20 Haziran 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

Sevemez kimse beni, Senin sevdiğin kadar


A+ | A-

Bir düşün…

Çok değil sadece birkaç dakika…

Şöyle sıyrıl şu günlük ve gündelik işlerden, şu gölgeler ve sahteler dünyasından.

Sonra düşün bir an…

Adam gibi düşün, ama ‘düşünen adam’ gibi değil.

İnsanca, mü’mince düşün…

Şimdi seni sevenler var ya…

Şu seni seviyorum diyenler…

Rüzgâr gibi peşinden koşturanlar var ya…

Onlar neredeydi bir zamanlar?

Bir düşün…

Onlar seni, ancak sen var olduktan, yani sen yaratıldıktan sonra bildiler ve çok sonra sevdiler. Öyle değil mi?

Seni seviyorum diyenler için; önce senin ve sonra da sevgi denen şeyin var olması gerekliydi. Öyle değil mi?

Eğer sen olmasaydın ve yaratılmasaydın kim bilecekti seni? Kim haberdar olacaktı senden?

Nasıl sevebilir, nasıl “Seni seviyorum” diyebilirdi, şimdi çevrende dönüp duran insanlar.

Seni, yani henüz olmayanı, yok olanı kim bilebilir, kim sevebilirdi ki?

Hatırlamaya çalış!

Sınırlı da olsa, hayal ve hafızanın izini sür. Seni götürebildiği yere kadar git.

Hatırlamaya çalış!

Bir yerde durman gerekir ama işte tam orada dur:

Sen yoktun, dünya da yoktu, hiçbir şey yoktu bir zamanlar. Ama her şeyi bir Bilen, seni bir Bilen vardı. O bir olan Allah’tı (cc). Ve sadece O vardı.

O en sevgili, O en şefkatli ve O en merhametli Rabbin vardı. O’ndan başka hiçbir şey yoktu.

İşte O bütün Âlemlerin Rabbi’dir. Kur’ân bize O’nu şöyle tanıtır:

“O, göklerin, yerin ve bunlar arasındaki her şeyin Rabbi’dir.” (Şuarâ Sûresi, 24)

O’nun rahmeti ve sevgisi her şeyin önündedir ve üstündedir.

Evet, seni sevenler de yoktu bir zamanlar. Ne annen, ne baban ve ne de en yakınların. Hiçbir şey yoktu. Ve sen bu uzun yolculuğun hiçbirinin farkında bile değilken, sadece Rabbin için yok, yoktu. Dilediği vakit, saat geldiğinde seni yokluktan varlığa, karanlıktan aydınlığa çıkardı.

Rabbin seni, sen yokken de biliyordu ve O’nun sonsuz ilminde hep vardın. Seni sen yokken sadece O biliyor, O seviyordu. Ve sevdiği için de seni var etti. O’nu bilmen ve O’nu tanıyıp sevmen için seni bu dünyaya gönderdi. Başkaları seni var olduğun için sevdiler. Anlayacağın onlar seni şartlı sevdiler.

Oysa Yüce Rabbin seni şartsız sevdi. Hatta seni sevmesi için var olman bile gerekmezdi. O seni yaratınca bilmedi. Yaratmadan önce de biliyordu. O sonsuz ilmiyle ve sonsuz kudretiyle seni yaratmayı diledi ve var etti. Unutma, sen O’nun, o sonsuz ilminde hep vardın…

Seni yaratmakla, kendini sana bildirdi, seni senden ve kendi varlığından haberdar etti.

Bu müthiş ânı kaçırma hayatından. Çıkarma hiç aklından. Hatırla zaman zaman.

Hatırla ki, yanlışlara düşmekten ve korkulara kapılmaktan kurtulasın.

Seni O’ndan başka hiç kimse böyle güzel sevmedi; sevemez de. Sevemezdi de, sevemeyecek de.

O’nun sevgisi hep en başta ve hep en önde…

Sevenler, “Seni seviyorum” diyenler, hepsi bir bir çekip gidecekler bir gün. Sadece O’nun sevgisi kalacak seninle…

Onun için dinleme içi boş sözleri, gerçek sevgiden nasipsizleri dinleme. Dinleme o palavra şarkıları, o bomboş lâfları. Dinleme...

“Sevemez kimse seni, benim sevdiğim kadar” diyenlere. Sen, “Sevemez kimse beni, Rabbimin sevdiği kadar” de…

Gerçek sevginin yolunu bil ve bul. Bulamayanlara da göster.

Ben bir aynayım. “Aynayı değil, siz aynadaki görüntünün, o tecellînin, o bir anlık cilvenin kaynağını sevin asıl,” de ve doğru adresi göster onlara… Bir ayna tut yüzlerine. Bir ışık ol karanlık bakışlara, sevgide adresi şaşırmışlara.

Rabbimin o en güzel isimlerini gör ve göster bir bir. Biteni, söneni, gideni, geçeni değil, bitmeyeni gör, batmayanı gör… Gitmeyeni, geçmeyeni ebediyen ölmeyeni, sönmeyeni bil ve bildir.

Kim sevebilir seni O’ndan başka, kim bilebilir seni O’ndan başka. Gerçek sevginin yolunu kaybedenlere, ışık parmağınla doğru adresi göster: Ve konuş: Parmağım güneşi gösterirken, parmağıma değil, güneşe bakın. Bana takılmayın.

Yanılmayın, bir zerrede, bir tecellîde boğulup aldanmayın.

Bu makamda söz senin; konuş, sözün yettiği kadar. Konuş konuşabildiğin kadar.

Melekler bile bu şahitliğine hayran kalsınlar. Ve de ki; “Sevemez kimse beni ‘Senin’ sevdiğin kadar Allah’ım!”

Sevemezler, sevseler de yalan severler. Yok öyle kimseler. Sende seni sevenler, hakikati halde seni değil kendilerini seviyorlar. Aldanma, inanma, yanma. Bir tek senin sevgindir bu dünyada gerçek olan Canım Allah’ım.

Bir tek Senin sevgin…

O sevginin bir katresi, bir zerresi bile yeter bize…

Bunu da anlamayanlara “Sözler”i aç, nurlardan şu cümleyi oku:

“…Her bir isminde mânevî çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelinin,

elbette bir zerre muhabbeti, kâinata bedel olabilir. Kâinat, O’nun bir cüz’î tecelli-i muhabbetine bedel olamaz.”

(Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 24. Söz, s.

360)

20.06.2009

E-Posta: [email protected]



Abdil YILDIRIM

İyi dost, en güzel aynadır


A+ | A-

Ayna, insanların günlük hayatında önemli bir yer tutar. Her sabah saçımızı taramak ve kıyafetimizi kontrol etmek için ayna karşısına geçeriz. Kışlalarda, merdiven başlarına ve koridorlara aynalar yerleştirilmiştir. Altında da “Kıyafetini düzelt” diye yazar. Yani askerler gelip geçerken aynaya bakar, kepini parkasını kontrol eder, kılık kıyafetine çeki düzen verir.

Eskiden düğünlerde gelinin çeyizi taşınırken, ilk önce aynası götürülür, yeni evine yerleştirilirdi. Böylece gelinlerin her fırsatta aynaya bakarak hata ve kusurlarını düzeltmeleri gerektiği mesajı verilmek istenirdi.

