Faruk ÇAKIR |
|
Milletten kopan parti |
Ana muhalefet partisi CHP’nin hâl ve gidişinden ‘samimî CHP’liler de memnun değil. Bu düşüncelerini de her fırsatta ifade ediyorlar. Baştan ifade edelim ki, CHP’nin ya da diğer partilerin ‘hâl ve gidişi’ doğrudan bizi ilgilendirmiyor. Ama arzu ediyoruz ki, her parti gibi CHP de milleti dinlesin, suları tersine akıtmaya çalışmasın ve millete rağmen iş yapanlarla kol kola girmesin. Böyle yapması hem Türkiye’nin, hem de kendisinin menfaatine olmaz mı? CHP için içeriden ve dışarıdan yapılan en büyük eleştiri, “halktan kopuk olması”dır. CHP yöneticileri zaman zaman öyle açıklamalar yapıyorlar ki, bu açıklamaların hedefinin kim olduğu noktasında şaşıp kalıyorsunuz. Buna, ‘ayağına kurşun sıkmak’ mı denilir, ‘bindiği dalı kesmek’ mi denilir; ona da millet karar versin... İsterseniz, dışarıdan bakarak CHP hakkında doğru tesbitlerde bulunanları şimdilik bir yana bırakıp, ‘içeriden’ yapılan tesbitlere bakalım. 35 yıldır CHP çatısı altında siyaset yapan ve Eylül 2007’de partideki tüm görevlerinden istifa ettiği halde halen CHP Ankara Milletvekili olan Eşref Erdem’e kulak verelim. Erdem, çok şey söylemiş ama aslında bütün sözlerini şu cümlesi özetliyor: “Kitlelerle aramızdaki kopukluğun bu denli büyük olduğunu ben ancak ayrıldıktan sonra anladım.” (Devrim Sevmay’ın röportajı, Milliyet, 8 Haziran 2009) Bir değil, belki milyonlarca kişi CHP’yi tam da bu sebeple eleştiriyor. Milletten kopuk olmak, halka rağmen halk için icraatlarda bulunmak, millet ‘Mersin’e giderken ‘tersin’e gitmek CHP’nin alâmet-i farikası/ayırt edici özelliği olmuş durumda. Bu tesbiti CHP’li olmayan her hangi birisinin yapması da önemlidir, ama ömrünü CHP’de siyaset yaparak geçirmiş tecrübeli bir ismin bu sözleri sarfetmesi herhalde çok daha anlamlıdır. CHP milletvekili Eşref Erdem başka şeyler de söylemiş, ama eğer CHP de ‘parti’ olmak iddiâsını hâlâ devam ettiriyorsa tek cümlelik bu ‘eleştiri’yi çok ciddiye almalı ve bunu tahlil etmelidir. Tabiî ki gereğini yerine getirmek için! Yoksa, “Bir CHP’li bunu nasıl söyler, o halde buna haddini bildirelim” diye hadiseye yaklaşırlarsa zarar eden yine kendileri olur. “Kürt sorunu”nda çözümün, ‘doğruyu söylerek’ mümkün olabileceğini de hatırlatan Erdem, “Doğruyu söylemek” tabirini de şöyle açıklamış: “Bir siyasi partinin lideri risk almalıdır. Riski olumsuz anlamda kullanmıyorum. Herkesin kendi iç dünyasında arzu ettiği, ama bir türlü söyleyemediği şeyi çıkıp hararetle savunabilmek, açıkça söyleyebilmektir risk almak... Koşullar ne olursa olsun tutarlı ve sürekli bir biçimde doğru bildiğinizi söylemek... O söylediğiniz şey belki bir yıl, iki yıl tepki çekebilir, ama bir süre sonra bir bakarsınız, o doğruyu herkes konuşmaya başlamış, büyük bir mutabakat oluşmuş. Meselâ bu ülkede bir lider, grup konuşmalarında beş yıl süreyle ‘Ne var arkadaşım, Türkiye bölünmüyor, bizim bölünme diye bir konumuz yok, bu noktadan kurtulalım ve artık bir araya gelip, konuşalım’ diyebilmeli.” 29 Mart’ta ilk defa MHP ile CHP arasında olağanüstü oy geçişi yaşandığını da ifade eden CHP’li Erdem, “Bu çok çok önemli bir kırılmadır. Hiçbir şekilde MHP’ye oy vermeyecek CHP seçmeni ilk kez kitleler halinde MHP’ye oy verdi” tesbitinde bulunmuş. “Özellikle 2004-2005’ten beri sanki Deniz Bey gitti, yerine başka bir Deniz Bey geldi” de diyen Erdem, bunu da şöyle açıklamış: “Konjonktür korkusu ve telkinler.” Neyse, CHP, önüne gelen bu sorgulama fırsatını değerlendirebilirse neticede millet de kazanır, devlet de. 09.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Hariç hesabına geçen” politikalar… |
Türkiye’nin gündemi iç içe ve bir şaşırtmaca yaşanıyor. Birçok konu siyasî iktidarca ortaya atılmasından medyanın gündemine getirilişine kadar politik hesaplara göre lanse ediliyor. Âdeta kamuoyunun gazı alınıyor; bazen iktidarla muhalefet, bazen kurumlar arasında, bazen hükûmetin ve iktidarın kendi içinde ve hatta bazen Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında görünürde farklı bakışlarla tartışma konusu yapılarak kamuoyu hazırlanıyor. Başbakan Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Gül’ün bir nevi münâvebeyle “rolleri” değiştirerek “iyi polis-kötü polis” oynadığı birçok hususta açıkça ortaya çıkmakta. Meselâ “mayın yasası”nın Meclis’te görüşüldüğü ve Başbakan’ın “toprakları kiralatma ve kullandırma sistemi”ne itiraz edenlere tehevvürle veryansın ettiği sırada, Cumhurbaşkanı’nın “Milletvekilleri millî menfaatlerin aleyhinde bir şeyi kabul etmezler” deyip üstü örtülü bir biçimde kamuoyunda yükselen infiâli dindirmeye çalışması, mâlum ihâleye zemin hazırlamasının bir örneği… “ROL PAYLAŞIMI”YLA OYALAMA… Rol paylaşımıyla oyalama, Türkiye’nin Ermenistan-Azerbaycan ilişkilerinde de sözkonusu. Lâkin burada roller farklı paylaşıldı. Gül’ün Türkiye – Ermenistan futbol takımlarının maçı vesilesiyle Erivan’a gitmesiyle başlayan ve Obama’nın Nisan ayı başında Ankara’da “sınır açılması” telkiniyle devam eden süreçte Ankara - Bakü hattında tırmanan güvensizliği giderme ve ortaya çıkan tepkileri dağıtma rolü bu kez Erdoğan’a düştü. Erdoğan, son Bakü ziyaretiyle Azerbaycan Millî Meclisi’nde “Karabağ işgali sona ermeden Ermenistan sınır kapısı açılmayacaktır” teminatıyla Ermenistan’ın BM ve AGİT Minsk Grubu’nun “Karabağ işgaline son verilmesi” kararlarını hatırlatıp “güvence” verdi. Dışişleri Bakanıyla gece yarısı hazırladığı ve apar-topar açıkladıkları, “yol haritası”nın hükümsüzlüğünü bizzat ifâde etti. Buna mukabil Gül hâlâ açık açık içinde “soykırım iddiası”ndan vazgeçilmesi ve Karabağ işgaline son verilmesi”nin bulunmadığı “yol haritası”nı savunmaya devam ediyor. “Bu diplomasi kimsenin aleyhine değildir; 2009 iyi bir yıl olacak, Minsk Grubu 18 yıldır niye hareketsizdi? Mevcut durumun devamı kimsenin yararına değil” diye konuşuyor. Köşk’e yakın yazarların “berbat diplomasi” olarak niteledikleri Erdoğan’ın “güvencesi”ne örtülü bir biçimde tavır alıyor. “Normalleşme”nin Obama’nın Ankara’daki telkinleri çerçevesinde çizilen “yol haritası” kapsamında kalmasını istiyor… Tezatlar ortasında Ankara’nın hangi politikalarla hareket edeceği muamması içinde, Erdoğan’ın tavrı Türkiye ve Azerbaycan halkları nezdinde bir “minâre doğrultma” ya da “kamuoyunu teskin” taktiğinin ötesine geçmediği görülüyor. Aynı “çelişki”, Gül’ün “büyük fırsat” ya da “tarihî fırsat” dediği “Kürt meselesi”nde de su yüzüne çıkmakta. “Cumhurbaşkanı 2009 iyi olacak” sözünün sorulması üzerine Erdoğan’ın, “Kötü mü olacak!” geçiştirmesinin altında da bu anlam çıkıyor. Şehid naaşları peşpeşe Anadolu’ya gelirken, Kandil’deki Karayılan’ın “ETA tipi” tanınma ve “Bask modeli” özerklik”le başlayan, en son İngiliz The Times’e “İskoç modeli”yle “Kürt parlamentosu”nu kurma önermesine karşı Ankara’nın politikaları belli değil...
