Mehmet KAPLAN |
|
“Kafiyeler...” |
Aziz okuyucularım iyi bilirler: Merhum şairimiz Necip Fazıl Kısakürek’in “KAFİYELER” isimli nefis bir şiiri vardır. Alt alta sıralanmış enfes mısralar… Nerede ise her mısra bir-iki kelimeden müteşekkil. Ancak, her mısra bir kitap sanki: “….San'atsız Papağan, Neden çok; Ve atsız Kahraman, Niçin yok? Çok ve yok, Yok ve çok, Aç ve tok, Tok ve aç; Tut ve kaç! Saklambaç.” Bu mısralara, cümle eklemek; abes… *** Bundan önceki bazı mısralar ise çok daha anlamlı: “Hendese, Kümese Tıkılmak. Hadise Kırkayak.” Ülkemizde dönen ve de döndürülen kırkayaklıklar ve kırkayaklara birebir uyan mısralar! Şiirin devamındaki bir kısım ise şöyle; “Adese (mercek), Oyuncak. Vesvese, Gökbayrak. Ölümse, Gel dese; Tak, tak tak! Mu-hak-kak!” Gerçekten de yukarıdaki mısralar cinnet geçirmekte olan cemiyetimizin son hali gibi!! “Ölüm muhakkak” ama her taraf vesvese ve gerçekleri yakınlaştıran merceğimiz bozuk ya da kırık! *** “Ve derken: (……..) Rüyamız Kapkara. Manzara: …Ebeler İsteksiz. Kubbeler Desteksiz. Türbeler Meleksiz. Tövbeler Gerçeksiz. Cübbeler Yüreksiz.” Korkunç bir “Manzara”; Çocuk yok, ebeler boşta! Kubbelerin mânevî desteği yok gibi! Ya cübbeler? Bu; “yüreksiz cübbe” sahipleri öyle bir içi boşaltılmış cübbeye sahip ki içinde hangi meslek sahipleri yok ki? *** Ve “Kafiyeler” şiirinin son mısraları: “Cezbeler Şimşeksiz. …Heybeler Ekmeksiz. Kafiye, Hikâye! …Kandil loş, Ocak boş; …Emir tez, Bekletmez! Ve o nur Bulunur! İşte iz! Geliniz! Toprak post, Allah dost...” Bütün bunlara, ne ilâve edilebilir ki? Her bir mısra: Bir kitap hüviyetinde… Hiçbir mısrada; “Safiye, kafiyeye kurban edilmemiş.” Sizce de öyle değil mi? 18.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Yasaklı” yaz Kur’ân kursları (2) |
Ekonomik krizin etkilerini azaltmak için altı ay boyunca 12 bin vatandaşı çeşitli sosyal işlerde istihdam edeceklerini 200 bin işsizi günlük 15 lira ücretle kurslarda vasıflı işgücü haline getireceklerini açıklayan Başbakan, “Meselâ şimdi yaz boyu tüm okullarımızı elden geçireceğiz. Bakım, onarım, boya, badana, her şey. Bunları part-time, full-time fark etmez, bu yaz boyu bunları bu şekilde çalıştırmak suretiyle okullarımızın bütün bu sorunlarını İnşallah gideceğiz’” diye konuşuyor… Başbakan, “boyamak”la “okulların sorunları”nı gideriyor! Millî Eğitim Bakanlığı, “okul öncesi zorunlu eğitim”le dokuz yıla çıkarılan kesintisiz eğitimin 32 ilde uygulanması için, her yıl atadığı on binlerce öğretmene ilâve olarak bu yıl ayrıca 20 bin okul öncesi öğretmeni atıyor. Lâkin okul zamanı bir yana, yaz tatilinde âtıl duran ilköğretim okullarında din öğretimi ve eğitiminin verilmesi ve Kur’ân öğretimi için hükümetin/Bakanlığın hiçbir projesi yok… Siyasî iktidar, devletin üzerine aldığı “din eğitimi ve öğretimi görevi”ni yerine getirmiyor. Dahası Diyanet’e bağlı Kur’ân kurslarına ve camilere getirilen “Kur’ân öğretiminde yaş yasağı”na yeni cezalar ekliyor. AKP iktidarınca çıkarılan yeni ceza yasasına, evlerinde komşu çocuklarına meccanen Kur’ân öğretenleri “izinsiz eğitim kurumları açmak”la sorgulayıp yargılayacak, hatta hapis cezasına çarpıtacak kayıtların konulması, bunun bir örneği…
