Süleyman KÖSMENE |
|
Kadının örtüsü |
Şefika Hanım: “Kadının örtünmesinin hikmetini âyet ve hadisler ışığında açıklayabilir misiniz?” Vücudumuz bize âit değildir. Vücudumuz üzerinde binde dokuz yüz doksan dokuz hisse sahibi, Hâlık-ı Rahîm’dir, yani vücudumuzu Yaratan’dır. Vücudumuzla ilgili tasarruf hakkı ve yetkisi de, elbet vücudumuzu Yaradan’a aittir. Biz emri uygulamakla mükellefiz. Örtünmenin bir çok hikmeti zikredilebilir. Fakat en mühimi, emri uygulamaktır. Hikmetlere fazla kafa yorup emri görmezden gelirsek, emre haksızlık etmiş oluruz. Örtünmekle Allah’ın emrini uygulayan kadın, böylece kem gözlerden, kötü bakışlardan, ahlâksız nazarlardan da kendini korumuş olur. Kur’ân’a göre giyinmede iki maksat gözetilir: 1- Örtünmek (tesettür), 2- Güzel görünmek (ziynet). Örtünmeyi de, güzel giyinmeyi de şu âyetler teşrî kılmıştır: “Ey insanoğulları! Ayıp yerlerinizi örtecek giyimlikle sizi süsleyecek elbîseler gönderdik. Takvâ örtüsü ise bunlardan daha hayırlıdır. Allah’ın bu âyetleri öğüt almanız içindir. Ey insanoğulları! Şeytan, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ananızı, babanızı Cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın.”1 “Ey insanoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin! Yiyin, için; fakat israf etmeyin. Çünkü Allah isrâf edenleri sevmez.”2 Kadın fıtratının süse tutkun ve ziynete elverişli olması yüce dinimizin de dikkate aldığı bir husustur ki, erkeklere haram kılınan ipek ve altın, kadınlara helâl kılınmıştır. Fakat kadın bu ayrıcalığını ve imtiyazını, kendi süsünü ve ziynetini yabancı erkekler nezdinde açarak ve ifşâ ederek kullanamaz. Bu meşrû değildir. Bediüzzaman Hazretlerine göre örtünmek kadın için fıtrî bir emir ve iştir. Kadın kendisine namahrem olanların yanında örtünürse rahat eder. Kadının örtünme sınırını Kur’ân, “kendiliğinden açılan yerler dışında”3 istisna cümlesiyle çizmiş; kendiliğinden açılan yerler hususuna da Peygamber Efendimiz (asm) “el ve yüz”4 ifadeleriyle açıklık getirmiştir. Nûr Sûresi 31. âyeti ile, Ahzâb Sûresi 59. âyeti açık bir beyanla tesettürü emreder. Bunlardan Nûr Sûresi 30. âyeti mü’min erkeklere iffetlerini korumaya; 31. âyeti ise mü’min kadınlara iffetlerini korumaya dâir emirler içerir. Burada, “baş örtülerini yakalarının üstüne salsınlar”5 hükmü gâyet açıktır. Baş örtüsü konusunda âmir hüküm içeren bir diğer âyet de Ahzâb Sûresi 59. âyetidir. Bu âyet de meâlen şöyledir: “Ey Nebî! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle! Dışarı çıkarken üzerlerine örtü alsınlar!”6 Hazret-i Âişe’nin (ra) rivâyetine göre, örtü âyeti nâzil olunca Ensâr kadınları etekliklerini ortadan yırtarak baş örtüsü yapmışlar ve siyah başlıklarla Hazret-i Peygamber’in (asm) arkasında namaz kılmışlardır.7 Bir diğer rivâyet de Hazret-i Hafsa’dan (ra): “Kız kardeşim sordu: “Yâ Resûlallah! Örtü bulamadığımız zaman dışarıya örtüsüz çıksak bunun mahzuru var mıdır?” Allah Resûlü (asm): “Arkadaşı örtüsünü ona versin de, O da hayırlı işine öyle çıksın!” buyurdu.”8 Kur’ân’ın ve Resûlullah’ın (asm) temel ölçüleri bunlardır. Bu ölçüleri nazara aldıktan sonra ayrıntıyı, detay tercihini, zevk ve renk seçimini, biçim ve tarzı, şekil ve çizgileri kendi zevkimize göre belirleyebiliriz. Hiçbir sakıncası yoktur. Özetlersek; kadın, el ve yüzü dışında bütün vücûdunu örtmelidir. Bu istisnaya, varsa topuklara kadar ayakların da dâhil edilebileceğini beyan eden âlimler de vardır. Giyim dar olmamalı, vücuda yapışmamalı, vücudu belirginleştirmemeli; vücutta rahat durmalı, şıklığı bozmamak kaydıyla geniş olmalıdır. Güzel giyindikten sonra, bununla kibirlenmek meşrû değildir. Kadının erkeğe, erkeğin kadına benzemesi helâl değildir. İnce ve şeffaf giyinmek helâl değildir. Ancak örfün, geleneklerimizin ve içinde bulunduğumuz çevrenin de giyimde belirleyici rolü bulunduğu unutulmamalı, örfün ve çevrenin kabûlü olmayan giyim tarzı tercih edilmemelidir.
