük, Türkçülüğün aksülamelidir ve bu iki marazî hastalık, sonuçta yekdiğerinin kanıyla beslenerek hayat bulabiliyor. Usûlen, ilk muharrik unsuru teşhis etmek ve tedâviye öyle başlamak gerekiyor. 04.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
“Dindarla mı, içimiz ısınanla mı evlenmeliyiz?” |
Evlilik konusunda tecrübeli bir okuyucumuz, 29 Mayıs tarihli “İçimiz ısınmıyor ve sevmiyorsak” başlıklı yazımızın üslûbundan, “Kalbimiz ısınmıyorsa da illâ dindar olanla evlenmeli!” gibi bir yanlış mânâ çıkabileceğine dikkat çekti. Evlilikte uymamız gereken iki temel kıstas şöyle: *Dindar olanı tercih etmek. *Kalbin ısınması, yani sevme. Şu halde; aile yuvası kurmak isteyen; dindar, diğer bir tabirle, inançlarına uygun, düşünce yapısıyla örtüşen, dürüst ve ahlâkı (huyu, mizacı karakteri) sağlam bir eş aramak zorunda. Birinci kıstas tuttuğu takdirde, ikincisi de devreye girmeli: İçi ısınmalı, duygusal bağlantılar kurulabilmeli. “Bana tavsiye edilen, inançlarıma uygun, dindar adaylara içim ısınmadı!” deyip, içinin ısındığı inançlarına ve düşünce yapısına ters kişilerle evlenmek büyük bir hata olduğu gibi; içinin ısınmadığı, frekansların tutmadığı ve duygusal bağlantıların kurulmadığı dindar birisi ile evlenmek de hatadır. Çünkü, herkes inandığı ve düşündüğü gibi yaşayıp bu paralelde beklentiler içine girecektir. Beklentiler karşılanamadığında çelişkiler belirginleşecek, çatışmalar ortaya çıkacaktır… Yapacağımız şey, inançlarımıza, düşünce yapımıza, sosyal hayatımıza denk aday arayışını sürdürmektir. Derin ve teferruatlı araştırmalar yapmalıyız. Çalışmalarımızı samimiyetle yürütürsek, sonsuz merhamet ve sevgi sahibi Rabbimiz, Habib ve Vedud isimlerinin de hürmetine aradığımız adayı karşımıza çıkaracağını vaat ediyor: “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır”1 Buna göre, düşüncelerimizi yoğunlaştırdığımız, çalışmalarımızı yönlendirdiğimiz her işin, her faaliyetin karşılığını bulacağız. Burada şu incelikleri dikkate almalıyız: Kalbimiz imanın yanında, duygu/sevgi gibi olumlu ve olumsuz duyguların üretim merkezi olarak dizayn edilmiştir. Biz nasıl bir duygu istersek, kalbimiz onu üretir. Sevgiyi geliştirme, yükseltme, voltajını düşürme, yönlendirme iradesi elimizdedir. “İçimizin ısınıp-ısınmamasını” da hür irademizle biz yönlendiririz. Kalbin ısınması meselesine gelince, ona da şu açıklamayı getirelim: Hiç şüphesiz, her şeyde olduğu gibi, evlilikte de “sevgi” temel şartlardandır. Muhabbet olmadan, içler ısınmadan, frekanslar tutmadan evlilik gerçekleştirilmemeli. Aksi halde, huzur ve mutluluğa ulaşılamaz. Sevgi olmaksızın, içimiz ısınmaksızın, frekanslarımız tutmaksızın gerçekleştirilecek bir evlilik yürümez. Şu halde, sevgimizi, içimizin ısınma meselesini Kur’ân ve Sünnet’in koyduğu kriterlere göre şekillendirmeliyiz. Yoksa, bugünkü dünyevîleşmiş, nefse, egoizme yönelen felsefik bakış açılarının ve kitle iletişim vasıtalarının bombardımanına göre değil. Çıkaracağımız sonuç şu olabilir: “İçimiz ısınmıyorsa, öyle ise, içimizin ısındığı dinî yaşayışı çok zayıf birisiyle veya ısınmadığı halde illâ dindarla evlenmek” değil, “İllâ içimizin ısınacağı, duygusal frekanslarımızın tutacağı dindar birisi ile evlenmek” şeklinde olacaktır. Kur’ân ve Sünnet’in kriterlerini esas alarak elimizden gelen çalışmayı yaptık. Peygamberî kriterler istikametinde faaliyetlerimizi sürdürdük. Buna rağmen sonuç başka türlü tecelli edebilir. Biz nasip ve kısmetimizi bilmediğimiz gibi; neyin daha hayırlı veya hayırsız olacağını da kestiremeyiz. O takdirde imdadımıza şu İlâhî ferman yetişiyor: “Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır.”2 Dipnotlar: 1- Kur’ân, Necm, 39.; 2- Kur’ân, Bakara, 216. 04.06.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Toplumun ıslâhı için |