Bir zamanlar berber dükkânlarında ayna yokmuş. Traş için berber koltuğuna oturanlar saçlarının ne kadar beyazlandığını merak edermiş. Berberler de “Biraz sonra saçların gözünün önüne dökülür, o zaman görürsün” derlermiş.

Demek ki ayna insanlar için çok önemli bir araçtır. İnsan aynaya bakarak kendisini seyreder, ahvâlini görür. Ne durumda olduğunu anlar. Gözünün ferini, yüzünün tenini, saçının rengini, ayna sayesinde fark eder. Aynalar, insanda gördüğünü insana söyler.

Mevlânâ Hazretleri, “İyi dostu olanın aynaya ihtiyacı yoktur” demiş. İyi dost, düzgün ve berrak bir aynadır. İnsanda ne gördüyse, onu aynen yansıtır.

Yani hiçbir hile ve yalana tenezzül etmeden, riya ve dalkavukluk yapmadan, mürailiğe müracaat etmeden gerçekleri olduğu gibi insanın yüzüne söyler. Zira aynalar yalan söylemez.

Aynalar yalan söylemez ama camı düzgün, sırı sağlam ise. Yani düz aynalar karşısındakini olduğu gibi gösterir. Yamuk aynalar ise yalancıdır, aldatıcıdır. Bazıları insanda olmayan sıfat ve meziyetleri varmış gibi göstererek gururunu okşar, bazıları ise, var olan vasıfları ya tamamen gizler veya olduğundan çok küçük gösterir. Tümsek aynaya bakanlar bedenlerini küçülmüş, boylarını kısalmış görürken, çukur aynaya bakanlar olduklarından çok iri ve heybetli görünürler. Yani kendilerini dev aynasında görürler.

İşte insanın dostları da böyle aynalar gibidir. Dost bildiğimiz bazı insanlar, bizde olmayan meziyetleri varmış gibi göstererek nefsimizi okşayıp, gururumuzu kabartırlar. Nefis zaten böyle okşanmak ve iltifat görmek istediğinden, böyle dostlara sıkı sıkıya bağlanır, onların sahte sevgilerini gerçek zanneder. Bu durum, istikametin kaybolmasına, ihlâsın bozulmasına yol açar. Böyle dostlar çukur aynalar gibidir, insanın kendisini dev aynasında görmesine sebebiyet verir.

Bazı dost bildiğimiz insanlar da, yüzümüze güler, arkamızdan kuyumuzu kazar. En ufak bir meziyet ve muvaffakiyetimizi kıskanır, onları yok sayarak hep bizi ümitsizliğe, karamsarlığa teşvik ederler. İnsan onları dinlerken, ne kadar kusurlu olduğunu düşünüp, kurtuluş için bir yol kalmadığını zanneder. Bunlar da tümsek aynalara benzer. Tümsek aynaya bakan bir insanın görüntüsü kendisinden uzaklaştığı gibi, böyle dostlarla beraber olanlar da kendilerinden uzaklaşırlar, karamsarlığın karanlıklarında kaybolurlar.

Hakikî dostlar, düz aynalar gibidir. Karşısındakini olduğu gibi gösterir. Kusurunu da, meziyetini de insanın yüzüne söyler. Öyle dostların kalbi cam gibi düzgün ve parlaktır. Sözleri şeffaf, düşünceleri berraktır. Duyguları temiz, niyetleri halistir. İnsan hakikî bir dostun yüzüne baktıkça, hatası varsa görür, ondan vazgeçmeye çalışır. İyilik ve güzellikleri varsa, bundan mutlu olur, daha iyi olmak için gayret gösterir.

İyi dost, sır tutandır. Sizde gördüğü bir kusuru başkalarına ilân ederek yayılmasına fırsat vermez. Sadece size söyler, dostça ikaz eder. Aynaların da arkası sırlı değil midir? Dostunda gördüğü bir kusuru arkada bulunanlara göstermesin, sadece onun yüzüne söylesin diye arka yüzeyleri sırlanmıştır.

Kılık kıyafetimizi kontrol etmek ve düzeltmek için evimizde, işyerimizde, çantamızda veya cebimizde bir ayna bulundurduğumuz gibi, ruhumuzun ve kalbimizin keyfiyetini kontrol için de iyi bir dosta her zaman ihtiyacımız vardır. İyi dost bulabilmek için de önce iyi dost olabilmek gerekir. Önce kendi kalp ve gönül aynamızı her türlü lekeden ve kirden temizler, dürüst ve düzgün bir kalbe sahip olursak, kendimize lâyık bir dostu daha kolay bulabiliriz.

İyi dostu nasıl anlayacağız diye bir suâl akla gelebilir. Cevabı çok basittir. Birisi dostumuzdan bize bir haber getirdiğinde, hiç tereddüt etmeden “O söylemişse doğrudur” diyebiliyorsak, işte o dost en iyi dost, en güzel aynadır.

20.06.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

“Benimle gelen perişan olmaz”


A+ | A-

“Benimle gelen perişan olmaz. Benimle gelen arkadaş rûz-i Mahşer’de perişan olsa o benim sırtımın yükü olsun. Yeter ki bu daireye olan ahdini bozmasın.” 1

Bu ifadeler Üstadın, Bayram Yüksel Ağabeyin Cevşen’ine yazdığı ifadeler. Bu sene Denizli Mevlidi’nden önce ziyaret ettiğimiz Afyon’da Hüseyin Yesur Ağabeyimiz de benzer ifadeleri Tahiri Mutlu Ağabeyden dinlediğini nakletmişti.

Bu satırların sahibi Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, âhirzamanın dinin, imanın, Kur’ân’ın tehlikeye düştüğü en dehşetli günlerinde Allah’ın dinine hizmeti gaye edinmiş, bu maksatla 6000 sayfalık Risâle-i Nur Külliyatını kaleme almış bir İslâm âlimi. Allah’ın inayet ve himayeti altında olan bir mücahid.

Allah, “Ey iman edenler! Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder ve size sebat verir.” 2 “Bizim uğrumuzda cihad edenlere Biz yollarımızı gösteririz”3 buyuruyor. O halde Bediüzzaman Hazretlerinin de, talebelerinin de inayet, himaye ve nezaret altında olmaları kadar tabiî birşey olamaz. Değil mi ki Allah’ın dinine hizmet ediyorlar, onun için didinip çırpınıyorlar, elbetteki Allah yardımını da gönderecek, yollarını da gösterecektir. Ömrü boyunca nice sıkıntılar çekmiş, zindandan zindana, sürgünden sürgüne yollanmış bu Allah dostu hep ömür boyu talebelerine, dostlarına kanatlarını germiş, onları himaye etmiştir. Mahkemelerde talebeleri suçlandığında, bütün suçu (yok ya!) kendi üzerine aldığını, onların suçları olmadığını ifade etmiş, meselâ Eskişehir Mahkemesi’nde şöyle müdafaada bulunmuştu: “Bu mevkuf olan civanmert ve muhterem Türk gençleri ve ihtiyarları içinde öyleleri var ki, onların bir tanesini, kendi milletimden yüz adama değiştirmem. İçinde öyleleri var ki, on sene bana zulüm eden memurlara, beş seneden beri onların hatırları için, o zalimlere bedduâyı bıraktım. Ve onların içinde öyleleri var ki, alî seciyelerin en halis nümûnelerini o âlicenap Türk arkadaşlarda kemal-i hayret ve takdirle gördüm. Ve Türk milletinin sırr-ı tefevvukunu onlarla anladım. Ben, vicdanımla, mevcud ve çok emarelerle temin ederim ki; eğer bu masum mevkuflar adedince vücudlarım bulunsaydı veyahut onların umûmuna gelen her nev'î meşakkatlerini alabilseydim, kasem ederim ki, müftehirane, o kıymettar zatlara bedel çekmek isterdim. Benim bunlara karşı bu hissim, onların kıymet-i zatiyeleri içindir; yoksa şahsıma karşı faidesi dokunması değildir. Çünkü, bir kısmını yeni görüyorum. Bir kısmı, belki o benden faide görmüş, ben ondan zarar görmüşüm. Fakat binler zarar görsem, yine onların kıymetini nazarımda tenzîl etmez.”4

Evet, Bediüzzaman her vesileyle talebelerine sahip çıkmış, her yerde her zaman onların hukuklarını muhafaza etmiş, maddeten ve mânen hiçbir desteği esirgememiştir. Yukardaki ifadelerden onun ahirette de onlara desteğini, himmetini esirgemeyeceğini ifade etmektedir. Yeter ki dâvâsına olan ahdini bozmamış olsun.