Dipnotlar:
1. A’râf Sûresi, 7/26, 27. 2. A’râf Sûresi, 7/31. 3. Nûr Sûresi, 24/31. 4. Sâbûnî, 2/154,155. 5. Nûr Sûresi, 24/31. 6. Ahzâb Sûresi, 33/59. 7. Âlûsî, R. Meânî, 22/88. 8. Buhârî, Hayz, 23. 08.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın!” |
Evs ve Hazreç, aralarında yüzyılı aşkın kan dâvâları bulunan Medineli iki düşman kabileydi. İslâmın gelişi herkese olduğu gibi onlara da rahmet oldu. Barıştılar, kardeş olup kaynaştılar. Kışın şiddetli fırtınaları, yerini baharın Nisan yağmurlarına terk etti. Ne var ki bu iki kabile arasındaki yakınlaşma, dostluk ve kardeşliği çekemeyenler vardı. Yahudiler bunlardandı. Yaşlı bir Yahudi onların bu hâlini gördükçe için için kahroldu. Onlar bir ve beraber oldukça çirkin hedeflerine uluşamayacaklardı. Din düşmanları her devirde olduğu gibi o devirde de yapacaklarını yaptılar. Plânlar hazırlandı. Gizli din düşmanlarından biri iyi bir dost kılığında bu iki kabilenin arasına girdi. Oturmuş tatlı tatlı sohbet ediyorlardı. Hazmedemedi bunu. “Ne yapıp etmeli, bunları birbirlerine düşürmeli, eski günlerine döndürmeliyim” diye düşündü. Sinsice hareketlere başladı. Sohbete katılıp İslâmdan önce aralarında geçen savaşları hatırlattı. Birini över, diğerini kötüler mâhiyette sözler söyledi. Çok geçmeden tatlı sohbet sürtüşmeye dönüştü. Karşılıklı lâf atmalar başladı. Birbirlerini kötülüyorlar, kınayıcı, aşağılayıcı sözler ve beyitler söylüyorlardı. Sonunda kılıçlar kınlarından çıkarıldı. Bir hiç uğruna birbirlerine girecekler, kan gövdeyi götürecekti. Durumu öğrenen Peygamberimiz (a.s.m.) dizlerini ağrıtırcasına koşarak kavga yerine geldi. Öğütlerde bulundu. Şu meâldeki âyetleri okudu: “Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun. Ve son nefesinize kadar hakta sebat edin de, Müslümanlar olarak ölün. “Allah’ın dinine ve Kur’ân’a hep birlikte sımsıkı sarılın; ayrılığa düşüp dağılmayın. Bir de, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki, siz birbirinize düşman iken, O sizin kalblerinizi kaynaştırdı da, Onun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarındaydınız; Allah sizi oraya düşmekten kurtardı. Doğru yola erişesiniz diye, Allah size âyetlerini işte böyle açıklıyor. “Allah’ın dinine sarılıp birlik olduğunuz gibi, içinizden bir de öyle bir topluluk bulunsun ki, onlar insanları hayra çağırsın, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırsın. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendisidir.” 1 Âyetler Evs ve Hazreçlileri bayağı duygulandırdı. Yaptıklarına pişman oldular. Silâhlarını attılar. Gözyaşlarıyla sarmaş dolaş oldular. Fitneci düşman da kahrolup gitti. İslâm düşmanlarının taktikleri değişmedi. Böylesi mikropların bünyede hasar açmaması için manevî vitaminlerle beslenmek gerekmiyor mu?
Dipnot:
1. Âl–i İmran Sûresi: 103–104. 08.06.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
"Kürt sorunu" demenin sakıncaları |
Daha evvel de çeşitli vesilelerle ifade ettik ki, Türkiye'nin bazı kendi iç sorunları, dahilî meseleleri var. Bunları olduğu gibi yâdetmeli, farklı mânâ ve mahiyete bürünecek şekilde isimlendirmekten şiddetle kaçınmalı. Aksi halde, beraberinde yeni sıkıntılar, yeni rahatsızlıklar getirir. Meselâ, Türkiye'nin hasseten Kürtlerle alâkalı bir yanlış tutumunu, bir hatalı politikasını siz tutup "Kürt sorunu" şeklinde isimlendirir ve aynı yaklaşımla çözmeye çalışırsanız, işin içinden çıkamaz ve sağlıklı bir çözüme asla kavuşamazsınız. Zira, asıl sorun Kürtlerden değil, Türkiye'nin yanlış politikalarından kaynaklanıyor. Dolayısıyla da, "sorun"a Türkiye'nin bir dahilî meselesi olarak bakmak gerekiyor. Keza, yaklaşık bir asırdır Türkiye'nin "irtica sorunu" diye, yine temel bir sıkıntısından söz ediliyor. Bu da, tıpkı diğeri gibi çok hatalı ve hiç alâkasız bir yaklaşımla tâbir ve tarif edilerek sıklıkla gündeme getirilmeye çalışılıyor. Hatta öyle ki, devletin en üst katmanlarında dahi, bu sorunlar "bölücülük ve irtica" diye isimlendirilerek, "öncelikli tehditler" sıralamasında listenin en başında zikrediliyor. Oysa, gerçekte Türkiye'nin ne irtica diye bir sorunu var, ne de bölücülük. Tabanda ve halk arasında, bu tür rahatsızlıkların karşılığını asla bulamazsınız. Demek ki, bunlar bir yerlerden üretiliyor ve dehşetli propagandalarla yaygınlaştırılarak toplumun katmanlarına mal edilmek isteniyor. Şükürler olsun ki, halkın ekseriyeti bu hezeyanlara itibar etmiyor ve yanlış propagandaların tesiri altına girmiyor.
"Sorun"un tarafları olur