Son zamanlarda meydana gelen Bilge Köyü katliâmı olsun, kız arkadaşını canice paralayan bir kaç dil bilen genç olsun, Adana’da aynı aileden 8 kişiyi çoluk çocuk demeden katleden kişi olsun, daha nice benzer olay üzerinde oturup derin derin düşüneceğimiz acil meseleler arasında yer alıyor. Toplum böylesine bozulursa bunun sonu nereye varır? İnsanlar birbirlerine, yakınlarına dahi güvenemez hâle gelirlerse sonuç ne olur? Bu şüphesiz geçmişten gelen ihmallerin sonucu. Bu ihmaller böyle devam eder, gerekli tedbirler alınmazsa sonunun nereye varacağını kestirmek zor olmaz. Günümüz nesillerini olsun, gelecek nesilleri olsun böylesine tehlikelerden kurtarmak, böyle vartalara düşmemeleri için gereken tedbirleri almak, ülkesini seven, insanı seven herkesin görevi olmalı. Daha 1940’lı yıllarda böylesine vahşet olayları sergilenmeden önce doğabilecek sonuçlara dikkat çeken büyük düşünür, ilim adamı Bediüzzaman Said Nursî elli sene sonra gelecek nesli gayet büyük bir vartadan, millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalıştıklarına dikkat çekerken sosyolojik tahlil yapmayı da ihmal etmemişti. Hürriyetçiler sosyal ahlâk, din ve millî seciyelerde bir derece laubalilik göstermişler, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça o günkü büyük bir laçkalık meydana gelmişti. O vaziyette gidilirse, elli sene sonra bu dindar, namuslu, kahraman seciyeli milletin nesl-i atisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaîye noktasında ne şekle gireceğini anlamak zor olmasa gerekti. “Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur’ân'ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar, belki mahvedecek bir kısım nesl-i atinin eline elbette Risâle-i Nur gibi bir hakikati verip, o dehşetli sukûttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden, bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz” diyor ve şöyle devam ediyordu: “Evet, efendiler! Gerçi Risâle-i Nur sırf ahirete bakar; gayesi rıza-yı İlâhî ve imanı kurtarmak ve şakirtlerinin ise, kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebediden ve ebedî haps-i münferitten kurtarmaya çalışmaktır. Fakat dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir; ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i atinin biçareler kısmını dalâlet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terk edip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir Müslim dalâlet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez.”1 Bugün bir kısım gençliğin uyuşturucunun, anarşinin, terörün esiri olduğu bilinir, Risâle-i Nur gibi imanî, İslâmî eserlerle gençlerin nasıl vatan, millete yararlı birer fert hâline geldikleri düşünülürse eğitimde inanç ve ahlâk unsuruna her zamankinden çok ağırlık verilmek gerekmiyor mu? Dipnot: 1. Emirdağ Lâhikası, s. 20. 04.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İşrak ve kuşluk namazı |
Süleyman AKKIN: “İşrak namazı ile kuşluk namazını ayrı ayrı tarif eder misiniz? Aynı namaz mıdır? Farklı namaz mıdırlar?” Arapça’da işrak kelimesinin iki türlü yazılışı ve mânâsı vardır. Kef ile yazılanı şirk kökünden gelir; Allah’a şirk koşmak, Allah’a şerik koşmak, Allah’tan başkasından medet ummak demektir. Kaf ile yazılan işrak ise şark kökünden gelir; güneşin doğması, aydınlık olmak, ışıklandırmak, parlatmak, aydınlık yere dâhil olmak mânâlarına gelir. Mecazî olarak da hakikatin kalbe gelmesi ve kalbi aydınlatması demektir. İşrak namazı olarak bilinen namaz, güneşin doğup bir mızrak boyu yükselmesiyle birlikte, yani güneşin doğuşundan yaklaşık 45 dakika sonra kılınan nafile bir namazdır. Sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar uyanık kalmak, bu süreyi evrad, zikir, tefekkür ve imanî bahisler okuyarak geçirmek, güneş tamamen doğunca da işrak namazı kılarak, yeni doğan güne girerken Allah’a şükretmek sünnettir. İsmini Sad Sûresi 18. âyeti