Böyle bir Üstada talebe olmak ne büyük bir mutluluk!

Dipnotlar:

1- Yılmaz Dinç, Dr. Mustafa Ramazanoğlu, s. 41.

2- Muhammed Sûresi: 7.

3- Ankebut Sûresi : 69.

4- Tarihçe-i Hayat, s. 203.

20.06.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Çeşit çeşit okumalar


A+ | A-

Kitap okumanın, okuma alışkanlığı kazanmanın, okumayı hayatın vazgeçilmez bir parçası haline getirmenin sayılamayacak kadar faydası var. Bunda ihtilâf yok; çoğunluk hemfikirdir.

Cevabı merak edilen bir–iki nokta ise şudur: 1) Ne tür kitapları okumanın faydası daha çok? 2) Hangi okuma tarzı daha ziyade istifadeye medar olur?

Kast–ı mahsusla kişiyi tahribata, dalâlete, sapkınlığa sevk edenler istisna olmak kaydıyla, genelde kitapların çoğu faydalıdır. Hakkı öğrendikten sonra, zıt fikirde olan kitaplar bile okunabilir. Bu sûretle, hiç olmazsa mücadele edilecek fikirlerin mahiyeti anlaşılmış olur.

En faydalı kitaplar meselesine gelince... Kur'ân ve hadisten sonra, okunması en faydalı eserlerin Nur Risâleleri olduğuna, kırk yıllık tahsil hayatımı ve hayatta kazandığım bütün tecrübeleri de şahit göstererek ifade edebilirim.

Branşım olan tarih araştırmaları ve mesleğim olan gazetecilik sebebiyle, bugüne kadar eski–yeni binlerce adet kitap edindim. Bunların hemen tamamını okudum. Ancak, yine de 130 parçalık Nur Külliyatının bir tek risâlesini o binlerce adet kitaba değişmem. Maddî–mânevî istifade ciheti o derece yüksektir; Nur Risâlelerinin.

Risâleleri okuyup istifade etme şekli ise, diyebiliriz ki çeşit çeşittir. Sesli sessiz, hızlı yavaş, nidaî terennümî, sabah akşam, gece gündüz, yani her ne zaman ve her ne şekilde okunursa okunsun, yine de anlamanın ve hasseten istifade etmenin nisbeti büyüktür.

Keza, sayısız tecrübelerle sabittir ki, Risâle okumaları ister yalnız ve münferiden, ister müşterek ve müçtemian olsun, her türlü sosyal ortamda da istifadeye medar olabiliyor.

En küçük olan fert dairesinden tutun, radyo, televizyon ve internet gibi en geniş dairelerde de okunup istifade edilen eserlerin başına, kat'î kanaatimize göre yine Nur Risâleleri geliyor.

Bu da, Nur Külliyatının şu zamanda "Kur'ân'ın malı ve bir mânevî mû'cizesi" olduğunu gösteriyor.

Ne mutlu, şu güzel okuma mevsiminde Risâle okuma hissesi ziyade olanlara.

Tarihin yorumu 20 Haziran 1481

Cem Sultan gailesi ve Endülüs

Babaları Sultan Fatih'in vefatından (3 Mayıs) çok kısa bir süre sonra saltanat kavgasına tutuşan Sultan Bayezid ile Cem Sultan arasında, Bursa'nın Yenişehir Ovasında çok kanlı geçen bir çatışma yaşandı. (20 Haziran 1481)

Savaşta mağlup olan Cem Sultan, canını zor kurtararak Konya'ya çekildi. Konya'dan Kahire'ye, oradan da Hicaz'a giderek hac fârizesini yerine getirdikten sonra, tekrar Kahire'ye döndü.

Ne var ki, "Cem Sultan gailesi" bitmedi. Bir yıl sonra, bu kez Konya'da karşı karşıya gelen iki kardeşin kuvvetleri, savaşın eşiğinden döndü. Buradan tekrar Mısır'a gitmek isteyen Cem Sultan, bir talihsizlik eseri Rodos Şövalyelerinin eline düştü.

Cem Sultan'a rehin muamelesi yapan Rodos şövalyeleri, ciddî para karşılığında onu Roma'daki Papa'ya sattılar. Papa da, Cem'i Osmanlı'ya karşı bulunmaz bir koz, vazgeçilmez bir fırsat olarak kullanacaktı.

Nitekim, öyle oldu. Papa, Osmanlı'nın başta İtalya ve diğer Avrupa ülkelerine yönelik seferlere çıkmasına mani olduğu gibi, Cem'in bakım masrafı olarak da her yıl 40 binden fazla para koparmayı başardı.

Cem Sultan gailesi, vefat tarihi olan Şubat 1495'e kadar devam etti. Cenazesi ise, ancak dört yıl sonra Bursa'ya getirtilebildi.

Müslümanlar yardımsız kaldı

Cem Sultan gailesinin yaşandığı yıllarda, İspanya'nın güneyindeki Endülüs Müslümanları da ölüm–kalım sıkıntısına düşmüşlerdi. Yaklaşık 780 yıldır burada yaşayan ve Avrupa milletlerine medeniyet dersini veren Endülüs Müslümanları, son olarak Gırnata Sultanlığı adı altında varlıklarını devam ettiriyorlardı.

Birkaç kez el değiştiren Endülüs Saltanatı, bu sıralar Beni Ahmer (Kızıloğulları) Hanedanının elinde bulunuyordu.

İspanyanın tümünde hakimiyet kurmayı hedefleyen Aragon Kral II. Ferdinad, Osmanlı'dan bir yardım gelemeyeceğine emin olduktan sonra, Endülüs'teki son bağımsız İslâm devletini yıkmayı hedef aldı. Uzun süren çatışmaların ardından, yardımsız kalan Gırnata Sultanlığı, 2 Ocak 1492 tarihi itibariyle sona ermiş oldu.

Sağ kurtulabilen Müslümanların çoğu, Afrika'ya hicret etmek zorunda kaldı.

İspanyol Krallığı, bu tarihlerde ters düşdüğü Yahudi vatandaşlarını sınırdışı etme kararı aldı. Ancak, hiçbir ülke ve millet, Yahudileri kabul etmedi.

Ne gariptir ki, Endülüs Müslümanlarına yardım edemeyen ve onların İspanya'dan kovulmasına mani olamayan Sultan II. Bayezid, benzer bir muameleye tabi tutulan Yahudilere yardımda bulundu ve onlara Osmanlı topraklarında barınma imkânını sağladı.