Burada, Türkiye'nin irtica ve bölücülük meselesini, gerek mahiyet ve gerekse karakteristik özellikleri itibariyle diğer "sorun"lardan ayırt etmek için, çarpıcı bazı misâller verelim. Türkiye'nin meselâ "Ermeni sorunu", "azınlıklar meselesi", yahut "Kıbrıs meselesi" gibi ciddiyet arz eden sorunları, meseleleri vardır. Buna her halde kimsenin bir itirazı olmaz. Şimdi dikkat buyurun: Bu ciddî sorunların hem tarafları (Türkiye ve diğerleri) söz konusu, hem de uluslar arası hukukî boyutları vardır, bu sorunların. Üstelik, "93 Harbi" denilen tâ 1877-78'deki Osmanlı–Rus harbinden beri... 1923'teki Lozan Antlaşmasıyla da—statüsü kısmen değiştirilen bu sorunlar—Türkiye Cumhuriyeti devletine aynen devredilmiş bulunuyor. Bunların konuşulduğu hemen her yerde, hem taraflardan, hem de işin hukukî boyutundan mutlaka söz ediliyor. İşte, Türkiye'de daha ziyade dindarlar ve Kürtler için tanımlanan şu irtica ve bölücülük meselesinin, yukarıda zikredilen sorunlarla doğrudan hiçbir benzerliği olmadığı gibi, hiçbir münasebeti de yoktur. Daha açık bir dille ifade edelim ki: Kürtleri ve dindarları ilgilendiren sorun ve sıkıntıların Türkiye'de ne temsilci statüsünde tarafları vardır, ne bu sorunların devletler arası hukukî bir dayanağı mevcut. O halde, bunlar Türkiye'nin kendi iç sorunları ve dahilî meseleleridir. Aksi halde, çözüm için orta yere bir masa kurmak ve o masanın etrafında sorunun taraflarını getirtip oturtmak zorunda kalırsınız. Ki, Türkiye'de böyle bir durum, söz konusu dahi olmaz ve olamaz. Şayet olabilir diyenler varsa, onları meseleyi akl-ı selimle bir kez daha düşünmeye dâvet ediyor ve şu tavsiyede bulunuyoruz: Lütfen muhali talep etmekten uzak durunuz. Allah muhafaza, meselâ "irtica sorunu"nu müstakilen, yani Türkiye'nin genel politikasından bağımsız şekilde düşündüğünüzde, ortaya nasıl bir masa kuracak ve masanın etrafına hangi tarafları dâvet edeceksiniz? Aynı durum, hatalı "Kürt sorunu" için de geçerli. Siz bu mânâda bir sorunu çözmek için Türkleri ayrı, Kürtleri ayrı bir taraf şeklinde mi telâkki edeceksiniz? Maazallah, masanın Kürt tarafına PKK'yı, ya da DTP'yi mi yerleştireceksiniz? Kürtlerin yegâne temsilcisi bunlar mı? Bu durumda kan ve şiddet metoduna da prim verilmiş olmaz mı? Keza, sorunun Türk tarafını kim temsil edecek? İçinde Kürt iradesinin de bulunduğu Meclis mi, hükümet mi, ordu mu, Çankaya mı, yoksa gencecik evlâdını kaybeden mâsum ve mağdur olmuş on binlerce vatandaş mı? Demek ki, yaşanan sıkıntıya "Kürt sorunu" diye baktığın zaman, durum daha bir vahamet kazanır ve işin içinden çıkılmaz bir vaziyet alır. O halde sorun, Türkiye'nin temel bir sorunudur ve daha ziyade dini dışlarken, bir yandan da Kürt unsurunu red ve inkâra dayanan "Kemalist Türkçülük" sorunudur. Türkçülük, hem dine zıt, hem de Kürtçülüğü tetikleyen hastalıklı bir cereyan iken, Kemalizm ise, aynı şekilde hem hayattan dini dışlayan, hem de Kürd'ün varlığına dahi tahammül göstermeyen, hatta bu vatanda yaşayan herkesin ille de Türk olması gerektiğini dayatan bir fikir ve felsefeye âlem olmuştur. Bu sıkıntıların çözümü ise, bu milleti birlik ve dirlik içinde tutan ruh, kalp ve akılda mevcuttur. Bu iradenin tecelli yeri ise, Millet Meclisidir. Devletin hatalarını tamir ile sağlıklı bir çareyi formülize edecek olan da, Meclis'in hür iradesidir. Bakınız, benzer mânâdaki bir sıkıntı 1920'de yaşanmış. O tarihte Paris'te bir Kürt Konferansı tertip edilmiş. Buna şiddetle tepki gösteren Bediüzzaman Said Nursî, Kürtlerin vekili ve onlar nâmına söz söyleyecek olanın, Paris'teki Kürt Şerif Paşa değil, Meclis-i Meb'ûsan-ı Osmaniye'deki mebûslar olabileceğini ifade ediyor. (Bkz: Sebilürreşad, 4 Mart 1920) Demek ki, neymiş? Bu işin masası ve tarafları yok, asıl söz sahibi olan, Meclis'in hür iradesidir. Ki, içinde Kürtler ve Türkler beraber bulunur, beraber çalışır. 08.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Evlenilmesi sakıncalı kişilikler? - 3 |
*Mütecessis, tecessüscü ile evlenmeyin: Başkalarının gizli hallerini, sırlarını, zaaflarını araştırıp ortaya dökmeye tecessüs, casusluk denir. Tecessüsün kötü bir huy, dehşetli bir hastalık, zararlı bir fiil, fenâ bir haslet olduğunu her halde her idrâk ve iz’ân sahibi herkes “içe bakış metodu”yla anlar. Zirâ, hiç kimse, kendi zaaf ve kötülüklerinin, hatâ ve kusurlarının araştırılıp sergilenmesi ve îlân edilmesini istemez. Zaaf ve kusurlar gizli kaldıkça onları imha etmek kolay olur. Açığa döküldüklerinde, nerdeyse tamiri imkânsız hale gelir. O takdirde “Nasıl olsa herkes haberdar oldu!..” der, işi inada döker; garaz, kompleks, kızgınlık ve nefretle de birleştirerek açıktan açığa işlemeye başlar. *Cimri ile evlenmeyin: Cimri, kendisine ihsan, ikram ve emânet edilmiş mal-mülk ve servetten, karşılıksız olarak isteyenlere hiçbir şey vermeyendir. Cimrilik öyle bir hastalıktır ki, cimri kendisine karşı bile hasistir. Cimri, cömerdin de düşmanıdır. Cimri, etrafındakilerin yaptığı ikram ve ihsanlardan da müthiş bir azap duyar. Cimriler akıl ve eğitim özürlüsü kişilere benzer. Akıllı insanlar ise cömertlikle kendilerini ve mallarını koruma altına alırlar. Cimri ile evlenirseniz, ihtiyaçlarınıza karşı size yardımcı olmaz. *Kibirli ile evlenmeyin: Kibir, kendinde olmayan veya olan güzel sıfat ve hasletleri kendisinden kaynaklanmış gibi gösterme ve başkalarına üstünlük taslamadır. Gurur enâniyetten kaynaklanır. Sebebi kalp zayıflığıdır. Gururlu insan, kendisini menşe sanır. Oysa, insan son derece zayıf ve âciz bir varlıktır. Gururlanacak hiç mi, hiçbir yönü yoktur. Hiçbir şeyi var edemeyen, yarın ne olacağını bilemeyen, minnacık mikroplara mağlûp olan, sis gibi en lâtif bir unsura yenilen insan ne ile gurur duyacak ki? Hiç kimse, kendisinde olan haslet ve güzelliklerle de gururlanamaz. Çünkü, onları kendisi