YAZ KURSLARI, DEVLETİN VAZİFESİ… Oysa “din ve vicdan hürriyeti”ne dair Anayasanın 24. maddesi gereği devletin denetim ve gözetimi altına aldığı “din ve ahlâk eğitim ve öğretimini” vermesi gerekiyor. Bu madde ile okullarda yetersiz de olsa “din kültürü ve ahlâk bilgisi dersleri” konulmuş. Yine bu maddedeki, “kişilerin kendi isteği, küçüklerin kanunî temsilcisinin talebiyle verilmesi” ibâresiyle, “bunun dışındaki din eğitimi ve öğretimi”ni devlete yüklemiş. Keza Anayasanın 136. maddesiyle kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı Kanununun başındaki “kuruluş ve görevleri”ne dair ilk maddesi, “İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” yetkisini ve vazifesini Diyanet’e vermiş. Bu durumda, devletin Diyanet aracılığıyla okullardaki “din dersleri” dışında toplumdan gelen “din eğitimi ve öğretimi talepleri”ni karşılaması, Anayasa ve yasalar gereği öncelikli görevi. Hükümetin, okul zamanı ya da tatilde, vatandaşların talebiyle başta dinlerinin temel kitabı olan Kur’ân-ı Kerimi ve dinî bilgileri öğrenmeleri için imkânları hazırlaması, esas vazifesi… İşte bu gerekçelerle, Diyanet’e 70 bin kadro tahsis eden, 571 imam hatip okulu ve onlarca yüksek İslâm enstitüsü/İlâhiyat fakültesi ve binlerce Kur’ân kursunu hizmete açan Adalet Partisi hükümeti tatilde okullarda Kur’ân öğrenimi ve dinî bilgiler verilmesine dair düzenlemeleri ve gerekli mevzuat çalışmalarını yapmıştı. Dönemin Millî Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Abdullah Nişancı, yaz aylarında pedagojik formasyona sahip din dersleri öğretmenlerini ve imam-hatipleri görevlendirmekle okullarda Kur’ân öğretimi ve din eğitimi verilmesi hazırlığını yaptıklarını belirtmişti. Ancak demokrasiyi inkıtaa uğratan, millet irâdesinin temsilcisi Meclis’i kapatıp meşrû hükümeti deviren 12 Eylül ihtilâli, bu hayırlı hizmetin de önünü kesmişti…
HAZIR MECLİS AÇIKKEN… Ne var ki gelinen noktada okul zamanı 15-16, yaz tatilinde bile en az 12 yaşına kadar çocukları dinlerini ve dinlerin temel kitabını öğrenmeden mahrum bıraktıran yönetmeliği hâlâ değiştirmeyen, bale, dans, müzik, resim, spor, yüzme, yabancı dil kursları için herhangi bir yaş sınırı aranmazken, 28 Şubat postmodern darbe sürecinden kalma Kur’ân kurslarındaki “yaş yasağı”nı devam ettiren AKP hükümeti, Adalet Partisi azınlık hükümetinin uygulamaya geçirdiği “tatilde okullarda Kur’ân ve dinî bilgiler öğretimi”ne sahip çıkmıyor. Türkiye’nin gündeminin her gün yeni bir sansasyonla sarsılması ve demokrasi dışı “gizli belge” ve “darbe teşebbüsleri”ndeki “mağduriyet”le siyasî rant peşinde; gereğini yapmıyor. Başbakan, “Gündemimizi bitirinceye kadar Meclis’i açık tutacağız, tatile girmeyeceğiz” diyor. Her fırsatta “Başbakanlık, bakanlık, milletvekilliği hepsi geçici; yarın musalla taşında bir tek ‘Er kişi niyetine!’ diyecekler” diye şahısların ve makamların fanî olduğunu anlatıyor. Sahi, hazır Meclis açıkken öncelikle Kur’ân öğrenimini yaşla sınırlayan, tedirginlik ve sıkıntıya sebebiyet veren yasaklı yasa ve mevzuat neden düzeltilmiyor? Niçin “yaz Kur’ân kursları” iktidarın gündeminde değil... AKP, yedi yıldır hükûmette ama yarın her iktidar gibi gidecek. Peki, bunca yıl iktidarda kalıp Kur’ân öğreniminin engellenmesi ayıbının kaldırılmamasına ne cevap verecek? Bir ay boyunca “yabancılara toprak kullandırmalı mayın yasası” için direnen AKP siyasî iktidarı, bu “yasa”da gösterdiği direncin onda birini “Kur’ân kursları” için gösteremez mi? İktidar, neden bu gayreti göstermiyor? “Kur’ân öğrenimi”, “kiralatmalı mayın yasası” kadar önemli değil mi? 18.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Said Nursî ve Charles De Foucauld |