Bu sayede, 1492–97 yılları arasında İspanya ve Portekiz'den göç etmek zorunda on binlerce Yahudi nüfus, kafileler halinde gelip Selanik'e yerleşti.

Yine, çok gariptir ki, Osmanlı'nın sonunu getirecek ve Osmanlı'ya en büyük hakaret ve düşmanlığı yapacak kimseler de, işte bu Selanik Yahudilerinin içinden çıkacaktı. Her ne kadar, bunların bir kısmı "dönme" olsa da...

20.06.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Uzaydaki akıllı canlılar: Melekler - 2


A+ | A-

• Vücudun, varlığın kemâli, olgun noktası, hayattır. Hayat yoksa, varlığın bir değeri yoktur. Aslolan hayattır. Madde de hayata hizmet eder. Şu hâlde, maddeden ibaret gözüken güneş sistemi, galaksiler ve nebulalarda, bu varlıkların hizmet ettiği hayat sahibi melekler olmalıdır.

• Kanun, soyut bir şeydir, kendi başına iş yapmaz, yapamaz. Meselâ namazda “Allahu ekber” diye başlamak, rukûa, secdeye varmak bir kanundur. Bu kanun, kendi başına namazı oluşturmaz. Kezâ bir devletin çeşitli kanunları vardır. Bu kanunların icrâını yapan çeşitli memurlar (mahkemeler, hâkimler, savcılar, emniyet görevlileri vs.) olmalıdır. Tabiat kanunları da böyle soyuttur. Bunları da icrâ eden melekler vardır.

• Esîr gibi lâtif bir gücü veya tabiat kanunlarına akıl, algı, şuur vesâire konduğunu düşününüz. İşte o kanunlar o zaman melek olur. Veya kâmil, günahsız insanın ruhundan nefsini, kafesi olan bedenini alınız, geriye melek gibi bir varlık kalır.

• Şu kâinatın özelliği, meleklerin varlığını gerektirir. Şöyle ki: Sonsuz kudret, ilim, hikmet gibi isim ve sıfatlar sahibi Yüce Yaratıcı, sayısız varlıkları yokluk karanlıklarından çıkararak her birisine değişik özellikler, güzellikler taktığını gözlerimizle görüyor, kulaklarımızla işitiyor, akıl ve kalbimizle idrak ediyoruz. Nur, esîr gibi ruha yakın ve münasip diğer ince/akışkan maddeleri de hayatsız, donuk, cansız, şuursuz bırakmamış, onlardan da nur maddesinden (görünmeyen lâtif, maddî olmayan enerji boyutlarından), hatta karanlıktan (siyah enerjiden), hatta esîr maddesinden, hatta mânâlardan, hatta havadan, hatta kelimelerden hayat ve şuurlu varlıklar inşâ edilmiştir. Pek çok çeşitli ruhânî varlıkları o akışkan lâtif maddelerden yaratılmıştır. Onların bir kısmı melek, bir kısmı da ruhânî ve cinler olmak üzere sayısız cinslerdir.1

• Aslında melekleri inkâr eden, onların varlıklarını kabul etmektedir. Çünkü olmayan bir şey üzerinde tartışma yapılmaz! Meleklerin varlığı kesindir ki, var veya yok şeklinde tartışmalar sürüp gitmektedir...

• Hem akıl, hem nakil sahipleri, meleklerin varlığında ittifak etmişlerdir. Melekler hakkında hem semâvî dinler ve kitaplar, hem beşerî felsefeler, akıl ve nakil ehlinin tamamı, mahiyetlerinde ihtilâf etmekle beraber varlıklarını ittifakla kabul etmişlerdir. Hatta maddiyâtta çok ileri giden hükemâ-i işrakiyyun (ilk akla inanan; yani teselsülle müessiriyetini iddiâ eden; sebeplere inanan, ilk aklı Allah’ın yarattığına, bu aklın da bir başka aklı yarattığına teselsülen inanan eski ve sapık felsefe akımı) ve Meşşaiyyun, melâikenin manasını inkâr etmeyerek, “Her bir nev'în bir mahiyet-i mücerrede-i ruhaniyeleri (her tür varlığın ruhanî, soyut varlığı) vardır” derler. Melâikeyi öyle tabir ediyorlar.2

• Yaratıcı’nın izzet ve azameti, perdeyi iktizâ eder. Bir cumhurbaşkanı veya padişah, icraatını hediyesini bizzat kendisi yapmaz/götürmez. Çünkü izzet, azamet ve makamı, işi ve hediyeyi memur, yâver, köle veya hizmetçisi vasıtasıyla gördürür/gönderir. İşte, sonsuz izzet ve azamet sahibi Rabbü’l-Âlemîn, tabiat kanunlarına sebepleri perde yaptığı gibi, melekleri de perde etmiştir.

• Melekler bizzat peygamberler ve bazı evliyâ tarafından görülmüştür.

• Kâinatın Hâlıkı, meleklerin varlığına delildir. Çünkü yapan bilir, bilen konuşur. O da, melekleri yarattığını bildirmiştir.

• Peygamberimiz (asm), meleklerin varlığına belgedir. Çünkü öyle teknik ve ilmî meselelerden bahsetmiştir ki, bir insanın bilmesi, hele on beş asır öncesinden bilmesi asla mümkün değildir. Öyle ise o, bütün zamanları, gelişmeleri bilen, ilmi/kudreti her tarafı/bütün zamanları kuşatmış olandan haber alıyor. Öyle ise o, peygamberdir. Öyle ise, söylediği şeyler doğrudur. O ise, meleklerin varlığını binlerce kez söylemiş, tekrarlamıştır. Öyle ise, melekler vardır…

• Kur’ân, meleklerin varlığına delildir. Zira Kur’ân beşer kelâmı olamaz. Öyle olsaydı, 1500 senedir, “Eğer, insan sözüdür, diyorsanız benzerini yapın!” diyerek insanlığa meydan okuduğu hâlde, bir benzeri yapılamamıştır. Değil benzeri, bir sûre/bir âyetine nazire getirilememiştir. Görünüşte âyet gibi bir söz söylemek mümkündür. Ama içine öylesine ilmî, fikrî, teknolojik, matematik, sosyal, edebî şifreler, bağlantılar yerleştirilmiştir ki, bunlar insan tâkatinin üstündedir. Öyle ise Kur’ân, Allah kelâmıdır. Öyle ise, Kur’ân’ın haber verdiği melekler vardır.

İşte, bütün bu belgeler de gösteriyor ki, nurdan (çok ince enerji boyutlarından) yaratılan melekler tamamen ulvî duygularla donatılmış, “akıllı, şuurlu,” lâtif varlıklardır.

Ruhanîlere, meleklere iman, aklın, vicdanın gereğidir. Onlara inanmayan, bu boşluğu “ufo”lara (uzaylılara) inanarak doldurmaya çalışır…

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 468.

2- Age., 1993, s. 472.

20.06.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Allah’ın dağına Nemrut Dağı demişler; artık o, Haşmet dağı


A+ | A-

Yalanın sosyal hayatta

dirilmesi tehlike sinyali

İki aile ve 15 kız öğrencimizle Adıyaman’a gezi planlıyoruz. Her program, bazen iyi bazen de kötü, yeni şeyler öğretiyor insana. Gerçi kötünün de bir iyi dersi var.