almış, bulmuş, ısmarlamış değildir. İyilikleriyle gururlanamaz, çünkü verdikleri kendi malı mülkü değil, emanettir. Gurur, nifakı doğurur. Kendini düşünme, kendini görme, bencillik, yalnız kendisi için endişelenme duyguları, gurur ve enaniyetle beslenirler. İnsan gurur ile Allah’ın fiillerini, ikramlarını, ihsanlarını kendisine mâl eder. Yâni, mânevî bir gasıp olur! Görünüşte birbirine benzeyen gurur ile vakar arasında ise ince bir perde vardır. Vakar ciddiyet ve ağırbaşlılıktır. İnsan makam ve mevkii gereği ciddiyetle mükelleftir. Bu işlerin düzenli yürütülmesini sağlar. Onun içindir ki resmî veya özel makamında, bir âmirin ciddiyeti gurur sayılmaz. Evindeki ciddiyeti de vakar değildir. Ancak kişi, vazifesini yapmayıp, makamını bir baskı unsuru olarak kullanıyor veya onunla övünüp duruyorsa bu vakar değil, gururdur. Gururun en büyük zararı, maddî-mânevî kemâlata mâni olmasıdır. Kendini üstün, her şeyi bilen biri kabul eden, başkasının bilgi ve tecrübesine tenezzül etmez. Böylece köhnemiş bilgileriyle baş başa kalır! *Haris insanla evlenmeyin: Hırs denilen bu duyguyla insan mal ve makam, şan ve şöhret sevdalısı olur, dünyaya şiddetle bağlanır. Dünyanın geçici, fanî mal-mülküne, mevki ve şöhretine karşı gösterilen hırs, bu duygunun fiyatına değmez. İlâhî rahmeti de suçlama mânâsı taşıyan hırs, yerinde kullanılmazsa birçok zararlara sebep olur. Kezzab gibi kalbi deler; riyâkârlığa, sefâlete sevk eder. Hırs israfa götürür, şükürsüzlüğe iter, zillete atar. Hırs, insanı sefâlet ve rezâlet bataklığına sürükler. 08.06.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Avrupa’da ki gençlerimize Türkçülük dersleri… |
Traş olmak üzere gittiğim bir berber dükkânında, sonradan Mağripli olduğunu öğrendiğim Müslüman bir gencin sorularıyla karşılaştım. M. Kemal´in tek başına Türkiye'yi kurtardığını, bir Türkün dünyaya bedel olduğunu, Türklerin dünyanın en kahraman ve üstün ırkı olduğunu, Osmanlılar zamanında Atlas okyanusundan Maveraünnehre uzanan coğrafyaların Türkler tarafından zabtedildiğini Türk gençlerinden çokça duymuş bu delikanlının soruları veya rahatsızlığı, çoktandır yazmak istediğimiz şu konuya vesile oldu. Almanya politikacıları ve bilhassa muhafazakâr demoktratları; uzun süre Almanya´nın bir göç ülkesi olmadığını savunuyorlardı. Modern bolşeviklerin “Alman ailesine” karşı yaptıkları çalışmalarla nüfus dibe vurunca, ister istemez Almanya, Amerika Birleşik Devletleri yolunda göç almaya başladı. Dinsizlikle ırkçılığı birleştiren politikacıların çalışmaları, göç dalgasını Rusya ve doğu Avrupa'dan başlattı. Eski komünizmin ahlâk ve karakterini bozduğu; tembel, rüşvetçi, sefih ve egoist nesillerin Almanya'ya yerleşmeleri, klâsik Alman mentalitesini bozduğu gibi on seneye yakındır başlayan krize kısmen de olsa sebep olduklarını söylemek mümkündür. Başta Türkiye olmak üzere İslâm ülkelerine olağanüstü vize zorlukları çıkaran “yeni modern bolşeviklerin” hedefi, semavî din ve ahlâktan kopmuş bir cemiyet oluşturmaktı. Siz milliyetçilik, biz ırkçılık diyelim; nasyonalizm, dinsizlik ve ahlâkta çokça kullanıldığı günümüz Avrupa'sında, sosyal haksızlığa en fazla uğrayan kitlenin başta Türkler olmak üzere Müslümanlar olduğunu bilvesile belirtmiş olalım. Toplumda, bilhassa gençler arasında yükselen değer ve geçer akçe ırkçılık olunca, ister istemez Avrupalılık ve geleneksel Hıristiyanlığı öne çıkacaklardır. Okulda, işyerinde veya dışarda Türkçülük ninnileriyle büyüttüğümüz çocuklarımızın içine düştükleri ruh halini varın, siz düşünün. Asil kana sahip, bir tanesi dünyaya bedel ve yedi düvele meydan okurken dışlanan gencin psikolojisini tahmin edebilirsiniz: Hırçın, saldırgan, sicili bozuk, hakkı gaspedilmiş ve istenmeyen gençler… Yüzyıla yakındır Türkiye'de Türkçülük yaparak “Türk Milletine” en büyük kötülüğü yapmış “gayr-ı Türkler”; şimdi aynı oyunu Avrupa'daki çocuklarımızın üzerinde oynuyorlar: Hariciyemiz, resmî camilerimiz, Türkiye'den gönderilmiş öğretmenlerimiz, yuvalarımızı dağıtan Türkiye çıkışlı TV programlarımız ve nihayet bir takım sivil toplum kuruluşlarımızın büyük katkılarıyla Avrupa'daki çocuklarımıza “ırkçılık dersleri” veriyoruz. Neden? İlle de Türkçülük. Bildiğiniz gibi gençlik kimliksiz yapamıyor. Kemalizmin tasallutuyla içte ve dışta sözkonusu kişi ve müesseseler “dine yaklaştırılmayınca” kala kala en kolay, tembel ve tahribkâr bir yol kalıyor: Irkçılık… Avrupa'da yaklaşık otuz milyon Müslüman kökenli insan yaşıyor. Türkiye kökenlilerimizin nüfusu ise üç dört milyon civarında… Arap ülkelerinden, Hint'ten, Balkanlar'dan ve İran'dan gelmiş otuz milyon insanı arkamıza destek almamızı istemeyen “Türk düşmanları”nın Avrupa'daki Türk gençliğine Türkçülük yaptırdıklarını söylesek elbette mübalâğa olmaz. Amerikalılar millet olarak önce Amerikalıdırlar, sonra Asya, Avrupa ve Afrikalı olurlar. Başta Almanya olmak üzere Avrupa da aynı noktaya yürüyor. Kaldı ki, birinci Avrupa dediğimiz insanî değerlere, inançlara ve çevreye kıymet veren Avrupa da “İslâm Kimliğini” kabul ediyor. Türkçülüğü “İslâm Kimliğinin” yardımcı bir unsuru olarak kullandığımızda da bu kadar dışlanmayız. Zira