Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
AB ve Obama |
Avrupa Parlamentosu seçimlerinin yapıldığı gün Almanya’da idik. Seçimlerin genel sonuçları Merkel-Sarkozy-Berlusconi anlayışının AP’de güç kazandığı şeklinde yansıtıldı ise de, en azından Almanya özelinde işin aslı pek öyle değil. Oy oranları Merkel’in hayli ciddî bir kayba uğradığını ortaya koyuyor. Ama karşısındaki Sosyal Demokrat Partinin de gerilemesi, işin bu cihetini örtüp perdeliyor. Bu sonucun, bizdeki 29 Mart tablosuna benzeyen tarafları var. Merkel’in CDU’su da bizim AKP gibi oy kaybederken, bizde birazcık kıpırdayan CHP’nin Alman muadili yüzde 20’lerde. 7 Haziran’daki mini seçimden çıkan sonuçlar da AKP ile CHP arasında “Ben kazandım, hayır ben kazandım” polemiğine konu olmaya devam ediyor. AKP 7 Haziran’da 29 Mart kayıplarını büyük ölçüde telâfi ettiğini savunurken, CHP tersini iddia ediyor ve AKP için bir süredir tekrarladığı “Günleri sayılı” söylemini sürdürüyor. Sonuçta, Türk ve Avrupa siyasetlerinin paralel bir tıkanıklık tablosu çizmesi düşündürücü. Bu tıkanıklık, hem AB’yi kendi içerisinde kilitliyor ve birliğin “küresel güç” olma vizyonuna zarar veriyor; hem de bu vizyonda önemli bir role sahip olabilecek konumdaki Türkiye’yi âtıl ve hantal bir pozisyonda belirsizliğe sürüklüyor.
Obama’yla gelen iyimserlik Hal böyle olunca, yine ABD öne çıkıyor. Obama’nın bütün dünyada ümit ve iyimserlik rüzgârları estirmeye devam eden mesajları bu noktada önemli. Özellikle aylardır merakla beklenen Kahire konuşmasıyla, bazı hassas ve kritik konularda ciddî açılımlar ortaya koyan ABD Başkanı, sözlerinin arkasını aynı yöndeki icraatla getirebilirse, Avrupa cenahındaki sinyallerin olumsuz etkilerini de bertaraf ederek dünyayı rahatlatabilecek tarihî bir misyon ifa edebilir. Obama ile Sarkozy arasındaki soğukluğun son olarak Türkiye bahsinde ortaya çıkmış olması, derin bir problemin yeni bir dışavurumu. İkinci Dünya Savaşında maruz kaldığı yıkımdan ABD desteğiyle kurtulan Avrupa, mütemadiyen bu yardımın diyetiyle yaşamaktan rahatsız ve söz konusu desteğin beraberinde gelen ABD hegemonyasından artık kurtulmak istiyor. AB ile ilgili konularda ABD’nin telkin, talep veya iltimaslarını “dayatma” olarak algılıyor ve bunlardan hoşlanmadığını açıkça belli ediyor. Birlik içerisinde “ABD’nin Truva atı” olarak görülen İngiltere gibi ülkelerin sayısının artmasını da istemiyor ve Türkiye’nin AB’ye girmesi için verilen Amerika desteğini kuşkuyla izliyor.
ABD, fırsatı iyi değerlendirirse Geçen dönemde ABD’nin AB’ye “Türkiye’yi alın” baskısı yapması, böyle bir arkaplana ilâveten, Bush’un bütün dünyada nefret odağı olan imajıyla da birleştiği için, tamamen ters tepti. Ama şimdi, Bush’un oluşturduğu ABD imajını düzeltme, öfke ve nefretleri sempati ve sevgiye dönüştürme, Amerika’yı dünya ve özellikle İslâm âlemi ile barıştırma iddia ve misyonuyla ortaya çıkıp, yıldızı böyle parlayan Obama var. Sarkozy ve Merkel gibilerin inişte olduğu, ama bir hayli yıpranmalarına rağmen, “alternatifsizlik” sebebiyle şimdilik iktidarlarını sürdürecek gibi göründükleri sıkıntılı bir süreçte, aranan alternatif küresel boyutta Obama’nın mesajlarıyla şekillenen silüette kendisini gösteriyor. Yeni dönemde ABD, “en yakın müttefikimiz” demeye devam ettiği İsrail’i dizginleyerek Filistinlilerin haklarını gözeten bir çözümün hayata geçmesi için ağırlığını koyabilir; Af-Pak problemini daha da derinleştirecek saldırılara son verip mâkul politikalara yönelebilir; İran krizini tatlıya bağlayabilir; ülkesinin İslâmla ve insanlıkla barıştığı konusunda zihinleri ikna edip gönülleri kazanacak adımlar atabilirse, AB’nin içine düşürüldüğü tutukluğu telâfi edip birliğin kendisine gelmesine de yardımcı olabilecek yapıcı bir küresel alternatif haline gelebilir... 12.06.2009 E-Posta: [email protected] |