“TEZATLAR”LA BELİRSİZLİK… Terör örgütü ile “Kürt meselesi” aynı mı, yoksa farklı mı? Ankara, meselenin çözümünde terör örgütünü, Kandil’deki fiilî örgüt başını ya da İmralı’daki terörist başını “muhatap” mı alacak? Bir eski MİT yöneticisinin “Öcalan’a iş düşüyor?” cümlesinin anlamı nedir? “Silâh bırakmaya” yanaşmayan Kandil’in yerli ve yabancı gazetecilerle “Silâhları sustururum, beklerim” mesajını göndermesine Ankara’nın net bir cevap vermesinin sebebi nedir? Yoksa terör örgütü ile “pazarlığa” mı girişilecek? Bu “pazarlık”ta Bağdat’ı takmayan, kendi başına Irak petrollerini ihâleye kalkışan Kuzey Irak’ın “ayrı devlet” gibi “otonom” olması sözkonusu olacak mı? Daha Bush döneminde “PKK’yı terör örgütü ve düşman!” ilân eden, ancak Ankara’nın listesini verdiği Irak kent ve kasabalarında ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşan 150 terörist elebaşından bir tekini dahi teslim etmeyen Washington ne kadar etkili olacak? Bölgedeki çıkarları ne kadar gözetilecek? Neticede bu soruların cevabı da “rol paylaşımı” ve “tezat politikalar”ın kargaşasında kayboluyor ve “büyük tarihî fırsat” zehirleniyor. Keza AB ile müzâkerelerin tıkanmasında ve diğer konularda da hep bu “rol paylaşımı”na başvuruluyor; ve bu yüzden bir türlü mesâfe alınamıyor… Ve bu durum, “müteharrik-i bizzat” olmayan ecnebilerin uzaktan üflediği “bilvâsıta müteharrik (başkasının tahrik edip yönlendirdiği) siyasetler”e âlet ettiriyor. Ülkeyi bâdirelere sürüklüyor. Okyanuslar ötesinden gelen ecnebilerin politikalarına mecbur ediyor. Kısacası, “hükümsüz irâde”yle “bütün harekâtı, bizzat hâriç hesabına geçen”, “menfî zaaf”la “hâriç cereyanın kuvvet veren “bir âlet-i laya’kıl” (akılsız - şuursuz bir âlet) olur” hakikatini tecelli ettiriyor. (Sünûhat, 64-65) 09.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Hangi Türkçe? |
Bir milletin yaşadığı kültür ve medeniyet buhranı, fikir ve edebiyat sahalarında çöküş yaşaması o milletin dilinin bozulmasıyla yakından ilgilidir. Bu bağlamda bugün yaşadığımız kültür ve medeniyet buhranından kurtulmanın bir yolu da, milleti meydana getiren maddî ve manevî unsurların başında yer alan dilin korunmasını sağlamaktır. Dilin maddî ve manevî değerleri nesillerden nesillere aktaran “kültür taşıyıcılığı” görevi de düşünüldüğünde, bir milletin varlığının devam etmesindeki önemli rolü ortaya çıkar. Dünyada pek az dile nasip olabilecek “imparatorluk dili” nitelemesini hak eden Türkçenin zenginliğini, onun “medeniyet dili” olma özelliğini, “bilim dili” olma yeteneğini kültür ve medeniyetimizin bin yıllık geleneği içinde yer almış son derece zengin edebî eserlerimizde görmek mümkündür. Bununla birlikte, İslâm ile müşerref olmamızdan bu yana zenginleşerek günümüze kadar gelen dilimizin bazı kırılma noktalarıyla bu zenginliğini yitirmeye başladığını kabul etmek ve bunun üzerinde hassasiyetle durmak gerekir. Geldiğimiz noktada dilimizin zedelendiğini, edebiyatımızın kısırlaştığını, ruhumuzun ve dünya görüşümüzün yansıdığı temel eserlerimizi yeni nesillerin anlayamadığını, eski ile yeni arasındaki köprülerin yıkıldığını görmek ve bununla ilgili ciddi tedbirler almak gerekiyor. Bu, gelecek nesillerle aramızda sağlam bağlar kurabilmek, milletimizin devamlılığın sağlayabilmek adına gereklidir. Geçtiğimiz günlerde medyada da geniş yer bulan 7. Uluslararası Türkçe Olimpiyatları “Türk kültürünün dış dünyaya tanıtılması ve Türkçenin yabancılara öğretimi” gibi bir amaca hizmet ediyor. 115 ülkeden yüzlerce öğrencinin katılarak hünerlerini sergilediği olimpiyatlar, “Kültürel değerlerin ‘insanlık’ ortak çatısı altında gün yüzüne çıkartılması ve kopuk ilişkilerin aşılarak diyalog köprülerinin kurulması aynı dili konuşmakla mümkün olacaktır” şeklinde ifade edilen genel bir amacı içinde barındırıyor. Devlet erkanının ve çeşitli çevrelerin büyük ilgi gösterdiği olimpiyatlarla ilgili çeşitli değerlendirmelerden birinde Toktamış Ateş, “Atatürk bu yarışmayı düzenleyenleri görseydi alınlarından öperdi” dedi. Buna benzer beyanları olimpiyatların başarısı olarak görenlerin dilimizin tarihi sürecinden bîhaber oluşlarını bir tarafa bırakarak, dünyanın en köklü ve zengin dillerinden biri olan Türkçenin 1928 Harf İnkılabı’yla başlayan ve Atatürk’ün de desteklediği ve sonunda uydurmacılığa dönen “öztürkçecilik-özleştirme” hareketinin dil ve kültürümüz üzerindeki yıkıcı etkisini hatırlatmakla yetinelim. Her neyse… Benim dikkat çekmek istediğim husus ise farklı bir alana işaret etmektedir. Bu işaret; tarihî, dinî ve kültürel değerlerimize yabancılaşmanın hız kazandığı bir dönemde telif edilen Risale-i Nurların diliyle ilgilidir. Bugün İslâmî bir dil kurabilme ve yeni bir söyleyiş biçimi geliştirebilme ihtiyacı her alanda kendini göstermektedir. Bu nedenle Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde düşüncesini kuran ve bu geçiş sırasında dil, kültür ve medeniyetle ilgili bütün kırılmalara şahit olan Bediüzzaman’ın dili bu noktada bir anahtar kabul edilebilir. Olimpiyatları düzenleyenlerin amaçladıkları gibi, bizi bir çatı altında toplayacak olan ortak dilin “hangi Türkçe” olacağı sorusu önem kazanmaktadır. Dilimizi, ideolojilerinin kurbanı yapan, “Türkçeyi sala bindirip sele veren” uydurmacıların Türkçesi mi, yabancı dil hayranlığıyla Türkçeyi yabancı dillerin istilasına uğratanların Türkçesi mi? Yoksa Kur’ânî terminolojisiyle yeni bir medeniyetin işaretlerini sunan ve bu yolda yeni bir dil oluşturan Risale-i Nurların dili mi? Bize göre, ortak çatı altında toplanacak insanlığın ihtiyacı bu dilin ruhunda yatmaktadır. Bu ruhla insanlığı tanıştırabiliyor muyuz? Asıl mesele budur. 09.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