burada yaşayan insanların yüzde altmışının ikinci bir kimliği veya kökeni sözkonusu oluyor. Türkiye kökenli gençleri “Türkçülük” nifakıyla Avrupalı kimlikten uzaklaştırarak sahadışı bırakmak isteyenlerin, “Türkiye sevdalıları” tarafından özellikle araştırılmasında fayda var, kanaatindeyiz. Yüzde yetmişi Türk ırkından gelmeyen Anadolu insanlarının Avrupa'daki çocuklarını, yarınki Avrupa'nın kültürel, ekonomik, teknolojik ve hakikî medeniyetindeki inşaasında safdışı bırakmak isteyenlerin şu âdi oyunlarına, bilhassa Almanya'daki Türk aileleri gelmemeli. Dışişleri mensuplarımızı, diyanetimizi, Türkçe öğretmenlerini, dinî cemaatlerimizi ve sivil toplum kuruluşlarımızı da bu istikamette uyarmak lâzım, kanaatindeyiz. “İslâm ortak paydasını” esas aldığımızda hem millî değerlerimizi, hem de iman, ahlâk ve insanî değerlerimizi asimile olmaktan kurtarmış olacağız. Bin senden beri İslâmın bayraktarlığını yapmış bir milletin çocukları, bir frenk hastalığı olan “Türkçülük” ile ne kimliklerini, ne benliklerini, ne tarihlerini, ne dillerini ve ne de Türkiye'ye olan sevgilerini muhafaza edemezler. Hergün biraz daha İslâm ahlâkından soyutlanan gençliği “Kur´ân ahlâkından” başka ne ile koruyabiliriz ki… Yukarıda arz ettiğimiz gibi, Avrupalılar da bizden artık Kur'ân ahlâkını bekliyorlar. Dinlerini doğru bir şekilde öğrenen gençlerimizin başarılarının yüzdeyüz artacağını hepimiz biliyoruz. 08.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Ve “mayınlı yasa”nın akıbeti |
Türkiye’de gündem çok çabuk değişiyor; yeni tartışmalar ve gündemler âdeta bir öncekinin üstünün örtülmesinde istimal ediliyor. “Mayın yasası”nın akıbeti de aynı… Köşk’ün vereceği karar bekleniyor. Onaylandığı takdirde Meclis’teki muhalefet partileri Anayasa Mahkemesi’ne gidecek. Cumhurbaşkanı’nın “onayı” veya Anayasa Mahkemesinin “kararı”na kadar “mayınlı gündem”e ara verilecek; sonra yeniden alevlenecek… İlginç olan önce bu süreçte Başbakan’ın gündemi erken değiştirme teşebbüsleri… “Türkiye’de çalışan kırk bin Ermeni’yi gerekirse Ermenistan’a geri göndeririz” diyen Başbakan’ın birkaç gün sonra “mayın yasası”nın Meclis’te görüşüldüğü sırada “Türkiye’nin geçmişte yabancıları kovmasının faşizan bir baskı olduğunu” söylemesi gibi. Ya da Meclis’teki görüşmelerin en hararetli gününde “Cumhuriyet Savcısının tesciliyle partimizin adı ‘AKP’ değil ‘Ak Parti’; AKP diyenler edebe-âdâba aykırı telâffuz etmekteler” deyip “AKP-AK Parti” tartışmasını başlatması misali… Sonunda kapalı kapılar arkasındaki “ikna” çabalarıyla birçok iktidar partisi milletvekilinin de katılmadığı Genel Kuruldaki oylamada “mayın yasası” çıkarıldı. Başbakan şimdi de kendisinin ve 20 bakanın yanı sıra -50’sinin mâzeret bildirerek- 61 AKP’li milletvekilinin bulunmadığı oylamadaki “fire” haberlerine “öfkeleniyor”; vekillerin kasten değil, dışarıda işleri olduğunu belirterek, meseleyi “fire” tartışmalarına boğduruyor…
DÜNYADA EMSÂLİ OLMAYAN BİR YASA Onca tartışmadan sonra yeniden başa dönülüp “tercihli ihâle”yle “toprakların kullandırılması”nda ısrar edilmesine ilâve olarak, iktidar ile muhalefet arasında politik atışmaların malzemesi haline getirilen “yasa”nın bir çok yönden riskli çıktığı belirtiliyor. Son günde apar topar bir nev'î “güvence” olarak yasaya sokuşturulan Millî Savunma Bakanlığı’nın ihâlede yetkilendirilmesine mukabil “usûlü”nün “unutulması!” bunlardan biri… Aslında AKP hükûmeti daha 2005’te Bakanlar Kurulu kararıyla “mayınların temizlenmesi ile arazinin kullanılmasını” birleştiren ihâle yetkisini Maliye Bakanlığına vermişti. Danıştay, temizleme karşılığı toprakların kullanım için verilmesini uygun bulmamış; “ihâle yöntemindeki birleştirme”den dolayı kararı iptal etmişti. Bunu da nazara almayan siyasî iktidar, bu kez aynı şeyi “yasa” ile yapmaya kalkışmakta. Ne var ki bu süreçte Başbakan ve iktidar partisi sözcülerinin “sınırdaki toprakların peşkeş edilmesi” kaygısına karşı sergiledikleri politik tavır, siyasetin garip cilvesini tecelli ettirmekte. Başbakan hâlâ meydanlarda “Nerede İsrail, İsrail’e verdik mi ki!” diye konuşuyor. Tıpkı çıkardıkları yasada “mayınların temizlenmesi” ile “toprakların kullandırılması”nı aynı torbaya koyuyor; parti kongrelerinde “mayınları temizleyeceğiz, ülkeye toprak kazandıracağız, engelliyorlar” çarpıtmasını tekrarlıyor. Grup Başkanvekilleri, televizyonlarda açık açık “minare doğrultmak”tan bahsediyorlar; demagojilerle “kiralatma”ya hiçbir açıklama getiremiyorlar… Belli ki AKP iktidarı, bu toprakları yabancılara ihâle etmeyi ahdetmiş; bin dereden komik “gerekçeleri” sıralayarak dünyada emsali görülmeyen bir ihâle sistemini savunuyor. Başbakan ve partisi yöneticilerinin tek söylediği, “yabancı düşmanlığı”; itiraz edenleri bununla itham ediyorlar…