Diyalog karşıtı çevrelere ve fikirlere rağmen, Hıristiyanlarla yapılan ortak çalışmalar, inanç ve kültür ağırlıklı programlar boyut kazanarak devam ediyor. Uzlaşma ve barış düşmanı faaliyetler de maalesef her alanda, bilhassa AB meselesinde sırıtarak çehresini gösteriyor. Türkiye’yi AB’de görmek isteyenler, medeniyetler ve kültürler arası uzlaşmadan yana olduklarını her vesileyle izhar ederlerken, aksine tavır içinde olanların, bencil, fanatik ve ırkçı anlayışların zebunu oldukları gözden kaçmıyor. Bizim fiilen kendimizi kültürler arası diyalog faaliyetlerinin içinde bulmuş olmamız, 11 Eylül 2001 tarihine dayanır. Bu korkunç komplonun hemen akabinde, Hıristiyan canipten gelen dâvetlere icabet edip ortak toplantılara katıldık. O gün bu gündür, kimilerinin antipatisini, kimilerinin sempatisini celbeden, ama netice itibariyle kendi açımızdan verimli ve insanlığın hayrına bildiğimiz buluşmalarla iç içeyiz. Rabbimiz; şerleri hayra tebdil eylesin. Kalplerimizi ve niyetlerimizi temiz kılsın. Gayretlerimizi boşa çıkarmasın. “Bir şey bütünüyle elde edilmezse, bütün bütün terk edilmez” kaidesiyle yola devam ediyoruz. İşte böyle devam ederken, karşımıza rahip Charles de Foucauld (Şarl dı Fuko) çıktı. Ama önce Hristiyanların karşısına Said Nursî çıkarıldı. Yaklaşık sekiz yıldır diyalog grubundaki yerini sağlam tutan derneğimiz, “doğru İslâmiyetin ve İslâmiyete lâyık doğruluğun” izini sürerken, Said Nursî gerçeğini göz ardı edemezdi. Yerini sağlam tutmaktan kastım odur ki, Hıristiyan üyeler kusura bakmasınlar, her defasında akla ışık tutan, hayatta iz bırakan ve güneş gibi parlayan iman ve Kur’ân hakikatleri oluyor. Bunu her programdan sonra Hıristiyan katılımcılar da itiraf ediyorlar. Meselâ, dört yıl önce derneğimiz ve Caritas marifetiyle hazırlanan geniş katılımlı programda dinleyenleri mest eden ve hayran bırakan orijinal Kur’ân ziyafeti ve Ahmet Gürsel’in ney ziyafeti olmuş, soru-cevap bölümünde hemen bütün sorular İslâmiyet üzerine sorulmuştu. Şimdi bu, 5 Haziran 2009 tarihli programda Hıristiyanların da en çok dikkatini çeken isim Said Nursî olmuş, Almanca risâleleri temin ederek onu daha yakından tanımak istemişlerdir. Bu vesileyle her iki şahsiyetin fotoğraflarını da taşıyan dâvet metinleri ilgili yerlere, hatta bazı okullarda (katılımcıların bazıları öğretmen oldukları için) öğretmen odalarına asılmıştır. Bazı öğretmenler de, Said Nursî gibi bir ilim adamının okullarda da tanıtılmasını teklif etmişlerdir. Bu iki şahsiyetin, fikirleriyle ve kısa hayat hikâyeleriyle mezkûr tarihte tanıtımlarının fikir mutfağı ise, iki ayda bir tekrarlanan grup toplantılarıdır. Grupta vazifeli arkadaşlarımızın (Yaşar Yılmaz ve İsmail Sarıömeroğlu), Said Nursî’den söz ederek, onun bazı vecizelerini