‘Avrupa’da ırkçılık yükseliyor’ demek doğru mu? |
Bu hafta içinde yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinin en dikkat çekici yönü şüphesiz seçimlere katılımın düşük olmasıydı. Diğer husus ise merkez sağ partilerin ciddî farkla zafer kazanması idi. Bu sonuçların Avrupa’da ırkçılığın yükseldiği ve Türkiye karşıtlığının zafer kazandığı şeklinde yansıtılması ise gerçekle pek bağdaşır görünmüyor. Avrupa ülkelerinde AP seçimlerine katılım sadece yüzde 43 civarında... Yani Avrupa’da oy verme hakkına ve selahiyetine sahip insanların yarısından fazlası seçimlere ilgi göstermemiş bile. Dolayısıyla ortaya çıkan sonuçlardan Avrupa’da herhangi bir akımın zafer kazandığı şeklinde bir sonuca ulaşmak oldukça büyük bir sosyolojik yanılgıya sebep olur. Avrupa’da sağ dediğimiz ve esasında Hıristiyan demokrat ve liberal demokrat olarak da tabir edilen siyaset aktörlerinin sanki üzerine dayandığı tek noktanın ırkçılık ve Türkiye düşmanlığı olduğunu varsayarak böylesi bir analize girişmek, en hafifinden bize özgü megalomani ile açıklanabilir. Avrupa Parlamentosu seçimlerini Türkiye meselesi üzerinden değerlendirmek kesinlikle eksik ve yanlıştır. Avrupa’nın kendi içinde bir genişleme politikası tartışması olduğu bir gerçektir. Ancak bu mesele de başlı başına Türkiye’nin üyeliğine endeksli değildir. Avrupa’da genişleme tartışmalarının dayandığı iki temel konu vardır. Birincisi ‘Balkan ülkelerinin üyeliği’ ikincisi de ‘Lisbon sözleşmesinin kabulü’ meselesidir. Genişlemeye sıcak bakmayanların eski Yugoslavya ülkelerinin birliğe üye olacak seviyede olmadıklarını düşünüyorlar ancak esasında AB’deki genel kanı bu ülkelerin elinden AB vizyonunu almanın bölgedeki barışı olumsuz yönde etkileyeceği yönünde. Diğer taraftan ise üye ülkelerin tamamının Lisbon antlaşmasını kabul edip, AB kurumlarını güçlendirmeden yeni üye kabul edilmemesi şeklinde dillendiriliyor. Bu tartışmaların hepsi AB Dışişleri Bakanları’nın, Dönem Başkanı Çek Cumhuriyeti’nin Hluboka şehrindeki gayriresmi buluşmasında yapıldı. Tartışmalarda en çok genişleme meselesi ele alındı ve bu iki konu üzerinden yapıldı. Demek ki Türkiye’yi konunun merkezine koymak pek gerçekçi bir duruş değil. Eğer Avrupa’da meselelerin Türkiye yandaşlığı ve karşıtlığı üzerine temellendiğini varsayarsak, en çok ırkçılığın yükselişi ile anılan Fransa’da, Kızıl Dany lâkaplı Daniel Cohen-Bendit’in önemli zaferini nereye koyacağız. Evet Fransa’da Nicolas Sarkozy’nin UMP’si birinci oldu olmasına ama asıl yükselişi sağlayan ve seçimlere damgasını vuran ise Türkiye’nin üyeliğini her fırsatta destekleyen ve anamuhalefetteki sosyalist partiyi de 4 puan geride bırakarak herkesi şaşırtan Daniel Cohen-Bendit oldu. Herşey bir yana Fransa’da seçimlere katılım oranı ise sadece yüzde 40 idi... Yani Fransız seçmenin yüzde 60’ı sandıklara gitmedi... Madem aşırı sağcı seçmen Fransa’da Sarkozy’nin, Almanya’da da Merkel’in Türkiye karşıtlığına oy verdiler, o halde oy vermeyen yüzde 60 Türkiye’nin üyeliği konusunda en azından negatif bir görüşe sahip değil diyebiliriz. Çok sağlıklı olmayan bu tür çıkarımlar Avrupa’nın gerçek tablosunu ortaya koymada her zaman yetersiz kalmıştır. Bütün bunlar bir yana Avrupa Birliği hakkında ortaya atılan “Aslında AB bitmiştir, Avrupalılar bile ortak bir Birliğin gerekliliğine inanmıyor” şeklindeki görüşün ise dayanaksız olduğunu ortaya koyan bir araştırma yayınlandı geçenlerde. Viavoice enstitüsü; Fransa, Almanya, İtalya, İspanya ve İsveç’te 5 bin kişi arasında kamuoyu araştırması yapmış. Vatandaşlara, ortak başkanlık, ortak maliye ve dışişleri bakanlıkları, ortak ordu gibi konularda sorular sorulmuş. Araştırma, İtalyanların yüzde 59’u, İspanyolların yüzde 48’i, Fransızların yüzde 46’sı, Almanların ise yüzde 35’nin “daha fazla Avrupa” istediğini gösterdi. Nabız yoklamasına göre; İtalyanların yüzde 73’ü, Fransızların yüzde 64’ü, İspanyolların yüzde 63’ü, Almanların yüzde 51’i “Avrupa Başkanlığı” fikrini destekliyor. AB bünyesinde ekonomi ve maliye bakanlığı kurulmasını isteyenlerin oranı, İtalya’da yüzde 78, İspanya’da 76, Fransa’da 72, Almanya’da yüzde 57 çıktı. Avrupa dışişleri bakanlığı kurulmasını isteyenlerin oranı da; İtalya’da yüzde 76, İspanya ve Fransa’da 73, Almanya’da yüzde 62 oldu. Demek ki, “Avrupa Birliği fikri ölü bir fikir, biz de boşuna uğraşıyoruz, zira biz üye olana kadar böyle bir birlik bile kalmayacak” şeklindeki maksatlı üretilen yanılgıya asla kapılmamak gerekiyor. Her defasında Avrupa’daki Türkiye karşıtları ile Türkiye’deki AB karşıtlarının ortaklaşa ürettiği bu türden safsatalara aldanmak ve buluttan nem kapmak yerine Türkiye’nin yapması gereken reformları yapıp, hayata geçirmesi hepimizin yararına olacaktır. 09.06.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Daha sağcı bir Avrupa Parlamentosu |