Planladığımız saatte kaptanı bekliyoruz. Telefonda görüştüğümüz kaptan, “Çorba içiyoruz, hemen geliyoruz’ diyor. Sonra öğreniyoruz ki, kaptan aracı tamire götürmüş. Keşke, ‘Tamirdeyiz, bir saat sonra geliyoruz” deseydi.

Küçük küçük yalanlar, birey ve toplum hayatında büyük bozulmalara sebep oluyor. “Aman canım ne olacak?” kabilinden görülen yalancıklar, birer yılan olarak kalbi ısırıyor. Oysa bizde verilen söze, “namus sözü” deniyordu. Ağzından bir söz çıkmışsa, ne yapıp edilir, o sözün muhtevası yerine getirilirdi.

Âlem-i İslâm’ın bir ciddî hastalığının, ‘yalanın hayat-ı içtimaiyede hayat bulup dirilmesi’ olarak teşhis edilmesi, acı bir gerçeğin ifadesi. “Âlem-i İslâm” ve “yalan,” iki zıddın tehlikeli birlikteliği.

O zaman, bize öncelikli lâzım olan; doğruluk; sonra, yine doğruluk…

Gelincik tarlası ve

mağlûp olan duygularımız

Adıyaman yollarındayız. Baharın tadı bir başka. Yolda gelincik sergisine dayanamayıp, tarlaya iniyoruz. Kıpkırmızı tarlada onlarca insan, fıtratlarındaki yüklü programın gereği olarak; akılları, kalpleri gözleri ve diğer duyuları rızklarını alıyorlar. Gelincikleri görünce, geçip gidemiyor, duygularımıza yenik düşerek, minibüsümüzü, gelincik sergi salonuna çekiyoruz. Bu, san'atın gücünün ve insanın san'ata olan ilgisinin bir sonucu. İnsandaki cihazat, dış dünya ile alâkalı. Algılayan ve algılanan, birbiri için hikmetli.

İnsandaki her duyu organı, kendi özelliğine uygun bir rızka bağlanmış.

Onun için çiçeklerin rengiyle gözlerimiz, kokusuyla burunlarımız ve içimizde tatmin ettiği duygularla kalbimiz; San'atkâr’a teşekkür ediyorlar.

Abdurrahman-ı Erzincanî

ve Ebu zer-i Gıfari (Hz)

makamındayız

Adıyaman’da önce, şehrin maneviyat büyüklerinin müsaadelerini almak üzere, Şeyh Abdurrahman-ı Erzincanî ve Ebu zer-i Gıfari Hazretlerinin türbelerine gittik. Duâlar ettik. Bu toprakların ne büyük anlamlar taşıdığını, sahipsiz olmadıklarını insan böyle ortamlarda daha bir hissediyor. Buralarda, her köşe başında bir büyük zatın ruhaniyeti ile karşılaşıyorsunuz.

Artık Nemrut Dağı diye bir

dağ yok; o dağ, Haşmet dağı

Güneşin batışını—Nemrut Dağı denilen— haşmetli, muhteşem görüntülü ve üzerinde çeşit çeşit çiçekler bulunan Allah’ın bir dağında temaşa edeceğiz.

Nur Talebeleri o an, Nemrut Dağı tanımlamasını abes karşıladılar. Dağ Allah’ın, Güneş Allah’ın; dağlar üzerinde yaşayan insan Allah’ın, Güneşin batışını izleyen insan Allah’ın, Nemrut adı da nereden geliyor? Topal sineğe gücü yetmeyenin, haşmetli dağa adının verilmesi, dağa bir zulüm değil midir?

Dağa tırmanırken, insanların taa uzak ülkelerden, gözün farklı bir rızkını alabilmek ve akledebilmek için zahmetlere katlanmaları dikkatimizi çekiyor. İnsanın ihtiyaçlarının âlemin her tarafına dağıldığını müşahede ediyoruz.

İnsan dünyaya gelirken; görmek, işitmek, koklamak, hissetmek ve akletmek gibi muamma bir programın içerisinde buluyor kendini. Ve bu insan, programın gereğini doğru yerine getirdiği oranda mutlu.

Öğrencilerimize, ‘Arkadaşlar! Bu dağın adının Nemrut Dağı olarak konulması doğru mu sizce? Ve bu isimlendirmeden acaba bu dağ memnun mudur? Bu dağın eteklerindeki rengârenk çiçekler, böcekler böyle bir isimlendirmeden razı mıdırlar?’ diyerek soruyorum. Önce hep bir ağızdan, “Hayıııııırrr!” diyorlar ve ‘Kesinlikle doğru değil. Bu, Allah’ın dağıdır. Adı, ona göre konulmalıdır. Dağımız çok haşmetli olduğu için, onun adı, Haşmet dağı olsun dediler. Kabul ettik ve öyle seslendirdik. Hiç değilse bu bizim için şimdilik böyle.

Bir öğrencimiz de, Gaziantep’teki, daha önce Gavur Dağı denilen dağa, Üstadın, Nur dağı adını verdiğini ve sonradan da böyle resmiyet kazandığını belirtti. Anlaşılan Nur Talebeleri, her şeyi okuduklarına göre yorumluyorlardı.

Haşmet dağında, güneşin batışını temaşa etmek çok muhteşemdi.

Yüzlerce insan, güneşin batışı esnasında, değişik hayret sesleri çıkarıyordu. Islık çalanlar; ‘Vaaaaavvv!’, ‘Yahhhoooo!’ gibi ne anlama geldiği anlaşılmayan sesler çıkaranlar veya ‘Muhteşem!’ sesleri bile, insanın taşıdığı duygu ile anlam yüklenenler arasındaki ince bağlantıyı gösteriyordu.

Tabiî Nur Talebelerinin san'at-ı İlâhî karşısındaki hayranlık sesleri daha bir anlamlı idi: “Allah, Allah!”, “Fesüphanellah!”, “Barekellah, barekellah!”

Görüşmek, bir güçtür

O akşam Adıyaman dershanemizde kaldık. Adıyamanlı Nur Talebeleriyle görüştük. Görüşmenin bir güç olduğunu, insanı nasıl ciddî etkilediğini ve hayat verdiğini burada bir kez daha hissettik. ‘Seyahat sıhhattir’ cümlesine, ‘Görüşmek sıhhattir.’ cümlesini de ilâve ettik.

Ertesi gün, Risâle-i Nur hareketine dost olan ve müritlerine, Risâle-i Nur eserlerinin okunmasını tavsiye eden, Allah dostu zatın bulunduğu Menzil’e uğradık. Allah’a, daha ziyade kalp ayağıyla ulaşan bu tarik, böyle yaşamak isteyenlere bir kapı açıyordu. Duâlar alıyor, duâlar ediyoruz. Risâle-i Nur Talebeleri olduğumuzu söylediğimizde, kalbî gülümsemeler beliriyor yüzlerde ve diller duâ ediyor. Kur’ân tilâvetinin, namaz sonrası tesbihatın, cevşen okumalarının ve Risâle-i Nur okumaları içerisindeki manevî, kalbî gıdanın; kalbî rızık olarak ihmal edilmemesi gereğini burada bir kez daha anlıyoruz. Nurların; kalben, aklen, mantıken ve sair hisleri tatmin ederek, bu asırda dünyalara nasıl nüfuz ettiğini bir kez daha müşahede ediyoruz.