FİLİSTİN’DEKİ TOPRAK SATIMI MİSÂLİ Neticede kamuoyunun endişeleri izâle edilmiş değil. Hükûmetin 7 Mart 2008’de Meclis’e gönderdiği “yap-işlet-devret”le mayınlardan temizlenmiş toprakların ihâleyi alan yabancı firma tarafından kullanılmasında bütün ikazlara rağmen yasada ısrarla korunmakta. Ortalıkta bir dizi senaryo dolaşıyor. Uzmanlar, dünyada 14 civarında mayın temizleme firmasının bulunduğunu; bunun üçünün İsrailli, üçünün İsraillilerin ortak olduğu Amerikan şirketi olduğunu belirtiyorlar. Önceki ihâleye de hiçbir yerli firmanın katılmadığı, İsrailli, Amerikan, İngiliz ya da bir başka yabancı şirketin ihâleyi kazanacağı riski duruyor. Hükûmetin “temizle-kullan modeli”ni işletebileceği, birinci ve ikinci seçenekleri geçip üçüncü seçenekle 44 yıla kadar bu toprakları kullandıracağı tedirginliği sürüyor. Daha şimdiden uluslar arası medyada daha önce de “yap-işlet-devret” yöntemi ile ihaleye çıkılan, ancak ulusal güvenlik nedeniyle iptal edilen “Mardin ihâlesi”ne başvuran İsrail destekli Quadro, Redwing ve Mott isimli üç İsrail şirketinin başını çektiği üç ayrı konsorsiyumun adı geçiyor. Türkiye’nin 780 kilometreye yakın Suriye sınırındaki, mayınlı 580 kilometrelik şeritte 516 dekarlık uzun toprak parçasını yabancılara kullandırma yasası, 1897’de İsviçre’nin Basel şehrinde Theodor Herzl başkanlığında alınan kararla Yahudilerin Filistin arazilerini satın almaları ve Arapların topraklarını satmaları ve kiralatmalarıyla kurulan kolhozların (çiftliklerin) birleştirilmesi sonucu 1948’de bu topraklar üzerinde İsrail’in kurulmasına benziyor… Bakalım “mayınlı yasa”nın akıbeti ne olacak? Türkiye bu bereketli toprakları kazanacak mı yoksa bir yarım asır daha mı kaybedecek? Sonra iktidarın ömrü bu ”yasa”yı uygulamaya yetecek mi? 08.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Şeffaflık |
Eylem ve söylem bu kadar farklı olabilir? Lâfta dürüst, namuslu, çalışkan, yalan söylemez, kul hakkı yemez görünüp de… Gerçekte üçkâğıtçı, yalancı dolancı, sahtekâr olunabilir mi? Konuştuklarında mangalda kül bırakmayan böyle kişilere çevrenizde rastlayabilirsiniz. Normal karşılamak lâzım. Dün de vardı bugün de. Her sandıkta birkaç çürük elma bulunabilir. Dert etmemek gerek. Önemli olan sağlam elmaların durumu. Dillerimizden düşürmediğimiz hak, hukuk, adalet, özgürlük, demokrasi, şeffaflık gibi evrensel değerlere çoğunluk ne ölçüde uygun davranıyor? Bu sorulardan “şeffaflık” dışında kalanların cevabını siz düşünün. Bugün üzerinde duracağımız “şeffaflık”. Şeffaflıktan maksat hesap verebilmektir. Nereye ne harcanmış, ne kazanılmış? Ya da bir mal edinilmiş ise hangi gelirle karşılanmış? Bankada hesabınız var ise nasıl birikmiş? Vergisi ödenmiş mi? Yaşantınız beyan ettiğiniz gelirinize uygun mu? Dürüst insan hiç gocunmaz, bunların hesabını kuruşu kuruşuna verir. Sadece kişiler değil. Siyasî partiler, sendikalar, sivil toplum kuruluşları, meslek odaları, yardım dernekleri, ticarî şirketler, vakıflar para ile ilişkisi olan her birim, vs. bundan kaçmamalı, alnının akıyla hesabını verebilmelidir. Özellikle vergi mükellefleri… Kazandıkları helâli hoş olsun, ama yasaların emrettiği vergiyi ödemişler mi? Övünmeyi severiz, dürüstüz diye… Acaba öyle mi diye bir sorgulasak mı? Diyorlar ki ekonominin yarısı kayıtdışı. Bu ne demek? Ekonominin yarısında vergi algı, sigorta primi yok. Ödeyene haksızlık değil mi? Sizleri rakamlara boğmamaya azamî gayret sarf ederek bazı çarpıcı bilgileri sunmayı görev addediyorum. Türkiye’de 600 bini aşkın şirket var. Bu şirketler kurumlar vergisi öder. Şimdi desem ki bu vergilerin dörtte birini sadece 10 şirket ödedi. Veya; 100 şirket toplanan verginin yarısını ödedi. İnanır mısınız? Bir tarafta 599.900 şirket, diğer tarafta 100 şirket. Ödedikleri vergi eşit. Bu yıllardır böyle sürer gider. Her yıl rakamların yayınlandığı ilk günlerde biraz sağdan soldan ses çıkar, sonra susulur. Yetkililer de bu utanç tablosunun değişmesi ve adaleti sağlaması için kıllarını kıpırdatmazlar. Ama bizlerin yerine elin adamı “IMF” der ki böyle rezalet olmaz. Şeffaflığı sağlayın. Bunun için ilk adım olarak; kim ne kazanmış, ne harcamış, ne tasarruf etmiş, bir sorgulayın. İşte bunun adı “Nereden buldun” sorusu. Aylardır süren IMF görüşmelerindeki anlaşmazlık konularından biri de bu. Bizim taraf diyor ki “Hayır, bu soruyu soramayız.” Niye? Çünkü bunun hesabını kimse veremez, para dışarı kaçar. Hani dürüstlüğü kimseye bırakmıyorduk? Ne var bunda? Şeffaflığı savunmuyor muyduk? O zaman ne oluyor? Devlet vergisini toplayamıyor, toplayamayınca borçlanıyor. Borç demek faiz demek. Faiz ise felâket demek. Zaman zaman yazılarımızda değiniyoruz; Bu ülke son on yılda ödediği faizlerle yeni baştan inşa edilebilirdi. Yazık. Dünya üzerinde en yüksek oranda faiz ödeyen ülkeler arasında yer almaktan dolayı hiç mi üzüntü duymuyoruz? En kısa zamanda adil bir vergi reformu yapmak üzere harekete geçilmelidir. 08.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Meşru olmayan anayasa ile nereye? |