Avrupa Parlamentosu seçimleri nihayet tamamlandı. Merkez sol partiler büyük bir hezimete uğrarken, Avrupalı seçmen sağcı ve muhafazakâr partilere yöneldiler. Özelikle Almanya, Fransa, İtalya, İspanya, Polonya, Avusturya, Bulgaristan, Macaristan ve Çek Cumhuriyetinde merkez sağ kesin bir zafer kazandı. Türkiye karşıtı seçim kampanyasıyla büyük başarı bekleyen Angela Merkel’in liderliğindeki koalisyon yüzde 21 ile tam bir hezimete uğradı. Aynı akibet Avusturya’da iktidarda olan sosyal demokratların lideri Werner Faymann’ı da vurdu. Türk düşmanı Sarkozy ise—sağın yakaladığı havadan yararlanarak—yüzde 28 ile önemli bir başarı elde etti. Aynı başarı tüm skandallarına rağmen, merkez sağın İtalya’daki temsilcisi Silvio Berlusconi’ye de güldü. Zapatero’nun sosyalist hükümeti ise İspanya’da hezimete uğradı. Bizi üzen sonuçlardan birisi İslâm ve Türkiye düşmanlığını kampanyasının birinci sırasına yerleştiren Hollanda’dan Geert Wilders’in yüzde 17 ile ikinci sıraya yerleşmesi oldu. İngiltere’de zaten sallanan İşçi Partisi iktidarı, bu seçimlerdeki hezimetiyle daha da büyük bir krize girdi. Solu rahatlatan ülkeler ise Portekiz, Yunanistan ve Malta oldu. Seçimin şu ana kadar açıklanan sonuçlarına göre merkez sağ 736 sandalyeli parlamentoda 270 sandalye kazanırken, sosyalistler ancak 160 sandalye kazanabildi. Seçimlere katılım oranı tüm zamanların en düşük yüzdelerinden birisiydi: yüzde 43,9. Yani 375 milyon seçmenin 210 milyondan fazlası sandık başına gitmemişti. Seçmenin Avrupa düzeyindeki kurumlara ve demokrasiye yeterince inanmadığı açıkça belli. Zaten seçilen milletvekillerine tanınan konuşma süresi iki dakika ile sınırlı. Bu meclisten bir hükümet çıkmıyor. Parlamentonun asıl görevi ise AB mevzuatının nihai onay makamı olması. Mevzuatın yasalaşması üçte iki çoğunluk gerektirdiği için de, koalisyonlar kurulması zorunlu hale geliyor. Zaten asıl yönetim de Avrupa Komisyonu ile bürokratların elinde. Zaten seçim kampanyalarında da yerel konular gündemin en önemli yerini işgal etti. Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkmak gibi hususlar ise, daha çok kendi ülkelerindeki Türk karşıtı seçmeni hedef alan manevralardı. Kırka yakın Türk adaydan şu ana kadar Almanya’dan iki, Hollanda ve İngiltere’den birer adayın Avrupa Parlamentosuna seçildiğini biliyoruz. Umarız diğer adaylar da bu başarıyı yakalar. Bu seçimlerin bizim açımızdan önemi, aşırı sağcı partilerin Avrupa Parlamentosundaki varlığının güçlenmesi ve AB’ye giriş sürecimize muhalefetin artması. Avrupa’da beş milyon civarındaki Türk’ün vatandaşlık ve siyasal katılıma yeterli önemi vermemesi, seçimlerdeki etkimizi azaltıyor. Temennimiz bu katılımın gittikçe artması ve tüm Avrupa kurumları ve yapılarında bizi temsil eden, Türk kökenli Avrupalıların bulunması. Seçim sonuçları tüm Avrupalı Türklere hayırlı olsun. 09.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Kani Karaca’nın ardından... |
Geçen hafta 29 Mayıs günü Türk Müziği ve dinin müziğimizin en önemli seslerinden, ustalarından birinin vefat yıldönümüydü. Acı haberi bir program vesilesiyle, diğer müzisyen arkadaşlarımızla Almanya da iken almıştık. 5 yıl önce mayıs ayının 29. günüydü. “Kâni Hoca’yı da kaybettik, duydunuz mu?” dedi neyzenimiz Ahmet Gürsel. Türk Müziği ve Dini Musiki’miz son dönemin en büyük kayıplarından birini daha vermişti. Bu tarihten 2 ay önce değerli musikişinas, şair Memduh Cumhur Bey’le görüşürken Kâni Hoca’nın ağır hasta olduğundan bahsetmiş bazı hatıralarını paylaşmıştı benimle. Demek mukadder sonu çok uzak değilmiş. Hafızamda ve kulağımda kendine has o nefis üslubuyla okuduğu Kur’an–ı Kerim ve naatları kaldı. Aşağıda 9 yıl önce Hürriyet Gazetesi’nin kendisiyle yaptığı röportajdan bir bölümü okuyacaksınız. Orada bir sanatçının dile getirmek zorunda kaldığı sıkıntıyı ve serzenişi de göreceksiniz. Kâni Karaca gibi bir sanatkâra “Üç kuruş için takla atıyoruz. Aç mısın diye soran yok” dedirtmemeliydi bu toplum. Kötümserlik olarak algılanmasın ama toplumumuzun, devletimizin ve kurumlarımızın bu ilgisizliği sürdükçe gerçek sanatkârlardan, daha çok bu acı sözleri duyarız. Neyse bakalım Kâni Hoca merhum neler demiş: “Klasik müzikte iyi bir üstadın tavrını elde edeceksiniz. M. Nurettin’i beğendiyseniz onun tavrını elde edene kadar çalışacaksınız. Mâkam ve nazariyatı öğrenmek ayrı ayrı şarttır. Usullerde ritm kabiliyeti olacak. Eskiden bir İstanbul tavrımız, şivemiz vardı. Bu şiveyi tatbik ederken Kur’an’da tecvit ve talim usulü hocadan öğrenilir. Makam tatbikatını yaparken kelimeleri ezip bükmemek makam yapmamak lazımdır. İyi Kur’an okuyan birçok arkadaşım var. Ama makam bilmezler. Yunus Balcı,Muharrem Aslantürk, Fatih Çollak, bunlar ehli Kur’an’dırlar. Zamanımızın iyi hafızlarıdır. Arapların tavrı vardır ki kimse bunu taklit edemez. Ederse Kur’an’ın halâvetini bozar. Her kimse,bu şiveyi taklit etmesi için iyi bir Arap hafızından tavır elde etmesi radyodan onların nasıl Kur’ân okuduklarını dinleyerek gırtlağına vasıl olması lazım. Öyle bir ortamda çıktık ki… Dede Efendi çilekeşlik yaparmış. Karısı çoluk çocuğu yakınırmış. ’Bize bir faydan yok diye. Bestekârlığa başlamış. İlk şarkısı ‘Zülfündedir benim bahtı siyahım’, padişah 2. Mahmud’un huzurunda okunmuş. Dede Efendiyi buldurtmuş ve bir kese altın vermiş. Evdekiler saymakla bitirememiş. O zamanki ortamda olsaydık elimiz soğuk sudan sıcak suya girmezdi. Üç kuruş için takla atıyoruz. Aç mısın diye soran yok…’’ Geçen hafta 29 Mayıs günü Türk Müziği ve dinin müziğimizin en önemli seslerinden, ustalarından birinin vefat yıldönümüydü. Acı haberi bir program vesilesiyle, diğer müzisyen arkadaşlarımızla Almanya da iken almıştık. 