Mesleğimizin muhabbetiyle yaşayarak ve hiçbir hak mesleği de tenkit etmeden, Isparta kahramanlarına yetişmeye çalışmanın önemini düşünüyoruz.

Tenkit yok, duâya devam derken; ahiret bohçamıza, birkaç nuranî hatıra daha iliştirmiş olarak, şükrediyoruz.

***

Çağrışım: Bir televizyon programında ABD Başkanı Obama’nın bir sineği nasıl tek vuruşta öldürdüğü ekranlara taşınıyor. Birinci haber olarak yer alıyor. Bir de Obama, ayağıyla, öldürdüğü sineği kameralara gösteriyor. Haberciler de, ‘tek vuruşla indirdi’ cümlesini not ediyorlar. Güya, süper gücün merkezindeki insanın neler yapabileceği imasında bulunuluyor.

Oysa farklı bir vizyon içinde olan Obama’dan, “Bir canlının hayatına kast ettiğim için üzgünüm” cümlesi beklenirdi. Hiçbir küçük, küçük değildir. Büyüklükler ayrıntılarda gizlidir.

İslâm âlimi Bediüzzaman, çamaşır ipi üzerinde dizilmiş olan sinekleri kovalayan talebelerine, “Kuşçuklarımı rahatsız etmeyin” diyerek, imanın mahlûkata karşı nasıl bir davranış getirdiği mesajını vermiştir.

Nemrut yazısı vesilesiyle hatırlatalım ki, o sinek, eğer Yaratıcısından özel bir görev alırsa, gücü, kuvveti, saltanatı dillere destan olan Nemrut’u nasıl yerle bir ettiğini ve hayatını kararttığını ve dünyada yaşayan koca kafalı insanlara da nasıl mesaj verdiğini göz ardı etmemek gerekir. Tarihteki her yaşanan, yaşanacaklara bir örneklik teşkil eder.

İnsan karşısında sinek ne kadar küçük görünüyorsa, yüce Kudret karşısında insan da bundan farksızdır. Herkes haddini bilmeli…

20.06.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Haydi çocuklar Kur’ân'a


A+ | A-

Dünya tarihi “Din öldürülecektir” diyenlerin öldüğüne, dinin ise hayatta kaldığına şahit. Bu konudaki en çarpıcı gelişme Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) dönemi Rusya’sında yaşandı. O dönem Rusya’yı idare edenlerin felsefesine göre din, “insanları, milletlere uyuşturan bir afyon”du ve onlar dini “öldürmeyi” hedef olarak seçmişlerdi. 70 yıl boyunca da bunun için uğraştılar, ama SSCB dağılınca görüldü ki büyük tahribata rağmen din, İslâm hâlâ ayakta ve hayatta. Sadece Rusya’da değil, “din öldürülecektir” diye karar alan başka ülkelerde de böyle olmuştur.

Türkiye’de de bu konularda ciddî sıkıntılar çekildiğine herkes şahittir. Bilhassa ‘tek parti’ devrinde insanların dinlerini gereği gibi öğrenmesine müsaade edilmemiş, sürekli engeller çıkarılmıştır. 1950 öncesi; Ezanı Muhammedînin 18 yıl boyunca “Tanrı Uludur, Tanrı Uludur” diye okutturulması bile bunu görmek için yeterli delil olsa gerek. O dönemde İslâmın icaplarını yerine getirmek isteyenler türlü sıkıntılara maruz kalmış, Kur’ân ve tefsirlerini okumak da suçlanmak için yeterli görülmüştür. Daha da ileri gidilerek kılık kıyafetlere dahi müdahale edilmiştir. Hemen ifade edelim ki “Hayır, böyle şeyler olmamıştır” diyen varsa, canlı şahitlerinin ortada olduğunu hatırlatırız.

Peki, bunca baskıya rağmen kim kaybetmiş? Elbette güneş üflemekle sönmemiş ve insanların Kur’ân sevgisi devam etmiştir. Postmodern darbe olarak isimlendirilen 28 Şubat süreci de Kur’ân öğrenilmesini engellemek için bin dereden su taşımış, çocuklarımızın Kur’ân öğrenmesine ‘yaş sınırı’ getirmiştir. Bugün itibarıyla 5. sınıfı bitirmeyen çocuklarımız camilere gidip Kur’ân öğrenemez! Hâlâ devam eden bu yasağın ilimle, irfanla, iz’anla, insafla, sosyolojiyle, pedegojiyle velhasıl her hangi bir ‘ölçü’ ile izah edilebilmesi mümkün müdür? Çocuklara konulan bu yasak; İslâmın icaplarını öğrenilmesine büyük bir engel değil mi?

Denilebilir ki, “Kâğıt üzerinde böyle bir yasak var, ama bu fiilen uygulanmıyor. Çocuklarımız camilerde Kur’ân öğreniyor.” Bir bakıma doğru, ama kâğıt üstünde de olsa devam eden bu yasak, bir anlayışı, bir yaklaşımı göz önüne seriyor. Türkiye’yi idare edenlerin bu yasağı devam ettiriyor olması da ayrı bir konu.

Diyanet yetkilileri, devam eden ‘yaş yasağı’na rağmen her yıl daha fazla çocuğun Kur’ân öğrenmek için camilere koştuğunu ifade etmiş. (AA, 19 Haziran 2009) Bu haber elbette sevindirici. Bununla birlikte, ‘cami cemaati’nin de yapması gerekenler var. “Yaş yasağı”nı aşarak camilere gelen çocuklara, gürültü çıkarıyorlar diye ‘fırça’ atmaktan gezgeçelim. Onlara camileri sevdirelim ki daha bir istekle camilere koşsunlar. Aksi halde dedbirsizce atılan her ‘fırça’ onların camilerden soğumasına sebep olabilir.

Kur’ân öğrenmenin yaşı yok, ama çocukken öğrenmenin zevki bir başka. Bu bakımdan Kur’ân öğrenmeyi sadece yaz tatilleriyle sınırlı tutmak da doğru olmaz. Okullarımızda da en azından isteğe bağlı olarak Kur’ân öğrenme dersleri konulmalıdır. Mevcud ‘Din Dersi’nde de bu yapılabilir. 12 Eylül ihtilalinden önce günedeme gelen bu konuları bugün konuşmak bile kimilerince ‘garip’ karşılanıyor.

12 Eylül ve 28 Şubat gibi darbe ve süreçlerin Türkiye’yi ne kadar ‘geri’ götürdüğünü varın siz hesaplayın...

20.06.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

İsrail'in, nükleer gücüne kim dur diyecek?


A+ | A-

Dünyanın en iyi bilinen açıklanmamış sırlarından birisi İsrail’in nükleer silâhlara sahip olduğudur. Amerika, bu sırrı 1968 yılından bu yana biliyor. Ancak Amerika ile İsrail arasında bu konuda bir anlaşma olduğu söyleniyor: Amerika bu sırrı açıklamayacak, İsrail de nükleer deneme yapmayacaktı. Şimdi ise Obama yönetimi bu durumu değiştirmeye kararlı görünüyor.

Obama nükleer silâha sahip bütün ülkelerin Nükleer Silâhsızlanma Anlaşmasını (NPT) imzalaması ve uymasını hedeflerinden birisi olarak belirledi. Washington’un nükleer silâhlar başmüzakerecisi Rose Gottemoeller ise, resmen İsrail’i bu anlaşmayı imzalamaya çağırdı.