aktarmaları, Hıristiyanları ve gruptaki diğer Müslümanları heyecanlandırmış, bilhassa Üstâd’ın pervasız ve minnetsiz duruşu onları çok etkilemiş, onun “ekmeksiz yaşarım ama hürriyetsiz yaşayamam” sözüne hayran kalmışlardır. Ve senede bir defa yapılan sinevizyonlu, müzikli ve geniş katılımlı tanıtım programında Said Nursî’ye ve fikirlerine yer verilmesine karar vermişlerdir. Grubun Hıristiyan üyeleri, “bütün insanları kardeş sayan bir adamımız vardır, onu da birlikte tanıtalım” diyerek, Charles de Foucauld’yu öne sürmüşlerdir. Öyle anlaşılıyor ki, grubun Hıristiyan girişimcileri, kendi idrak ve kavrayışlarına, kendi anlayış kapasitelerine göre, o mistik gönül adamının hayatında Said Nursî’den çizgiler fark etmişler. Demek ki, onlar ilk nazarda ancak Said Nursî’deki sufiyane, tasavvufî çizgileri yakalayabilmişler. Ondaki ilmî kifayeti, eşyanın hakikatına nüfuz eden harika dehayı, onun ilimler ve fenler üzerine tetkiklerini ve ona ihsan edilen Kur’ân ilmini, kendi zaviyelerinden görebilmeleri zaten düşünülemezdi. Hem onlar, Said Nursî’nin doğuştan itibaren ilâhî bir murakabe altında tutulduğunu nereden bilebilsinlerdi? İşte bu sırrı bilmedikleri için, 1858’de Fransa’da dünyaya gelen, zengin ve şöhretli bir aileye mensup olup, gençliğini israf ve sefahat içinde geçiren, okulda tembelliği ve şımarıklığıyla bilinen, subaylığı döneminde keyfe, içkiye ve kadına düşkünlüğü sebebiyle sık sık cezalar alan ve sonunda rütbeleri sökülen ve nihayet bir Fransız kolonisi olan Cezayir’de tanıdığı Müslümanlar sayesinde (kendi ifadesiyle) kendini ve kendine göre yolunu bulan, tövbekâr olup, eski sefih hayatına keffareten dünyayı ve dünya zevklerini terk eden, çöldeki çilehanesinde inzivaya çekilip nefis terbiyesiyle meşgul olan bir münzevîde, bu Hıristiyan gönüllüler, Said Nursî’den çizgiler sezebilmişlerse, bizim onlara, yani bu “ehl-i teslis”e nazar-ı müsamaha ile bakmamız ve hakikatın neresinde seyrettiklerini görmemiz gerekir. Ayrıca bu Fransız münzevînin dönüşünden ve dünyaya yüz çevirmesinden, dünya insanlarının ders alması gerekir. Bu öyle bir dönüş ki, içki ve domuz eti dahil her türlü haramları terk ettiği gibi, helâl zevklerden bile kendini uzak tutup, kefene benzeyen eski giysilere bürünerek, yırtık ayakkabılarla yetinmiştir. Ancak bir noktaya değinmeden geçemiyeceğim. Bu gönül adamının, Cezayir’deki çilehanesinde nefis terbiyesiyle meşgul olup, misyonerlik yapmadığını her vesileyle beyan etmesine rağmen, 11 Kasım 2005 tarihinde Vatikan’da ona azizlik payesinin verileceğinin ilk adımı olan kutsama törenine bizzat Papa 16. Benediktus’un katılması ve onun orada bir misyoner olarak anılması, Cezayirlilerce, Fransız sömürge tarihinin ödüllendirilmesi olarak eleştirilmiştir. De Foucauld, 1916’da Cezayirlilerin Fransa’ya isyanında öldürülmüştü. 18.06.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Bric: Rusya öncülüğünde yeni dünya ekonomik düzeni |