5 yıl önce mayıs ayının 29. günüydü. “Kâni Hoca’yı da kaybettik, duydunuz mu?” dedi neyzenimiz Ahmet Gürsel. Türk Müziği ve Dini Musiki’miz son dönemin en büyük kayıplarından birini daha vermişti. Bu tarihten 2 ay önce değerli musikişinas, şair Memduh Cumhur Bey’le görüşürken Kâni Hoca’nın ağır hasta olduğundan bahsetmiş bazı hatıralarını paylaşmıştı benimle. Demek mukadder sonu çok uzak değilmiş. Hafızamda ve kulağımda kendine has o nefis üslubuyla okuduğu Kur’an–ı Kerim ve naatları kaldı. Aşağıda 9 yıl önce Hürriyet Gazetesi’nin kendisiyle yaptığı röportajdan bir bölümü okuyacaksınız. Orada bir sanatçının dile getirmek zorunda kaldığı sıkıntıyı ve serzenişi de göreceksiniz. Kâni Karaca gibi bir sanatkâra “Üç kuruş için takla atıyoruz. Aç mısın diye soran yok” dedirtmemeliydi bu toplum. Kötümserlik olarak algılanmasın ama toplumumuzun, devletimizin ve kurumlarımızın bu ilgisizliği sürdükçe gerçek sanatkârlardan, daha çok bu acı sözleri duyarız. Neyse bakalım Kâni Hoca merhum neler demiş: “Klasik müzikte iyi bir üstadın tavrını elde edeceksiniz. M. Nurettin’i beğendiyseniz onun tavrını elde edene kadar çalışacaksınız. Mâkam ve nazariyatı öğrenmek ayrı ayrı şarttır. Usullerde ritm kabiliyeti olacak. Eskiden bir İstanbul tavrımız, şivemiz vardı. Bu şiveyi tatbik ederken Kur’an’da tecvit ve talim usulü hocadan öğrenilir. Makam tatbikatını yaparken kelimeleri ezip bükmemek makam yapmamak lazımdır. İyi Kur’an okuyan birçok arkadaşım var. Ama makam bilmezler. Yunus Balcı,Muharrem Aslantürk, Fatih Çollak, bunlar ehli Kur’an’dırlar. Zamanımızın iyi hafızlarıdır. Arapların tavrı vardır ki kimse bunu taklit edemez. Ederse Kur’an’ın halâvetini bozar. Her kimse,bu şiveyi taklit etmesi için iyi bir Arap hafızından tavır elde etmesi radyodan onların nasıl Kur’ân okuduklarını dinleyerek gırtlağına vasıl olması lazım. Öyle bir ortamda çıktık ki… Dede Efendi çilekeşlik yaparmış. Karısı çoluk çocuğu yakınırmış. ’Bize bir faydan yok diye. Bestekârlığa başlamış. İlk şarkısı ‘Zülfündedir benim bahtı siyahım’, padişah 2. Mahmud’un huzurunda okunmuş. Dede Efendiyi buldurtmuş ve bir kese altın vermiş. Evdekiler saymakla bitirememiş. O zamanki ortamda olsaydık elimiz soğuk sudan sıcak suya girmezdi. Üç kuruş için takla atıyoruz. Aç mısın diye soran yok…’’ Karaca’dan bir anı 1965’te Hicaz’a gitmeden evvel İstanbul’da İslâm ülkelerinden delegeler ve Mekke’nin ileri gelenleriyle dini sohbet yaptık. Arap tavrıyla Kur’an okudum. Mekkeli ve buranın Vehbi Koç’u gibi olan Hac Bakanı da vardı. Dedi ki ‘Türkiye’ye gelip böyle bir hafızla karşılaşacağım aklıma gelmezdi. ’Beni hacca davet etti. Alem-i Rabıtatü’l-İslam isimli bir toplantı, Kral Faysal’ın sarayında yapıldı. O toplantının açılışında Kur’an-ı Kerim’i bana okuttular. Arap tavrıyla okudum. Çok beğendiler. Hâlâ Cidde Radyosu’nda okuduğum Kur’an yayınlanıyor. 09.06.2009 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Evlenilmesi sakıncalı kişilikler? - 4 |
* İnatçı ile evlenmeyin: İslâma göre diğer menfî duygular gibi inat da, güzel ve iyi alışkanlıklar kazanmak için verilmiş, sebat anlamında kullanılması gereken bir duygudur. Meselâ nefis ve şeytana inat, “Namaz kılacağım, faydalı kitaplar okuyacağım, hak ve hakikat için mücâdele vereceğim, hak yoldan ayrılmayacağım!” şeklinde kullanılırsa, insan kazanır. Bu şiddetli duygu önemsiz, geçici, yok olucu işlere karşı kullanılırsa, hem ferd, hem de sosyal hayatı tahrip eden, muzır bir haslete dönüşür; felâkete kapılar açar. Akıllı bir mü’min, duygularını kontrol ve kanalize edebilen mü’mindir. İnat duygusunu da müsbet yolda kullanmayı bilir. * Müstehcen/açık saçık ile evlenmeyin: Müstehcenlik, erotizm başta ferd olmak üzere, âile ve toplumu mahveden en dehşetli kirliliklerdendir. Açık ve saçıklığın, kıskançlığı tahrik ettiği bir vâkıa. Müstehcenlik, insanların meşrû ve helâle karşı olan kuvve-i şeheviyelerini kırar. Bunun dehşetli neticeleri, müstehcenliği tercih edenlerin hayatı incelendiğinde görülür. Müstehcenlik, doyumsuzluğu getirir. Doyumsuzluk içinde kıvrananların ise, cinsî sapmalara düşme ve düşürme riskleri çok büyük. Açık-saçıklık, insanın mânevî duygularını köreltmekle kalmıyor, insanları cinsî sapıklıklara da itiyor. Bir insanın, uzun bir müddet veya hayat boyu müstehcen bir ortamda bulunması; onun “cinsî iktidarını” ya zaafa uğratıyor veya yok ediyor. Bu sefer, eşler şehevî duygularını meşrû çerçevede tatmin edemiyor. Mânevî ve sosyal bir bağ, bir sınır, caydırıcı bir engel de yoksa sapık ilişkiler bataklığına itiyor. Gerek inanç, gerek kültür, gerek iklim, gerekse “sınırsız hürriyet” anlayışı müstehcenlik ve sâir kötü alışkanlıklara karşı herhangi bir kayıt getirmiyor. Serseri mayınlar gibi ortalıkta dolaşan hevesâtın hangi hastalığı saçacağı, hangi hayata ne şekilde son vereceği belli değil. Yapılan araştırmalar, hormonların, insanların aklî dengelerinde sarsmalar meydana getirdiğini gösteriyor. Hormonları da müstehcenlik olumsuz yönde etkiliyor. * Müsrif ile evlenmeyin: İsraf, saçıp-savurmak, ihtiyaç olmadığı halde rastgele harcama yapmaktır. Hiçbir servet, israfa dayanamaz. İsraf, rastgele, plansız, aşırı ve yersiz tüketmektir. İsraf, ni’meti hafife almak demektir. Allah’ın muntazam bir üretim fabrikası olan kâinat, durmadan çalışıp mu’cizevârî üretim yaparken, israf bunun değerini idrâk etmemek, o çarkların aksine hareket ve şükürsüzlük etmek demektir. İsraf sadece yeme-içme’de değil, duygularda ve vakitde de ortaya çıkar. Duygularını yerli yerinde kullanmayanlar; zamanını boşa harcayanlar da en büyük israfı irtikâp ederler… Krizlerin ana sebeplerinden birisi de israftır. Hatta, kavgaların, yaralamaların ve cinayetlerin de sebebidir israf. 2009 Haziran’ının ilk günlerinde Türkiye; Adana’da bir apartman dairesinde, aynı aileden 3’ü çocuk 8 kişinin öldürülmüş olarak bulunmasıyla sarsıldı. Hadiseyle ilgili değerlendirmelerini kamuoyu ile paylaşan Adana Valisi İlhan Atış, “Olayın sosyolojik boyutları var. İsraf, fazla borçlanmak, kredi kartına yüklenmek, onu ödemek için eşten dosttan aileden yardım istemek var. Ailenin buna bir ‘hayır’ cevabı var ve mecburen bir dışlanmışlık var. Bu sorun ailelerde birbirlerine karşı bu tip davranışları sergilemelerine sebep oluyor. Bu toplumsal bir problem’’ diye konuştu. İşte israfın görünen dehşetli yüzü! Ya görünmeyenleri… 09.06.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Sorun değil, yara |