Hepimiz, isimler ve resimlerin değişmesiyle ‘hakikat’in değişmediğini biliyoruz, ama buna rağmen mevcut 12 Eylül 1980 ihtilâl anayasasının kesinlikle değiştirilmesi gerektiğinde de ısrar ediyoruz. Tabiî ki bu konuda ısrarcı olan bir kişi, bin kişi değil; belki milyonlarca kişidir. “Bu ısrarın sebebi nedir?” diye sorulabilir. Bu sorunun makul pek çok cevabı olmakla birlikte, Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk’un tesbitleriyle cevap verelim: ‘’Mevcut Anayasa ile Türkiye’de Batılı anlamda demokrasiyi kurmanız mümkün değildir. Bu Anayasa ile Avrupa Birliği’ne giremezsiniz. (...) Türkiye benim kanımca 1982 Anayasası’nın maddî ve içerik meşrûluğunun bulunmadığını artık anlamış durumdadır. 2000’li yıllara bu Anayasa ile girmek büyük talihsizlik olmuştur. Bu Anayasa biçimsel anlamda da meşrû değildir. Kabul ediliş şekli son derece kötüdür. Zoraki kabul edilmiştir. Ölüm gösterildi, sıtmaya razı olundu. Türk milleti okumadan hüküm kuruyor. Hazırlanan Anayasa’nın başına gelen de böyle oldu.’’ (AA, 6 Haziran 2009) Sürekli tekrarlamak durumunda kalıyoruz: Türkiye’nin derdi elbette sadece mevcut anayasa değildir. Dertlerin biri de (diğerlerini saymayalım) Siyasî Partiler Yasasıdır. Bakınız, bir ‘uzman’ olarak Prof. Dr. Selçuk bunu nasıl yorumluyor: “Bu yasayı okuyun bakalım, Türkiye’de siyaset yapmak mümkün mü? O yüzden Avrupa Birliği sürecinde Siyasî Partiler Yasası’nın mutlaka kaldırılmasının, Türkiye’nin başına belâ olacağını daha önce belirttim. Yargıç, Savcı neye bakar? Yazılı metne bakar. Nutuklara bakmaz. O metnin dışına çıkan bir işlem yapıyorsa o zaman onun yakasına yapışmanız gerekiyor. İşte o zaman siyasete girmiş olur, yazılı metin bağlayıcıdır.’’ Çelişkiye bakar mısınız: Güya, siyasî partilerin doğru dürüst çalışması için hazırlandığı ifade edilen bir kanun, Türkiye’de ‘siyaset yapmaya engel’ oluyor! Bunu bir ‘edebiyatçı’ değil, ‘hukukçu’ kimliğiyle, üstelik Yargıtay Başkanlığı yapmış bir isim söylüyor! Türkiye’yi ‘idare edenler’in bu sözleri duymaması, ciddiye almaması ve ‘yok’ sayması mümkün mü? Gerek Selçuk ve gerekse onun gibi aynı gerçekleri dile getiren uzman hukukçular, ilim adamları ve münevverler daha ne desin? Selçuk, mevcut Siyasî Partiler Yasası yürürlükte kaldığı sürece bu yasa dolayısıyla partilerin kapanmaya devam edeceğine inandığını da belirtmiş. Bu tesbitlere itiraz eden ‘uzman’lar var mıdır? Şu nokta da çok önemli: 12 Eylül ihtilâl anayasasını savunanlar, bu anayasanın yüzde 90’ın üzerinde bir ‘kabul/evet’ oyu almış olmasını ‘meşruiyetine’ delil olarak sunuyorlar. Bu iddiayı ileri sürenler kim olursa olsun, buna gerçekten inandıklarına ihtimal vermiyoruz, ama eğer inanıyorlarsa onların bu tavırlarını hem kınıyor, hem de onlara acıyoruz. Bu iddia da en az mevcut anayasa kadar ‘meşrû’ değildir! Geçmiş günlerde ‘ayıp olmasın’ diye açıkça söylenmeyen sözler, artık söylenmeye başlanmıştır. Selçuk, bunu da özetlemiş: “Bu Anayasa biçimsel anlamda da meşrû değildir. Kabul ediliş şekli son derece kötüdür. Zoraki kabul edilmiştir.” “Hayır, zoraki kabul edilmemiştir!” diyen var ise; milyonlarca canlı şahit onları yalanlayacaktır... ‘Meşrû’ bir anayasaya şiddetle muhtacız vesselâm. 08.06.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Seçim sonrası Lübnan’ı neler bekliyor? |
Lübnan seçimleri dün yapıldı. Bu satırlar yazıldığı sırada henüz oy verme işlemleri sürüyordu. Ancak gerek seçim sistemi ve gerekse seçim öncesi dönemdeki gelişmeler, seçimlerin hiçbir tarafın tek başına çoğunluğu ele geçirmesine imkân vermiyor. Zira Lübnan parlamentosundaki 128 koltuk, ülkedeki 18 mezhep grubunun 10 tanesini içine alacak şekilde kontenjanlara bölünmüş durumda. Hıristiyanlara ait 64 sandalyeyi, en fazlası 34 sandalye ile Maruniler olmak üçere 8 grup paylaşacak. Müslümanlara verilen 64 sandalyenin ise 27’sini Sünnîler, 27’sini Şiîler, 8’ini Dürziler ve 2’sini Nusayriler alacak. Bu durum ülkedeki grupları ittifaklar kurmaya itti. 14 Mart ittifakını Hariri’nin partisi Gelecek Hareketi, Marunilerin Lübnan Ketaib Partisi, İlerisi Sosyalist Parti ve Lübnan Güçleri oluşturuyor. Bu ittifak Batı Yanlısı olarak biliniyor. Maruni Patrik Nasrullah Sefir ile Sünnî Müftü Reşid Kabbani bu ittifakı destekliyor. 8 Mart ittifakının başını ise Hizbullah çekiyor. Emel Örgütü ve Marunilerden Ulusal Özgürlük Hareketinin de katıldığı ittifaka Ermeni ve Dürzi Partiler de katılıyor. ABD hiçbir grubu özellikle desteklemediğini ilân etti. Ancak iki ay içinde önce Dışişleri Bakanını, sonra da Başkan Yardımcısı Biden’ı bu ülkeye göndererek Batı yanlısı gruba olan desteğini gösterdi. Yorumcular bu grubun muhalefete düşmesi ihtimaline karşı ABD’nin son üç yılda 410 milyon dolar yardım yaptığı Lübnan ordusuna özel önem verdiğini belirtiyor. Ancak Hizbullah’a karşı Lübnan ordusunu güçlendirip, kullanma politikası Obama yönetiminin işine yaramayacaktır. Zira daha önceki iç çatışmalar ordu komutanlarına Hizbullah ile açık bir çatışmaya girmemeleri gerektiğini öğretti. Siz bu satırları okurken, muhtemelen Hizbullah’ın liderliğini yaptığı grup çoğunluğu kıl payı kazanmış olacak. Bu durum da sonucu Hizbullah’ın alacağı oylardan çok Mişel Aoun’un Ulusal Özgürlük Hareketinin Maruni seçmenlerden alacağı oylar belirleyecek. Dış müdahaleye son derece açık olan Lübnan siyasal yapısının bu seçimlerin sonuçlarından istikrar beklemesi imkânsız. Bir yandan ABD, İsrail ve diğer bazı Batı ülkeleri 8 Mart grubunu desteklerken, öbür yandan Hizbullah’ın İsrail karşısındaki direnişinin ülke içinde –Hıristiyanlar dahil- geniş bir kitle arasında ve Arap dünyasında kazandığı itibarla güçlenmesi, durumu içinden