Salı akşamı Moskova’da BRIC ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) toplandı. Yabancı döviz rezervlerinin yaklaşık 3 trilyon dolarlık kısmını kontrol eden bu ülkeler, bu birliğin basacağı tahvillere küresel piyasadaki döviz rezervlerinin bir kısmının kaydırılarak, piyasadaki ABD kontrolünün zayıflatılmasını hesaplıyor. İşte bu toplantının amacı bu. Rusya şimdiden para rezervlerinin bir kısmını dolardan çıkarıp BRIC ülkelerinin tahvillerine yatırmayı planlıyor. İşin aslı, Rusya, Çin ve Hindistan’ı yanına alıp Amerika’ya meydan okumaya hazırlanıyor. Brezilya da bu üçlünün Amerika’daki şubesi konumunda. İlk kez 2001 yılında Goldman Sachs tarafından kullanılan BRIC ismi, bir teori halinde geliştirildi. Bu da bu dörtlünün ilk zirvesi olacak. Ekonomisi hızla büyüyen bu ülkelerin 2050 yılında dünyanın şu anki en zengin ülkelerinin toplam ekonomilerinden daha büyük bir ekonomiye sahip olacakları hesaplanıyor. Bu ülkeler dünya topraklarının yüzde yirmi beşinden fazlasının, dünya nüfusunun yüzde kırkının sahibi. Toplam millî gelirleri 15.435 trilyon dolar. Küresel sermayenin yüzde kırkına sahipler. Bu dörtlüden Brezilya ve Rusya imal edilmiş mal ve hizmetlerin dominant küresel tedarikçisi olmayı hedeflerken, Çin ve Hindistan da en önemli hammadde tedarikçileri olacaklar. Brezilya soya ve demir özünde dominant, Rusya ise petrol ve doğal gazda önemli bir tedarikçi. Diğer yönden dördü de Amerika’nın paranın muhafızlığını yapmasından ve ABD’nin malî krizi dolayısıyla hızla düşen doların değerinden yakınıyorlar. IMF’nin yapısının değişmesini istiyorlar. Yabancı merkez bankalarında yığılan dolar, bu ülkeleri güç bir seçimle karşı karşıya bırakıyor; ya bu dolarları ABD bonolarına yatıracaklar ya da ellerinde tutup, kendi para birimlerinin aşırı değerlenip, ihracat şanslarının azalmasına göz yumacaklar. Bu arada meselâ Çin 1 trilyon dolarını Amerikan hükümet tahvillerine yatırmış. Bu yüzden Amerika’daki bütçe açığının enflasyona yol açıp, doları zayıflatmasından endişe ediyor. Çin merkez bankası başkanı geçen aylarda doların yerine yeni bir uluslar arası para biriminin konulması çağrısı yaptı. Rusya da doların kullanımını Amerika’nın uluslar arası piyasaları kontrol etmesi olarak yorumluyor. İşte şimdi BRİC ülkeleri bu durumu değiştirme peşinde. Medvedev; “tamamen yeni türde, belli siyasal sorunlar ve motifler ile belli ülkelerin egemen olamayacağı, malî kurumlara ihtiyacımız var” diyor. Ancak uluslar arası uzmanlar dünyanın ekonomik düzenini değiştirmenin çok kolay olmadığını, bu toplantının yalnızca bir sembolik anlam taşıyacağını savunuyorlar. Amerika’nın doların uluslar arası para birimi olmasından kaynaklanan savurganlığı ve keyfî politikaları en çok gelişmekte olan ülkeleri vuruyor. Türkiye de bu bencil ABD politikasının zararlarını yaşadı. Aşırı değerlenen Türk lirası Türkiye’nin ihracatta rekabet gücünü azalttı. Tekstil sektörü ise bundan en çok etkilenen sektör oldu. Bu yüzden Türkiye’nin de BRIC ülkelerinin bu girişimlerini dikkate alması ve dünya ekonomisinin 2050 yılındaki resmine göre şimdiden tavır belirlemesi gerekiyor.. 18.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Din ve bilim buluşuyor |