Adına her ne kadar "irtica ve bölücülük sorunu" denilse de, esasında bunlar Türkiye'nin birer sosyal yarasıdır. Evet, Türkiye'nin mazisi yüz yılı aşan iki büyük sosyal yarası vardır. Bunlardan biri, adına bazı çevrelerce "irtica" denilen, gerçekte ise din ve dindarları karalama yaftası olarak kullanılan müzmin bir yaradır. Bu yarayı sürekli şekilde kaşıyarak, kabuk bağlamasını kasten engelleyenler var... Diğer yara ise, "bölücülük" tâbiriyle yaftalanmış. Bazıları bunu ısrarla "Kürt sorunu" diye isimlendirir. Her şeyden önce, tesbit ve teşhis doğru olmalı. Aksi halde, netice akim kalır. Bize göre, bu her iki meseleyi de "sorun"dan ziyade birer "yara" olarak görmeli, öyle tâbir etmeli. Bunları birbirine karıştırmamalı. Zira, sorun başka, yara başka şeydir. Sorun "çözüm" ister, yara ise "tedâvi." Türkiye'nin, esasında ne irtica, ne de bölücülük diye bir sorunu var. Geçmişte de hiç olmamıştır. Halen de, millet nezdinde bu tür sorun ve sıkıntılar yoktur. Bunlar sonradan icat edilmiş ve hatta kasıtlı bir şekilde yapılan çarpıtma ve yönlendirmelerle zihinler bulandırılmak istenmiştir. Türk milleti, bin yılı aşkın zamandır İslâmiyet dinini seçmiş ve Müslüman olmuştur. İrticanın ömrü ise, buna nisbeten çok kısadır; bu yafta, yüz sene önce piyasaya sürüldü. Dokuz yüz sene müddetle hiç görünmeyen ve olmayan bir "sorun", nasıl oldu da 1909'da büyük bir gürültüyle ortaya çıkıverdi? Demek ki, bu sonradan ve maksatlı bir şekilde icat edilip tedâvüle sokulmuş sanal bir "sorun"dur. Keza, diğer mesele için de benzer şeyleri söylemek mümkün. Meselâ: Bin yıl müddetle Türklerle içiçe yaşayan, onlarla din kardeşliği ve cihad arkadaşlığı dairesinde bulunan Kürtler, nasıl oldu da birden bire "bölücü" olup "sorun" teşkil etmeye başladılar? Demek ki, bu işin içinde de başka bir iş, bambaşka bir maksat var. O halde, bu meseleler konuşulurken, maksatlı tuzaklara düşmemek için, çok dikkatli davranmak gerekir. Adına ne denilirse denilsin, esasında dindarlar ve Kürtlerle ilgili sıkıntılar eşzamanlı olarak ortaya çıktı. "İrtica" yaftasının piyasaya çıkış tarihi "31 Mart Vak'ası", yani 1909 yılı ortaları. Siyasî ve ideolojik Kürtçülük hareketi de, yine aynı Meşrûtiyet yıllarında doğdu. O tarihlerde hükümferma olan politikalar ise, "bozuk ve mason İttihatçılar"ın icadından başka birşey değil. Meşrûtiyet nimeti sayesinde iktidara gelen İttihatçılar, en evvel meşrûtiyetin canına okumakla işe başladılar. Fikren ve siyaseten kendilerine muhalif olanlara hayat hakkı tanımadılar, tetikçileri kullanarak birçok mâsumun kanını döktüler. Hürriyete, meşrutiyete samimi taraftar olan kendi adamlarını dahi öldürmekten (Resneli Niyazi Bey gibi) çekinmeyen müstebit İttihatçılar, dindarlara kan kusturacak bir tertibin içine girdiler: "31 Mart Vak'ası." Bunda da başarılı olup devletin dizginini ele geçiren İttihatçılar, bu kez bir "Türkçülük–Turancılık" yaygarası kopardılar ki, artık gayr–ı Türk olarak bilinenlerin vay haline... Bozuk İttihatçıların hem İslâmiyet, hem de Türklük milliyetine tamamen zıt, ırkî ve frengî yönü ağır basan politikaları, ne yazık ki onlarla birlikte tarihe gömülmedi; bu politikalar, sonradan kurulan Cumhuriyet dönemi hükümetlerinde de aynen devam etti. Hem de, çok daha koyu, katı ve katmerli bir şekilde... İşte, İstiklâl Harbi günlerinde tam da iltiyam buldu, iyileşti, kabuk bağladı derken, söz konusu yaralar, 1923'ten sonra ne yazık ki tekrar deşildi; üstelik, o yaralara adeta tuz basarcasına şiddetli kanamalara sebebiyet verdi. 1924 Mart'ında medreselerin kapatılmasıyla birlikte, gerek dindarlara ve gerekse Kürtlere en ağır darbe vurulmuş oldu. Bir başka tabirle, iki büyük yara en derin yerinden hançerlenerek, ortalık kan revan edildi. Medreselerin kapatılması ve dinî tedrisatın yasaklanması, esasen nesillere hayat veren mânevî ana damarın kesilmesi, yahut kurutulması anlamını taşıyordu. Böyle yapmakla, dinsiz bir nesil yetişsin isteniliyordu. Neyse ki, Allah'ın lütfuyla, bir iman ve dini ihyâ hareketi olan Risâle–i Nur nesillerin imdadına yetişti de, o hayatî damar tekrar yeşermeye başladı. Medreseleri kapatmak, öte yandan Kürtleri de cehalet karanlığına mahkûm etmek demekti. Zira, onların yegâne ilim ve irfan kaynağı medreselerdi. İş, bu fenâlığı yapmakla da kalmadı; bin yıldır Türklerle "sorun"suz şekilde yaşayan Kürtlerin dilini red ve milliyetini inkâr politikaları—"Türkçülüğün" bir gereği olarak—yeni devlet yapısının temel harcı haline getirildi. (Bkz: 29. Mektup, 6. Kısmın Zeyli, Es'ile–i Sitte, s. 417.) İşte, söz konusu yaralar, bu şekilde ve bu merhalelerden geçilerek açıldı. Tedâvisi yapılmayınca da, zaman içinde müzminleşti, kronik bir hal aldı. Şimdi, kronikleşmiş duruma gelen bu yaralara kimileri "sorun" diyor: İrtica sorunu, Kürt sorunu... Evet, sorun gibi görünmekle birlikte, esasında bunlar hatalı devlet ve hükümet politikalarının bir neticesidir. Dolayısıyla, devletin kendi eliyle açmış olduğu yaralardır bunlar. Yaraların sarılması da, haliyle yine devlet ve hükümetlerin eliyle olacaktır. Zira, devletin veya toplumun içinde herhangi bir ayrışma söz konusu değildir ki, ortada farklı kesim veya tarafları çağrıştıran bir "sorun" olsun. Sorunlar, daha ziyade millet ve memleket harici bağlantılarla ortaya çıkar; çözümler de ona göre şekillenir. O halde, memleket dahilindeki durum, olsa olsa bir sıkıntıdır; yani bir rahatsızlık, bir hastalık veya açılmış bir yaradan ibarettir. Ki, tedâvi de, tesbit edilen o rahatsızlık unsurlarına göre yapılır.