İsrail ise inadını sürdürüyor. İlk nükleer reaktörü Dimona’yı Fransızların yardımıyla 1950’li yıllarda inşa eden İsrail, ırkçı Güney Afrika yönetimi ile 1970’li ve 80’li yıllar boyunca bu alanda ciddî bir işbirliğine gitti. Uranyum karşılığı teknolojik ve bilgi sattı. Şimdi İsrail’i NPT’yi imzalamaya zorlayan ABD, bu ülkenin nükleer programının başlatılmasının en büyük destekçisiydi. Bilim adamları ABD’de eğitim gördü. İlk araştırma amaçlı reaktörü Amerika kurdu.

İsrail’in nükleer gücüne ilişkin ilk ayrıntılı bilgiyi İsrailli teknisyen Mordeçay Vanunu fotoğraflarıyla birlikte açıkladı. Bu açıklamanın yapıldığı 1986 yılında İsrail yılda 1012 nükleer bomba yapacak kadar plütonyum işliyordu. Halen 200’den fazla nükleer savaş başlığına ve termonükleer silâha sahip olduğu sanılıyor.

İsrail tesislerini denetlettirmediği gibi, NPT anlaşmasını Küba, Hindistan ve Pakistan’ın yanı sıra imzalamayan dördüncü ülke konumunda.

Kendisinin bu gizli suçlarını gizlemeye devam eden İrsali, bir yandan da İran’a nükleer silâh ürettiği gerekçesiyle saldırma tehdidinde bulunuyor. En son Uluslar arası Atom Enerjisi Kurumu yönetim kurulu toplantısında, görev süresi Kasım ayında dolacak olan Genel Direktör elBaradey ile İsrail temsilcisi arasında bu konuda söz düellosu yaşandı. Suriye raporunu şiddetle eleştiren İsrail temsilcisine, Baradey çok daha şiddetli bir cevap verdi. Özünde NPT’yi imzalamayan ve zamanında Suriye’nin nükleer santralini keyfi olarak bombalayan bir ülkenin sözünü ciddiye almadığı mesajı yatıyordu.

Bu arada Amerika ile Rusya, süresi 5 Aralıkta sona erecek olan nükleer başlıkların azaltılmasına yönelik START1 anlaşmasının yerine yeni bir anlaşmanın müzakerelerini yapıyorlar.

Kuzey Kore’nin geçenlerdeki kısa menzilli nükleer başlıklı füze denemesi, aslında dünyadaki endişeleri arttırıyor. Obama da Prag’taki konuşmasında nükleer savaş tehlikesinin bitmesine karşın, nükleer saldırı tehlikesinin arttığını ileri sürmüştü.

Ortadoğunun en büyük nükleer tehdidini oluşturan İsrail’in bir an önce NPT’yi imzalayarak silâhsızlaşma konusunda, modern çağın getirdiği yükümlülüklerini yerine getirmesi gerekir. Baradey’i, İran’ı, Suriye’yi suçlamak yerine kendi tesislerini denetime açmalı ve NPT’yi bir an önce imzalamalıdır.

İsrail’e bunu yaptırabilecek tek güç de Amerika’dır. Obama “Evet Yapabiliriz” iddiasını İsrail’i nükleer silâhlanma alanında hizaya getirebilecek mi? Bölge ve dünya güvenliği açısından çok önemli olan bu görev Obama’nın omuzlarındadır.

İsrail de artık uluslar arası hukuku tanımayan, Filistin’de masum insanları katleden, tecrit eden, yoksul bırakan, kendi çıkarına gördüğünde başka ülkelerin topraklarını bombalamaktan kaçınmayan zorba devlet rolünü artık terk etmelidir. Bölgeye gelecek barış ve huzurdan en çok İsrail halkı yararlanacaktır. Tabi aynı bölgede yaşayanlar olarak biz de rahat bir nefes alacağız.

20.06.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Vahim belge ve sorular


A+ | A-

Daha birkaç hafta önce Kürt açılımını, Güneydoğu sorununu, Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesini konuşuyorduk. Şimdi “‘İrticayla Mücadele Eylem Planı”nı konuşuyoruz.

Genelkurmay Harekât Başkanlığı, Bilgi Destek Dairesi, 3. Bilgi Destek Şube Müdürü Deniz Kurmay kıdemli Albay Dursun Çiçek’in hazırladığı iddia edilen bu belge ile ilgili tartışmaların devam etmesi demokrasinin olgunlaşması açısından önemli. Ancak belgenin Taraf gazetesinde yayınlanmasının üzerinden bir haftadan fazla bir zaman geçmesine rağmen, hâlâ belgenin sahte mi, gerçek mi olduğunun ortaya çıkmaması da şüpheleri arttırıyor.

12 Haziran’da belgenin yayınlanmasının ardından yapılan açıklamalardaki çelişkiler kafalardaki soruları çoğalttı.

Genelkurmay Başkanlığının “Askerî Savcılığımızca olayla ilgili olarak yapılan soruşturmada şu ana kadar elde edilen deliller değerlendirildiğinde, ele geçirildiği iddia edilen belgenin Genelkurmay Başkanlığının herhangi bir biriminde hazırlanmadığına ilişkin bir kanaate varılmıştır” açıklamasındaki “kanaat” belirtmesi, net bir ifadede bulunmaması üzerine kamuoyu tatmin olmamıştı. Genelkurmay bu açıklamanın üzerinden birkaç saat geçtikten sonra tekrar bir açıklama yapıp “belgenin gerçek olduğu ispatlanırsa, sorumlusunu veya sorumlularını bünyesinde barındırmama” taahhüdünde bulunmuştu.

Başbakan ve Genelkurmay Başkanı da haftalık görüşmelerini erkene alarak Salı günü görüşmüştü. Bu görüşmenin hemen ardından Başbakan Erdoğan, grup toplantısında açıklamalarda bulunmuş, sonrasında da AKP, Ergenekon soruşturmasını yürüten İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunmuştu.

Peşinden Dursun Çiçek’in ifade vermeye hemen değil, Çarşamba günü geleceği açıklanmıştı. Ancak Albay Çiçek ifade vermeye gelmemiş, yerine Genelkurmay Askerî Mahkemesi Başsavcısı Yavuz Şentürk gelmişti. Ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekili Turan Çolakkadı ile yaklaşık 4 saat süren bir toplantı yaptı. Çolakkadı’nın açıklamaları “sivil savcı by-pass mı ediliyor” sorularını akıllara getirmişti.

Başbakanın MİT müsteşarı ile iki sefer görüşmesi, Genelkurmay istihbarat başkanının Emniyet Genel Müdürlüğüne gitmesi, Genelkurmay adlî müşavirinin başbakanlığa gitmesi ile hadisenin geldiği boyutu gösteriyor. Bu toplantıların niçin yapıldığı şu an için net olarak bilinmiyorsa da değişik yorumlar yapılıyor.

İlk günlerin aksine şimdilerde belgenin muhtevasından öte sahte mi, gerçek mi olduğu tartışılıyor. Ve belge gerçekte olsa, sahte olsa vahim olduğu konusunda herkes hem fikir. Bir haftalık sürede yapılan gelişmeler pek soru işaretlerini de beraberinde getirdi. İşte bu sorulardan bir kaçı:

Dün bazı gazetelerde Jandarma Kriminal Laboratuarlarında incelenen Albay Çiçek’in imzasıyla ilgili ön raporun yazıldığı imzanın yüzde 90 Albay Çicek’e ait olduğu yazılsa da, net raporun ne zaman çıkacağı, ya da bu raporların sivil bir makamlarca da yapılması gerekli değil mi?