olan “Yüsebbihne bi’l-aşiyyi vel-işrak” (Sabah akşam Allah’ı tesbih ederler) cümlesinde geçen “işrak” kelimesinden alan bu namazı Peygamber Efendimiz’in (asm) bazen kıldığı rivayet ediliyor. Hazret-i Ali Efendimiz (asm) bildiriyor ki: “Peygamber Efendimiz (asm) iki vakitte olmak üzere toplam altı rekât duha namazı kılardı. Birincisi: Güneş parlayıp yükseldiği vakit namaza kalkar, iki rekât namaz kılardı. Diğeri: Güneş iyice yayılıp gökyüzünün dörtte birine yükseldiği vakit dört rekât daha namaz kılardı.”1 Esasen duha (kuşluk) namazı adıyla örfen bilinen namaz, günün dörtte birinin geçtiği kuşluk vaktinden başlayıp güneşin tepe noktasına gelmesine kadar kılınan ve kuvvetli bir tarikle sünnet olan bir namazdır. Duha kelimesi Kur’ân’da “kuşluk vakti” anlamında geçen bir kelimedir: “Ve’d-duha ve’l-leyli izâ secâ” (Kuşluk vaktine ve karardığı vakit geceye kasem olsun.)2 Aslında kuşluk vakti güneşin bir mızrak boyu yükselmesiyle başlayan vakittir. Güneş bir mızrak boyu yükselince erken kuşluk başlamış olur. Kuşluk vakti örfe göre ise, günün dörtte biri geçtikten sonra başlar. Ve aslında her iki vakitte kılınan namaz da sünnette yeri bulunan kuşluk namazıdır. Erken kuşlukta kılınan namaza özel mânâda “işrak” denmiş; kaba kuşlukta kılınan namaza ise duha (kuşluk) namazı denmiştir. Bu iki namaza iki ayrı namazdır diyenler varsa da3, esasen her iki namaz da duha namazıdır. Adına ister işrak namazı densin; ister duha namazı densin; bu vakitlerde kılınan nafile namaz gerçekte duha namazıdır. Peygamber Efendimiz’in (asm) kuşluk vaktinde en az iki rekât namaz kılmayı tavsiye ettiğini, buna devam edenin denizköpüğü kadar da olsa günahlarının affedileceğini müjdelediğini Ebû Hüreyre radiyallahü anh haber veriyor.4 Diğer yandan Peygamber Efendimiz’in (asm), çok istediği halde, ümmetime farz olur da yapamazlar korkusuyla çoğu zaman bu vakitte namaz kılmaktan çekindiğini de Hazret-i Aişe (ra) bildiriyor.5 Keza Peygamber Efendimiz’in (asm), bu vakitte kimi zaman dört rekât, kimi zaman sekiz rekât, kimi zaman da on iki rekât namaz kıldığı da rivayet edilmektedir. Bize düşen, eğer düzenli olarak devamlılığını sağlayabilecek isek, bu vakitte duha (kuşluk) namazı niyetiyle namaz kılmaktır. İsimde takılıp kalmaya gerek yoktur. Sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar uyumayıp Kur’ân-ı Kerim, Cevşen, çeşitli virdler, duâlar ve Risâle-i Nur okunur; güneş bir mızrak boyu olunca da işrak namazı niyetiyle iki rekât namaz kılınabilir. Ardından güneş gündüzün dörtte biri oranında yükselince de duha (kuşluk) namazı niyetiyle namaz kılınır. Bu durumda sünnette teşvik edilen duha namazını kılmış ve İnşallah bütün günahlarımızın bağışlaması ve Peygamber Efendimizin (asm) şefaatine ermemiz için önemli bir adım atmış oluruz. İbadette makbul olan, az da olsa devamlılığı sağlamaktır.6 Hiç vakit bulamayanların, kuşluk vaktinin en erken vaktinden en kaba vaktine kadar geçen süre içinde bulduğu bir fırsatta kuşluk namazı niyetiyle iki rekât namaz kılmaları ve buna her gün devam etmeleri başlangıçta İnşallah yeterlidir. Rivayetlerden anladığımız odur ki, duha (kuşluk) namazı için en makbul vakit kaba kuşluk vaktidir. Nitekim Rasulullah (a.s.m.): “Uyanık ve tövbekâr Müminlerin kuşluk namazını kılacakları vakit, deve yavrularının ayaklarının sıcaktan yandığı vakittir” buyurmuştur.7 Unutmayalım ki, bu farz bir namaz değildir. Kuşluk vaktinde bu rekâtlar arasında namaz kılmayı biz kendi imkânlarımıza göre kendimize bir prensip yapabiliriz. Bu namazın adı değil; bu zamanda namaz kılınması önemlidir. Allah kabul etsin. Dipnotlar: 1. İhya-i Ulumiddin, 1/535, 2. Duha Sûresi: 1,2. 3. Nimetü’l-îslâm, s. 377, 4. Tirmizî, Vitir, 474. 5. Müslim, Salâtil-Misafirîn, 77, 6. Riyazu’s-Salihin, 142. 7. Riyazu’s-Salihin: 1143. 04.06.2009 E-Posta: [email protected] |