Tarihin yorumu 9 Haziran 1910
Cinayetler
Sadâ–yı Millet isimli gazetenin başyazarı Ahmed Samim Bey, İstanbul'da meçhûl failler tarafından vurularak katledildi. (9 Haziran 1910) Cinayet, her ne kadar "faili meçhul" şeklinde resmiyete geçildi ise de, bu hâdise, halk tarafından muhaliflerini "Makedonya komitacılığı" tarzıyla sindirmek isteyen "İttihad ve Terakki"ye bağlı tetikçilerin işlediği siyasî cinayet serisinin yeni bir halkası olarak değerlendirildi. Nitekim, bundan bir yıl evvel (6 Nisan 1909) Serbestî gazetesi başyazarı Hasan Fehmi ve bir yıl sonra ise, gazeteci Zeki Bey yine aynı tarz işlenen cinayetlerle vurularak öldürüldü. İşlenen cinayetlerin ve bilhassa dindarlara yapılan baskıların, ülkede yegâne söz sahibi olan İttihatçılardan başkasının yapmasına imkân ve ihtimal verilemiyor. 09.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Belâ ve musibetlere set çekmek |
İNSANIN en büyük emeli, huzur ve mutluluk içinde yaşamaktır. Huzuru ve mutluluğu verecek olan ise Allah’tır. Çünkü dünya misafirhanesinin kanun ve kurallarını O koymuş, rahat bir hayat sürmenin yollarını O göstermiştir. Biz Onunsak, kâinat Onunsa bize Onun koyduğu kanun ve kurallara uymaktan başka ne düşer? İnsanın sonsuz arzu ve emelleri vardır. Ancak bunları elde edebilecek güç ve imkâna sahip değildir. Sayısız belâ ve musibetlere de maruzdur. Ancak bunlardan kurtulabilecek, üstesinden gelebilecek güçte de değildir. Onun için gücü, ilmi, zenginliği sonsuz olan Rabbine sürekli yönelme, Ondan yardım dilemeye muhtaçtır. Peki, Onun yardımına nasıl kavuşulur? Bir âyette, “Ey iman edenler! Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz O da size yardım eder ve size sebat verir”1 buyurularak Onun yolunda olmak, dinine hizmet etmek Onun yardımına kavuşmanın bir sebebi olarak gösterilmektedir. Kur’ân’ı, İslâmı öğrenmek ve onu neşretmek için gayret içine girmek Onun dinine yardım etmek ve Allah’ın yardımına müstehak hale gelmek demektir. Bu yapılan iş aynı zamanda bir sadakadır. Allah Resûlü (asm), bir hadislerinde, “İnsanlar ilmi neşretmekten daha faziletli bir sadaka vermemişlerdir,”2 “En üstün sadakanın bir Müslümanın ilim öğrenip onu başkalarına anlatmasıdır”3 buyurmuşlardır. Allah’ı, Peygamberini, Kitabını, kısacası dinle, imanla ilgili ilimleri neşretmek hiç şüphesiz sadakaların en üstünüdür. Sadakanın belâ ve musibetlere karşı birer paratöner olduğunu da biliyoruz. Sadaka insanı kötü ölümden ve gazab-ı İlâhîden korur.4 “Belâ sadakayı aşıp gelemez.”5 Kur’ân’ın asrımıza ve gelecek asırlara bakan hakiki, kuvvetli ve tesirli bir tefsiri olan Risâle-i Nur da önemli manevî bir sadakadır. Onun âfâtın def’ine sadaka gibi vesile olduğuna, ona yapılan hücum ve hizmetlerini engellemenin ise, âfâta karşı olan müdafaasını zayıflaştıracağına dikkat çeken Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ona ilişmenin yakında bekleyen belâların sel gibi yağmasına sebep olacağını tekrar tekrar hatırlatır ve ne zaman Risale-i Nur’a ve talebelerine ilişilmişse, bir felâketin, bir musibetin geldiğini belirtir.6 Afyon hükümet, zabıta ve mahkemesine arz ettiği birkaç maruzatından biri de çeşitli felâketelere karşı set çeken Risale-i Nur’la uğraşılmasının yanlışlığını hatırlatmaktı. Bu hususta Denizli Mahkemesinde şunları söylemişti: “Mahkeme-i kübrâda milyarlar ehl-i îman olan dâvâcılar tarafından, Kur’ân hakîkatlerine hizmet eden Nur Talebelerini mahkûm ve perişan etmek isteyenlerden ve sizlerden sorulsa ki, ‘Serbestiyet kanunuyla dinsizlerin, komünistlerin neşriyatlarına ve anarşîliği yetiştiren cemiyetlerine müsâmahakârâne bakıp ilişmediğiniz halde, vatanı ve milleti anarşistlikten ve dinsizlik ve ahlâksızlıktan ve vatandaşlarını ölümün îdâm-ı ebedîsinden kurtarmaya çalışan Risâle-i Nur talebelerini hapisler ve tazyiklerle perişan etmek istediniz’ diye sizlerden sorulsa, ne cevap vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.” Bu savunma üzerine o insaflı, adâletli zâtlar Beidüzzaman ve talebelerini berâet ettirmiş, adliyenin adâletini göstermişlerdi.7 Çeşit çeşit musibetlere set olan böylesine kudsî hizmetlere düşman kesilmek, hizmetlerini engellemek aynı zamanda binilen dalı kesmek, musibetlere davetiye çıkarmak olmaz mı?
Dipnotlar: 1- Muhammed Suresi: 7. 2- Feyzü’l-Kadir, 6:287. 3- İbni Mâce, Mukaddime: 20. 4- Tirmizî, Zekât: 28. 5- Feyzü’l-Kadir, 3:195 (H. 3122). 6- Tarihçe-i Hayat, s. 543. 7- A.g.e., s. 485. 09.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Muhtelif sorular |
Afyon’dan okuyucumuz: “Okuma programları için bir hafta süreyle değişik illere gidiyoruz. Öğrenciler soruyorlar: ‘Seferî miyiz?’ diye. Namazı tam kılmamız mekruh mudur?”
Seferde ihtiyaç yoksa namazı tam kılmak günah olmadığı gibi, mekruh da değildir. Çünkü burada emre itaatsizlik yoktur. Konuyla ilgili emir şöyledir: “Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size bir kötülük etmesinden korkacak olursanız, namazdan kısaltmanızda size bir günah yoktur.”1 Bu âyette seferde ihtiyaç varsa namazı kısaltmaya izin verilmiştir. İhtiyacı olmayıp da namazı kısaltmayanlara günah işledikleri veya ibadetlerinin mekruh olduğu söylenilmez. Nitekim Şafiî mezhebinde namazı kısaltmak kişinin tercihine bırakılmıştır. Hanefî mezhebine göre mekruh olan, yolda namazı kısaltmaya izin verilmişken, verilen bu genişlikten bilhassa dar zamanlarda yararlanmayıp darlık ve zorluk içinde namaz kılmaktır. Çünkü insan kendisini namaza veremeyecek, içinde bulunduğu yol endişesi, korku ve tehlike gibi zorluklar namazdaki huzurunu bozacaktır. Nitekim abdest bozma ihtiyacı varken namaz kılmak da, akşam yemeği hazırken namaza durmak da yine bundan dolayı mekruhtur. Çünkü abdest bozma ihtiyacı hisseden kişi namazda huzursuz olacağı gibi, aç kişi de namazda yemekle meşgul olacaktır. Bu örneklerde olduğu gibi, keza, otobüsü kaçırma endişesi yaşayan seferî birisinin, bu sırada namazını kısaltmayıp tam kılması yol endişesini arttıracağı ve namazdaki huzurunu bozacağı kesindir. O halde seferde ihtiyaç varken bu Kur’ân izninden yararlanmalıdır. Fakat kişi yolda endişe yaşamadığında veya varacağı şehre ulaştığında, kaldığı bir haftalık süre içinde ihtiyaç hissetmediği zamanlarda namazını tam kılabilir. Bunda hiçbir sakınca ve günah yoktur. Mekruh da değildir. Namazını dilerse tam kılabilir ve tam kıldığı takdirde namazı sahihtir. Bu kişinin, sefer illeti varken, ruhsatın kendisi için devam ettiğini bilmesi yeterlidir. Çünkü ihtiyaç hissettiğinde namazı kısa kılma ruhsatı saklıdır. *** Erdal Bey: “Hizbü’l-Envari’l-Hakaikı’n-Nuriye’yi Arapça esasından okurken mânâsını bilemediğim için bir derece gaflet içerisinde okuyorum, zihnim başka şeyler ile meşgul oluyor. Fakat böyle okumak duânın şartlarına, icaplarına, gereklerine uygun olmadığını düşünerek soruyorum, acaba onun yerinde Türkçe tercümesi okunması daha efdal olmaz mı? Cenâb-ı Hakkı nasıl tesbih ve tahmid ettiğimi bilerek ondan ne istediklerimi anlayarak Türkcesini Arapça aslının yerine okusam, daha içten daha samimi dua etmiş olmaz mıyım?”
Bediüzzaman Hazretleri, “Gafletle yapılan zikirler dahi feyizden hâli değildir” der. Yani zihnimiz başka şeylerle meşgul olsa da, okuduğumuz duâdan feyiz alan duygularımız vardır. Çünkü insan sadece akıldan ibaret değildir. İnsanın, duâdan feyiz alma noktasında, zihnî farkındalık istemeyen duyguları da mevcuttur.2 Öte yandan Hizbü’l-Envari’l-Hakaikı’n-Nuriye’de kaydı geçen birçok metin ya doğrudan vahiydir, ya da vahye dayalı olarak ehil âlimlerce tanzim edilen metinlerdir. Bu metinler bizim dert ve ihtiyaçlarımızı, suâl ve duâlarımızı en güzel ifâde edecek biçimde Arapça olarak tanzim edilmişlerdir. Arapça okuma sıkıntısı çekmiyorsak, bu metinleri Arapça olarak okumak duâ ve niyaz derinliği vermesi açısından daha efdaldır. Çünkü tercümeler ne kadar mükemmel de olsa, beşerîdir, eksik ve kusur düşebilir. İlâveten, yine duâ makamında Türkçe tercümesini de okumamızda şüphesiz hiçbir sakınca yoktur. Fakat Arapça okuma sıkıntımız varsa, bu duâları sâir dillerde de okuyabiliriz. Bu durumda okuyabildiğimiz her dil duâ dilidir. *** Bayan okuyucumuz: “Münacatü’l-Kur’ân’da secde âyeti var mıdır? Varsa hangi âyetlerdir?”
Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle Münacatü’l-Kur’ân, “Çok parlak ve çok kıymettar ve sevabı çok yüksek ve Kur’ân’ın harika belagatındaki i’câzın lem’alarını taşıyan emsâlsiz bir münacattır.” Hazret-i Osman Efendimiz (ra) Kur’ân ayetlerinden tanzim etmiştir. Hazret-i Ali Efendimiz (ra) de rivayet etmiştir. Cevşen ve Celcelutiye gibi gayet kudsî ve âyetlerin sarih lafızları ile yapılmış olması cihetiyle onlardan daha yüksek bir münacattır. Münâcâtü’l-Kur’ân’da iki adet secde âyeti vardır. Bunlar okunduğunda secde yapmak vaciptir. Bu âyetler şunlardır: 1- “Nahl” başlığı ile verilen âyetlerin ikincisi secde âyetidir. Bu âyet Nahl Sûresinin 49. âyetidir. 2- “Neml” başlığı altında verilen âyetlerin ilki de secde ayetidir. Bu âyet de Neml Sûresinin 25. âyetidir.
Dipnotlar: 1- Nisâ Sûresi: 101 2- Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 140 09.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Hakan YALMAN |
|
Yeni dünya düzeninde Nur Talebeliği |
Obama’nın geldiği andan itibaren ve Amerika devlet başkanı olmadan önceki ifade ve yaklaşımları, dünyanın geldiği yeni dönüm noktasını ortaya koyan işaretler içermektedir. Artık bütünleşme ve birlik arayışlarının revâç bulacağını, savaş ve toprak kavgasının herkes tarafından nefretle karşılanacağını tüm insanlığın görmesi lâzım. Farklılaşma, yaşadığımız âlemin fıtrî bir sürecidir. Vücut bulan her şeyde bir farklılaşma ve kimlik oluşturma süreci gözlenmektedir. Bu canlı ve cansız bütün varlıklarda konumuyla bağlantılı bir şekilde hep vardır. Bütün varlıklar, fıtrî olarak bu farklılaşma sürecinin ardından bütünleşme ve organizasyon süreci yaşarlar. Mülk boyutunda, kâinatın yaratılışı, gezegenler ve yıldızlarla galaksilerin oluşumu, dünyanın oluşumu ve dünyadaki bütün canlı bedenlerin vücuda gelmesi hep farklılaşmayı takip eden bütünleşmeler ve organize oluşlar şeklinde yaratılmaktadır. Dünya coğrafyasını oluşturan faklı ırklar, kültürler, millî kimlikler, coğrafyalar ve dinler bu farklılaşma sürecinin sosyal hayata yansıması olmalıdır. Aynı şekilde bu günlerde dünya gündeminin başlarında yer alan Avrupa Birliği ve küreselleşme gibi olaylar sosyal hayatta artık farklılaşma sürecinin yerini organize olma ve bütünleşme sürecine bıraktığının işaretleri olmalıdır. Farklılaşma aslında bir tür kimlik oluşturmadır. Kimliğini sağlam bir şekilde oluşturmuş ve özgüven kazanmış fertler diyalog ve bütünleşmeye karşı olmayan, hatta bilakis taraftar olan bir tavır sergilerken, kimliğini netleştiremeyen her unsur diyaloglara kapalı, muhafazacı ve marjinalleşme eğiliminde bir tavır ortaya koyar. Diğer unsurlarla bir araya gelince kendi kimliğinin zarar göreceği veya kaybolacağı endişesi ile içe kapanmış ve kendi içinde tanımlanmış bir kimlik oluşturma eğilimindedir. Bu hâlin psikodinamik alt yapısında, güvensizlik, kendinden emin olamama, benliğini zayıf görme gibi haller yatıyor olmalıdır. Oysa iyi tanımlanmış kimlikler, bir bütünün ve organizasyonun parçası olmaya aday ve kendi kimlikleri ile bütünün içinde yer alabilecek kadar kimliklerini netleştirmiş, kaybolma, bütün içinde yok olma endişesi taşımayan bir haldedirler. Kısacası, kimliğini iyi ve sağlıklı tanımlamış her unsur, artık diyalog ve bütünleşme şeklindeki fıtrî sürece adaydır. Bundan sonra, kaybolma ve yok olma endişeleri ile kendi alanını iyice belirginleştiren ve içe kapanan bir sürece girme ihtiyacı hissetmez, sağlam bir benlik oluşturmanın verdiği emniyet hâli vardır. Ülkemizde özellikle ırk ve din anlamında farklı kimlik sahibi unsurların bu güne kadar farklılaşma sürecini yaşadıkları gözlenmektedir. Bu bir anlamda farklı kimliklerinin netleştirilmesi ve belirginleştirilmesi sürecidir. Bu süreç ihtiraslar, ben-merkezli, kuşatıcı ve emperyalist arzulardan uzak tutulduğu sürece birlik ve bütünlük açısından olumlu bir gelişme olmalıdır. Kendinden emin kimlikler esnek ve tahammüllü, diğer kimliklerle organize olabilme kabiliyeti de artmış bir yapı sergilerler. Her türlü diyaloğa, kimlik tanımları ile uyumlu her bütünleşmeye açıktırlar. Bu anlamda ülkede oluşan farklı ve zengin kültür mozayiğinin her unsuru, artık farklılaşma ve kimlik oluşturma sürecini tamamlamış olmalıdır. Bundan sonra diğerlerini de kendine benzetmek yerine onları da kendi kimlik ve farklılıkları ile kabul edip bir organizasyon ve bütün oluşturma süreci başlamalıdır. Bunun aksi yöndeki tavır ve arayışlar fıtrî sürece uymamaları nedeniyle kaybolma ve yok olma tehlikesi ile karşı karşıya geleceklerdir. Bu ülkenin farklılıkları ve sosyal mozayiği içinde önemli bir yer tutan İslâmî gruplar ve onların içinde hayatî bir konumda bulunan Nur talebeleri de bu gidişi okumalı ve bu güne kadar oluşturmaya çalıştıkları alt kimlikleri netleştirdiklerini, ya da netleştirmiş olmaları gerektiğini düşünmelidirler. Âlemin fıtrat lisanı artık bütünleşme, organize olma ve kimliğini muhafaza ile bütün içinde yer alma sürecinin başladığını ortaya koymaktadır. Kâinat kitabında bu fıtrî lisanı okuyamayıp kapanarak ve diyalogları keserek kendilerini muhafazaya çalışanlar, fıtrî işleyişin güçlü çarkları arasında ezilme ve bilakis yok olma süreci ile yüz yüze geleceklerdir. Günümüzde ittihad-ı İslâm, ittihad-ı insan şeklini alma istidadında ortaya çıkmış gibidir. Artık kimlik oluşturma ve netleştirme yolundaki çatışmaların ve savaşların yerini, insanlık zemininde diyaloglar ve her kimliğin kendi özellikleri ile bütünleştiği organizasyonlar almalıdır. Gelecek zamanın da bu yönde şekilleneceğine dair pek çok emare ortaya çıkmıştır. Kâinat kitabını ve fıtrat lisanını okuma dersi almış Nur talebeleri, bu durumu okumalı ve bu bütünleşme sürecinin merkezden çevreye doğru yayılımında öncü olmalıdır. Nur talebeliği anlamında da farklı kimlikler artık netleşmiş gibidir. Bundan sonrası bu farklı kimliklerin muhafaza edildiği ve her faklı unsurun kendi özellikleri ile bütüne katkı sağladığı esneklik, tahammül ve hoşgörü içinde organize olma zamanıdır. Hatta farklılıkların bir bedene dönüştürülmesi ile güzelleşmesi, adeta organların beden mükemmelliğine ve bütünlüğüne dönüştürülmesi vakti gelmiştir. 09.06.2009 E-Posta: [email protected] |