Mikail YAPRAK |
|
Said Nursî ve Charles De Foucauld |
Diyalog karşıtı çevrelere ve fikirlere rağmen, Hıristiyanlarla yapılan ortak çalışmalar, inanç ve kültür ağırlıklı programlar boyut kazanarak devam ediyor. Uzlaşma ve barış düşmanı faaliyetler de maalesef her alanda, bilhassa AB meselesinde sırıtarak çehresini gösteriyor. Türkiye’yi AB’de görmek isteyenler, medeniyetler ve kültürler arası uzlaşmadan yana olduklarını her vesileyle izhar ederlerken, aksine tavır içinde olanların, bencil, fanatik ve ırkçı anlayışların zebunu oldukları gözden kaçmıyor. Bizim fiilen kendimizi kültürler arası diyalog faaliyetlerinin içinde bulmuş olmamız, 11 Eylül 2001 tarihine dayanır. Bu korkunç komplonun hemen akabinde, Hıristiyan canipten gelen dâvetlere icabet edip ortak toplantılara katıldık. O gün bu gündür, kimilerinin antipatisini, kimilerinin sempatisini celbeden, ama netice itibariyle kendi açımızdan verimli ve insanlığın hayrına bildiğimiz buluşmalarla iç içeyiz. Rabbimiz; şerleri hayra tebdil eylesin. Kalplerimizi ve niyetlerimizi temiz kılsın. Gayretlerimizi boşa çıkarmasın. “Bir şey bütünüyle elde edilmezse, bütün bütün terk edilmez” kaidesiyle yola devam ediyoruz. İşte böyle devam ederken, karşımıza rahip Charles de Foucauld (Şarl dı Fuko) çıktı. Ama önce Hristiyanların karşısına Said Nursî çıkarıldı. Yaklaşık sekiz yıldır diyalog grubundaki yerini sağlam tutan derneğimiz, “doğru İslâmiyetin ve İslâmiyete lâyık doğruluğun” izini sürerken, Said Nursî gerçeğini göz ardı edemezdi. Yerini sağlam tutmaktan kastım odur ki, Hıristiyan üyeler kusura bakmasınlar, her defasında akla ışık tutan, hayatta iz bırakan ve güneş gibi parlayan iman ve Kur’ân hakikatleri oluyor. Bunu her programdan sonra Hıristiyan katılımcılar da itiraf ediyorlar. Meselâ, dört yıl önce derneğimiz ve Caritas marifetiyle hazırlanan geniş katılımlı programda dinleyenleri mest eden ve hayran bırakan orijinal Kur’ân ziyafeti ve Ahmet Gürsel’in ney ziyafeti olmuş, soru-cevap bölümünde hemen bütün sorular İslâmiyet üzerine sorulmuştu. Şimdi bu, 5 Haziran 2009 tarihli programda Hıristiyanların da en çok dikkatini çeken isim Said Nursî olmuş, Almanca risâleleri temin ederek onu daha yakından tanımak istemişlerdir. Bu vesileyle her iki şahsiyetin fotoğraflarını da taşıyan dâvet metinleri ilgili yerlere, hatta bazı okullarda (katılımcıların bazıları öğretmen oldukları için) öğretmen odalarına asılmıştır. Bazı öğretmenler de, Said Nursî gibi bir ilim adamının okullarda da tanıtılmasını teklif etmişlerdir. Bu iki şahsiyetin, fikirleriyle ve kısa hayat hikâyeleriyle mezkûr tarihte tanıtımlarının fikir mutfağı ise, iki ayda bir tekrarlanan grup toplantılarıdır. Grupta vazifeli arkadaşlarımızın (Yaşar Yılmaz ve İsmail Sarıömeroğlu), Said Nursî’den söz ederek, onun bazı vecizelerini aktarmaları, Hıristiyanları ve gruptaki diğer Müslümanları heyecanlandırmış, bilhassa Üstâd’ın pervasız ve minnetsiz duruşu onları çok etkilemiş, onun “ekmeksiz yaşarım ama hürriyetsiz yaşayamam” sözüne hayran kalmışlardır. Ve senede bir defa yapılan sinevizyonlu, müzikli ve geniş katılımlı tanıtım programında Said Nursî’ye ve fikirlerine yer verilmesine karar vermişlerdir. Grubun Hıristiyan üyeleri, “bütün insanları kardeş sayan bir adamımız vardır, onu da birlikte tanıtalım” diyerek, Charles de Foucauld’yu öne sürmüşlerdir. Öyle anlaşılıyor ki, grubun Hıristiyan girişimcileri, kendi idrak ve kavrayışlarına, kendi anlayış kapasitelerine göre, o mistik gönül adamının hayatında Said Nursî’den çizgiler fark etmişler. Demek ki, onlar ilk nazarda ancak Said Nursî’deki sufiyane, tasavvufî çizgileri yakalayabilmişler. Ondaki ilmî kifayeti, eşyanın hakikatına nüfuz eden harika dehayı, onun ilimler ve fenler üzerine tetkiklerini ve ona ihsan edilen Kur’ân ilmini, kendi zaviyelerinden görebilmeleri zaten düşünülemezdi. Hem onlar, Said Nursî’nin doğuştan itibaren ilâhî bir murakabe altında tutulduğunu nereden bilebilsinlerdi? İşte bu sırrı bilmedikleri için, 1858’de Fransa’da dünyaya gelen, zengin ve şöhretli bir aileye mensup olup, gençliğini israf ve sefahat içinde geçiren, okulda tembelliği ve şımarıklığıyla bilinen, subaylığı döneminde keyfe, içkiye ve kadına düşkünlüğü sebebiyle sık sık cezalar alan ve sonunda rütbeleri sökülen ve nihayet bir Fransız kolonisi olan Cezayir’de tanıdığı Müslümanlar sayesinde (kendi ifadesiyle) kendini ve kendine göre yolunu bulan, tövbekâr olup, eski sefih hayatına keffareten dünyayı ve dünya zevklerini terk eden, çöldeki çilehanesinde inzivaya çekilip nefis terbiyesiyle meşgul olan bir münzevîde, bu Hıristiyan gönüllüler, Said Nursî’den çizgiler sezebilmişlerse, bizim onlara, yani bu “ehl-i teslis”e nazar-ı müsamaha ile bakmamız ve hakikatın neresinde seyrettiklerini görmemiz gerekir. Ayrıca bu Fransız münzevînin dönüşünden ve dünyaya yüz çevirmesinden, dünya insanlarının ders alması gerekir. Bu öyle bir dönüş ki, içki ve domuz eti dahil her türlü haramları terk ettiği gibi, helâl zevklerden bile kendini uzak tutup, kefene benzeyen eski giysilere bürünerek, yırtık ayakkabılarla yetinmiştir. Ancak bir noktaya değinmeden geçemiyeceğim. Bu gönül adamının, Cezayir’deki çilehanesinde nefis terbiyesiyle meşgul olup, misyonerlik yapmadığını her vesileyle beyan etmesine rağmen, 11 Kasım 2005 tarihinde Vatikan’da ona azizlik payesinin verileceğinin ilk adımı olan kutsama törenine bizzat Papa 16. Benediktus’un katılması ve onun orada bir misyoner olarak anılması, Cezayirlilerce, Fransız sömürge tarihinin ödüllendirilmesi olarak eleştirilmiştir. De Foucauld, 1916’da Cezayirlilerin Fransa’ya isyanında öldürülmüştü. 18.06.2009 E-Posta: [email protected] |