çıkılmaz hale getirecek. Ancak Hizbullah şimdiden Avrupa Birliği ve IMF ile görüşmelere başladığını açıklayarak, iktidara gelebilecek bir çoğunluğu elde etmesi halinde, daha mutedil bir politika sergileyeceğini ima ediyor. Yine de Hizbullah’ın İsrail işgali altındaki Şiba çiftliklerinin Lübnan’a geri verilmesi ve İsrail’e karşı mücadelesinin en büyük unsuru olan Filistin sorununun çözülmesi gerçekleşmeden, daha uzlaşmacı ve barışçı bir tutum sergilemeye başlamasını beklemek imkânsız. Bu durumda önünde önce başbakan sonra da cumhurbaşkanı seçimleri bulunan Lübnan parlamentosunu zor günler bekliyor. İstikrarın sağlanmasında en önemli unsur Marunilerden seçilecek cumhurbaşkanı ile ABD’nin etkilemeye çalıştığı ordunun siyasal tartışmaların dışında kalması ve Hizbullah’ın daha uzlaşmacı bir tavır sergilemesidir. Onlarca yıldır hep bombalanmış sokakları, gözyaşları içindeki insanlarıyla hatırladığımız Lübnan’a bir an önce barış ve huzurun gelmesi, hem ülke hem de bölge için büyük önem taşımaktadır. Lübnan’da etnik ve dinî kimlikleri aşacak ortak ideallere ve millet bilincine ihtiyaç var. Tabiî bir de Suriye, İsrail ve ABD dahil dış güçlerin elini bu ülkeden çekmesine. 08.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Gündem Ramazan |
Bu köşede evvelce birkaç kez yazdığımız konu, bundan sonraki süreçte en önemli gündemimizi teşkil edecek: Allah nasip ederse 21 Ağustos’ta idrak edeceğimiz Ramazan ayında vereceğimiz üç kitaplık Ramazan setiyle ilgili çalışma ve temaslarımız sürüyor. Ve şimdiden çok sevindirici ve ümit verici gelişmelere şahit oluyoruz. Hem ağırlaşarak devam etmekte olan mâlûm krizi, hem de onu katmerleyen yaz durgunluğunu aşmamızı sağlayıp bize nefes aldıracak bir Ramazan bereketini, İnşaallah, bu kampanya ile hep birlikte yaşamayı ümit ediyoruz. Gelişme ve detayları, ilerleyen haftalarda paylaşmaya devam edeceğiz. *** Temsilcilerimize davet Ramazan’da hayata geçireceğimiz bu kampanya için, geniş bir bilgilendirme toplantısı yapılacak. Türkiye geneli neşriyat sorumluları ve temsilcilerimizin davetli olduğu toplantıda birim yöneticilerimiz kampanya hakkında detaylı bilgilendirmede bulunacak. Temsilcilerimizin görüş, dilek ve talepleri değerlendirilecek. Toplantı, 20-21 Haziran tarihlerinde Nevşehir-Kozaklı’daki Divaibis Otel’de gerçekleşecek. *** Ramazan sayfası Yeri gelmişken, Ramazan sayfamıza katkıda bulunmayı düşünen yazarlarımızın, şimdiden bizimle irtibat kurup çalışmalarına başlamaları hususunu da hatırlatalım. Önümüzde iki buçuk ay var. Ve bu, çok uzun bir süre değil. *** Kutlular’ın STV Haber’deki programı Halit Esendir’in gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’la yaptığı ve STV Haber’de iki bölüm halinde yayınlanan sohbetin DVD’lerini, www.yeniasya.com.tr adresindeki internet sitemizden indirip izleyebilirsiniz. *** Dergilerimiz yine nt mağazalarında Dergilerimiz, kriz sebebiyle verdiğimiz kısa bir fasılanın ardından, yine nt mağazalarında. Okurlarımız Can Kardeş, Bizim Aile, Genç Yaklaşım ve Köprü dergilerimizin yeni çıkan sayılarını buralardan da temin edebilirler. *** Bir okur mesajı Okurumuz Serhat Dağlı, 40. yıl için gönderdiği ve araya giren başka gündemler sebebiyle yayınlayamadığımız mesajında şunları yazmış: Üstad Hazretlerinin dediği gibi ‘’Zaman iman kurtarma zamanıdır.” Benliği, bencilliği, riyayı, gururu, kibiri bir kenara bırakıp Müslüman âlemine bırakılan iki büyük nimete, Kur’ân-ı Azîmüşşan ve Sünnet-i Seniyyeye sahip çıkma günüdür. Namaza, oruca niyet edildiği gibi iman ve İslâm dâvâsına sahip çıkmaya niyet etme günüdür. Gün uyuma, uyuklama, oynama, oyalanma zamanı değil; ‘’Emr-i bilmâruf, nehy-i anil-münker’’i düstur edinme günüdür. Yani gün doğruyu, iyiyi, güzeli emretme, yanlış, kötü ve çirkinden sakındırıp uzaklaştırma günüdür. Günahların ardı arkasının kesilmediği günümüzde, sel gibi akan hayatın içinde kendimizi kıyıya almak bir hayli zor olsa da, kıyıya çıktıktan sonra elimizi uzatarak bir kişiyi daha o azgın selden kurtarmaya çalışmak, o işin nuranî vesilesinin hakikat boyutunu en güzel biçimde ortaya koyuyor. Çok önemli bir prensip olarak, hizmetlerimizde daima meşveret asıl olmalı, tepeden inme anlayışlara prim verilmemelidir. Büyük önem arz eden bir diğer mesele; Üstad Hazretlerinin dediği gibi; ‘’Hakkı tanıyan, onun hatırını hiçbir hatıra feda etmez’’ düsturudur. Bir başkası, yine Üstadın dediği gibi ‘’Dünyayı kesben değil, kalben terk edebilmektir.’’ Özetle, temel düsturlarımız şunlar olmalı: 1) Ahiret endeksli bir hayat yaşamak için gayret etmek, 2) Bazan çoğunluk teşkil etseler dahi kişilere değil, Kur’ân-ı Azîmüşşana ve Sünnet-i Seniyyeye bağlı olmak, 3) Meşvereti hakim kılmak, 4) Emr-i bil-mâruf, nehy-i anil-münker, 5) Hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmemek, 6) Devrin iman kurtarma devri olduğunu bilmek ve ona göre çalışmak, 7) Her şeyi Allah rızası için yapmak, 8) Dünyayı kesben değil, kalben terk edebilmek. Bu düsturları yerine getiren Yeni Asya’nın 40. yılını kutlar, hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Haktan niyaz ederim. 08.06.2009 E-Posta: [email protected] |