Bazı hukukçuların da işaret ettiği gibi, konu sivilleri ve siyaseti ilgilendirdiği için soruşturma neden sivil yargıda yürütülmüyor?

Belgenin Ergenekon tutuklusu bir sanığın bürosunda ne işi vardı? Belgenin aslına ulaşıldı mı? Ulaşıldıysa neden açıklanmıyor?

Gazetelerde yayınlanan belgede Dursun Çiçek’in yanı sıra iki subayın daha “parafı” bulunuyor. Bu subaylar kimler? Bunlar da araştırılıyor mu? Bu paraflar belgenin sadece Albay Çiçek tarafından hazırlanmadığı, en azından üç kişinin haberinin olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıyor mu?

Albay Çiçek’in sivil savcılara ifade vermemesi TSK’yı yıpratmıyor mu?

Buna benzer birçok soru, yedi-sekiz gündür açıklığa kavuşturulmadı. Süre uzadıkça da milletin kafasındaki sorular artarak devam edecektir. Bir imzanın sahte olup olmadığı bu kadar sürede çözülemiyorsa, soru işaretleri elbette artacaktır. Ancak tartıştıkça da bazı şeyler ortaya çıkıyor. Bu da bu işin olumlu yanı. Burada Meclis Başkanı Köksal Toptan’ın şu cümlesini aktaralım: “Belgenin doğru ya da yanlış olduğunun tartışılıyor olması; siyasî partilerin, Genelkurmay Başkanlığının, hükümetin böyle bir ihtimale karşı aynı safta yer almaları, demokrasinin vardığı olgunluğu ifade etmesi bakımından gurur vericidir…” Sayın Toptan’ın bu ifadesine şu notu düşmemiz gerekiyor: Tabiî sonuç alınır, sorular cevaplarını bulursa...

“Vahim” olan bu belge mutlaka açıklığa kavuşturulmalı. Varsa suçlular cezalarını çekmeli. Çünkü bu belgedeki ifadeler ne demokrasiye, ne de 2009 Türkiye’sine yakışıyor.

20.06.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Derin mesafe


A+ | A-

Geçtiğimiz günlerde gündeme gelip bir miktar tartışılan “seçkinler ve sosyal mesafe” araştırmasını gerçekleştiren Galatasaray Üniversitesi öğretim üyeleri Prof. Dr. Füsun Üstel ve Doç. Dr. Birol Caymaz, ortaklaşa verdikleri geniş bir mülâkatta, sözü edilen seçkinlerin düşünce yapısına ve psikolojisine ışık tutan çok ilginç değerlendirmeler yapmışlar.

Kısa bir özet vermeye çalışacak olursak:

Üstel: Kendilerini cumhuriyetin kurucu unsuru, taşıyıcısı ve tek garantörü olarak görüyorlar. Ülkeyi çoğunlukmuşçasına yönetiyorlar ve kendi düşüncelerine tâbi olması gereken kesimleri “ötekiler” olarak görüyorlar. Yani onlar kural koyucu, norm koyucu, doğruları bilen bir kesim!

Caymaz: CHP eğilimliler, ama kerhen. Mümkün olsa M. Kemal’in başına geçebileceği bir parti isterler. 30’lu yılların nostaljisini duyuyorlar. 40 kişiden 37’si kendisini demokrat ve liberal değil, Kemalist ve Atatürkçü olarak tanımlıyor.

Üstel: Seçkin, nitelikli, liberal eğitim kurumlarından ve eğitim anlayışından geçmiş olmanın özelliği, darbelere ilkesel olarak karşı olmaktır, ama AKP ile ilgili tehdit algıları o kadar yüksek ki, en azından bir bölümü “Şeriat olacaksa ya da AKP yükselecekse darbe düşünülebilir” diyor.

Caymaz: Bizi en çok şaşırtan şey, devleti kurtarmak için gerekirse darbeye “evet” demeleri.

Üstel: Seçkin olmak artık eskisi gibi kendiliğinden, doğal birşey değil onlar için ve elden gidiyor. Kaybettikleri bu şey nedeniyle endişeye kapılan, bunu bir geri kaçışla, milliyetçi refleksle tatmin etmeye çalışan kişilerle karşı karşıyayız.

Caymaz: Toplumsal hayatın içine pek fazla girmeyen, yalıtılmış hayatlar süren insanlar. Uzun süre belki hissetmediler hiçbir şey. Son 10 yılda Türkiye’nin değişimi, özellikle iç siyasetteki değişimler korkuyla uyanmalarına sebep oldu.

Üstel: Yönetimin ellerinden kaçtığını hissediyorlar, bu onları büyük rahatsızlığa sevk ediyor.

Caymaz: Başka şeyler okumuş olsalardı ya da okumaya vakitleri olsaydı başka şeyler göreceklerdi, ama büyük olasılıkla işten yorgun gelip televizyonun karşısında uyuyorlar. Zihniyetlerini büyük olasılıkla gazete ve televizyonlar belirliyor.

Üstel: Herkesin kendini yurttaş kabul ettiği, ama birtakım insanların diğerlerini dışladığı, sosyal mesafe koyduğu, mesafelerin arttığı, bazen ikinci sınıf ya da sözde vatandaş olarak kabul ettiği, kutuplaşmaların arttığı bir sürece girildi.

Caymaz: Karşılıklı tarafların bir araya gelmesi, uzlaşma zeminlerinin oluşturulması, başörtülü kadınları görmekten imtina eden kadınlara başörtülü arkadaş bulmamız, hayatında hiç Kürt görmemiş insanlara Kürtlerle birlikte yemek yedirilmesi gerekiyor. Yoksa tanımadıkları insanlar hakkında abuk sabuk konuşuyor herkes.

Üstel: Bu insanlar artık giderek daha çok karşılaşıyorlar. Karşılaşma var, ama kaynaşma yok Yani, birbirine değmeden, yan yana yaşıyorlar.

(Şirin Sever’in röportajı, Sabah-Pazar, 14.6.09)

Fanatikler marjinalize edilmeli

Bizim özellikle 27.5.09 tarihli “Negatif enerji” başlıklı olanı başta olmak üzere değişik yazılarımızla işaret etmeye çalıştığımız bir vakıanın, bu çevrelerle içli dışlı iki uzman tarafından dile getirilmesi anlamındaki bu yorumlar çok önemli.

Şu sorular ve cevapları da: Gerçekten Türkiye, iddia edildiği gibi laiklik eksenli bir kutuplaşma ortamına sürükleniyor mu? Laikçi kesimin sayıca azlığına bakarak, onları dikkate almayan bir tavır sağlıklı olur mu? Başından beri ülkeyi kendisinin yönettiğine inanan kesimin artık bu konumunu kaybediyor olduğunu görmekten kaynaklanan bir psikolojiyle, çoğunluğu daha da rahatsız edebilecek aşırı tepkilere yönelmesi Türkiye’ye ne getirir, ne götürür?

Bunların çok iyi tahlil edilmesi, herşeye rağmen diyalog kanallarının açık tutulup uzlaşma imkânlarının aranması, en azından kendileri dışındakileri kabule asla yanaşmayanları marjinalize ederek diğerlerinin endişelerini yatıştırmaya yönelik bir strateji izlenmesi gerekmiyor mu?

20.06.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.