Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İki kronik mesele |
Taraf gazetesinin “AKP ve Gülen’i bitirme planı” manşetiyle gündeme taşıdığı yeni andıç ve sonrasındaki gelişmeler, demokrasimizin yapısal karakterdeki iki kronik problemini bir defa daha gözler önüne serdi. Ve bu iki problem, bu olayda iç içe geçiyor. Bunlardan biri: Genelkurmay’ın kurumsal yapısı içinde, seçilmiş iktidara ve sivil toplumu oluşturan unsurlardan biri olarak nitelenmesi gereken bir cemaate karşı “komplo” tezgâhlayan bir anlayış varlığını hâlâ devam ettirebiliyor mu? Taraf’ın manşeti sonrasında Genelkurmay, olaya el koyup, Askerî Savcılığa, konuyu tüm boyutlarıyla soruşturma talimatı verildiğini bildirdi. Genelkurmay talimatıyla soruşturmayı başlatan Askerî Savcılığın, ilk iş olarak, belgenin içeriğiyle ilgili yayınlara yasak konulmasını istemesi ve Askerî Mahkemenin bu yönde karar vermesi, ortaya çıkan istifhamları güçlendiriyor. Çünkü evvelce başka birçok kritik olayda, soruşturma ve dâvâ sürecini kamuoyunun takip alanı dışına taşımak için kullanılagelmiş olan yayın yasağı formülüne burada da başvurulmuş olması, “Yine birşeyler gözlerden kaçırılıp karartılmak mı isteniyor?” kuşkusunu alevlendiriyor. Devlete ve kurumlarına duyulan güvenin ciddî şekilde sarsıldığı bir ortamda bu şüphelerin ortaya çıkması, yadırganacak birşey olmasa gerek. Genelkurmay’ın, belge için açılan soruşturmanın sonucuyla ilgili olarak, Taraf’ın manşetinden dört gün sonra yaptığı “Evvelâ gerçek mi, sahte mi olduğunun belirlenmesi gereken belgenin bize bağlı birimlerde hazırlanmadığı kanaatine varıldı” açıklaması, kuşkuları dağıtmaya yeter mi? Bunun bir sonraki adımı, kimilerinin daha ilk günden seslendirmeye başladıkları, “Bu belge askerin değil, AKP ile polisteki F tipi yapılanmanın komplosu” şeklinde olursa iş nereye varır?
Yargıda da asker-sivil ikilemi Devlet Bakanı, Başbakan Yardımcısı Arınç’ın, Ergenekon sanıklarından birinin bürosunda bulunduğu söylenen belgeyle ilgili kararın Ergenekon dâvâsına bakan sivil mahkemece verilmesi gerekirken askerî mahkemenin andıça el koymasındaki garipliğe dikkatleri çekmesi de ilginç. Ve bu durum, yargı sistemimizdeki “sivil ve askerî yargı” ikileminin, uygulamada ne gibi sonuçlar doğurabileceğini bir kez daha gösteriyor. Aslında sistemdeki bu ikilem de, her an böyle sonuçlar üretebileceği de, bilhassa iktidar partisi mensupları ve hükümet üyeleri tarafından bilinmeyen bir husus değil. Dolayısıyla son gelişmelerin onlar için sürpriz olduğu da söylenemez. Burada anlaşılması çok zor olan nokta, iktidarın, 12 Eylül anayasası ile kurulan sistemin bu gibi sonuçları üreteceğini bildiği ve gördüğü halde, AB’nin de ısrarla takipçisi olduğu anayasa reformuna bir türlü yanaşmaması ve tam tersine bilhassa kapatma dâvâsının karara bağlanmasından sonra bundan köşe bucak kaçması. Oysa hep yazageldiğimiz üzere, özellikle asker-sivil ilişkilerini AB’nin demokrasi standartlarına uygun hale getiremediğimiz ve yargı reformunu da gerçekleştiremediğimiz müddetçe, ne bu çeşit andıçların sonu gelir, ne de seçilmiş iktidarın altını oyma girişimlerinin önü alınır... Şu anki sistem, hem askere, kapalı kapılar ardındaki Dolmabahçe görüşmeleriyle değiştirilemeyecek bir özerklik ve başına buyrukluk statüsü veriyor, hem de siyasallaşmış bir yargıya ülkeyi tek başına yönetme imkânlarını bahşediyor. AB kriterlerine uygun yeni bir anayasa ile bu sistem bir an önce değişmeli ki, milletin seçtiği sivil hükümet, asker üzerinde demokratik bir otorite kurabilsin; hukuk ve demokrasi dışı tertiplerin hesabını sorabilsin ve açık veya örtülü darbe girişimlerine kapıyı tamamen kapatabilsin, Ve yargı, sadece ve münhasıran adaleti tecellî ettirme görevine döndürülüp, onun dışındaki siyasî ve ideolojik duruşlardan uzak tutulabilsin. Bunlar yapılmadan, tribünlere yönelik hamasî nutuklarla işi geçiştirmenin hiçbir yararı olmaz. 16.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (13.06.2009) - AB, içki ve AKP (11.06.2009) - Almanya’da 10. buluşma (04.06.2009) - Bize neler oluyor? (03.06.2009) - Bu dağınıklıkla nereye? (02.06.2009) - Siyasî yargı ve AİHM |