BAHÇEŞEHİR Üniversitesi bu günlerde çok mühim bir konferansa evsahipliği yapıyor. Biz de ilk günkü basına açık oturumları takip etme imkânı bulduk. Canterbury Başpiskoposluğu ve Georgetown Üniversitesi’yle ortaklaşa düzenlenen “Hıristiyanlık ve İslâm Açısından Din ve Bilim” konulu uluslar arası konferans iki gün boyunca kapalı oturumlarla devam ediyor. Konferansın ilk gününde takdim konuşması yapan Canterbury Başpsikoposu Prof. Dr. Rowan Williams üzeri kapalı olarak çok mühim mesajlar verdi. Piskopos Williams dünyaya materyalist bir bakış açısıyla bakanların dine ve inanca karşı bir savaşa giriştiğini ve bu savaşa karşı Hıristiyan ve Müslümanların ortak bir mücadele vermesi gerektiğine dikkat çekti. “Kutsal metinleri okuyan herkes yüzünü Allah’â dönmüş olur” diyerek ehl-i kitabın bir arada hareket etmesi gerektiğine dikkat çeken Başpiskopos bu türden birlikteliklerin aynı zamanda medeniyetler çatışması tezini de boşa çıkaracağına dikkat çekti. Konferansta konuşan akademisyen ve araştırmacılar genel olarak din ve bilimin birbiriyle tenakuz etmediği ve aynı paralelde hareket edebileceklerini vurguladılar. Özellikle son oturumda konuşan Cambridge Üniversitesi bünyesindeki Faraday Enstitüsü uzmanlarından Dr. Denis R. Alexander, insanın hayata bakışını etkileyen dört faktör bulunduğunu ve bunların, “din, bilim, estetik ve ahlâk” olduğunu ifade etti. Faraday Enstitüsü’nde Din ve Bilim Kürsüsünün direktörü olan Dr. Alexander Cambridge Üniversitesi’nde ve diğer başka bilim kurumlarında dikkatini çeken ve genel olarak herkesin kabul ettiği bir gerçekten bahsetti. Bizce Bediüzzaman’ın “Fenler Allah’ı anlatıyor” şeklinde özetlenebilecek yaklaşımını ispat eder nitelikte olan bu hakikat çok ibretliktir. Dr. Alexander’in belirttiğine göre bilim adamları arasında en çok inanç sahibi olan, Allah’a inancı kuvvetli ve dinlerine bağlı olanlar ekseriyetle fen bilimleriyle uğraşanlar oluyor. Dr. Alexander bunu söyledikten sonra konferans salonundaki diğer meslektaşları da bu hakikati teyid ettiler. Evet dünyanın önemli bilim insanları bu gerçeği kabul ediyor. Kâinatı ve insanı tanıyan Allah’a daha çok inanıyor ve fen ilimleriyle uğraşan bilim adamları daha dindar oluyor. Dr. Alexander’in dikkat çektiği diğer şey ise ‘yeni ateizm’ temsilcilerinin oldukça zayıf argümanlara dayanarak hareket etmesiydi. Alexander’e göre buna en güzel örnek ise Tanrı Yanılgısı (The God Delusion) kitabının yazarı Richard Dawkins’ti. Dr. Denis Alexander haklı zira Tanrı Yanılgısı kitabında ateizmi yüzlerce sayfalık sözde delilleriyle savunan Dawkins’in esasında dayandığı argümanlar oldukça zayıftır. Nitekim bir çok meşhur ateist Dawkins’in sözkonusu kitabını okuduktan sonra “ateist olmaktan utandıklarını” dile getirmiştir. Dr. Denis Alexander’in söylediği çok çok önemli diğer şey ise büyük üniversitelerde kurulan “din ve bilim kürsülerinin” gittikçe artıyor olmasıydı. Evet... Dünyanın önde gelen üniversiteleri artık bünyelerinde “din ve bilim kürsüleri” kuruyor. Din ve bilimi bir arada inceleyen, ilahiyat ile fen bilimlerini bir arada irdeleyen interdisipliner kürsüler bunlar. Tıpkı Bediüzzaman Said Nursî’nin bir asır önce reçete olarak sunduğu “Medresetüzzehra” modeli gibi. Zaten sözkonusu Din ve Bilim konferansında da Bediüzzaman’ın görüşlerinin bir mihenk taşı olarak tartışılacağı da söylendi. Şüphesiz bu tür bilimsel faaliyetlerin artması ve yaygınlaşması gerekiyor. Ancak bu şekilde hakikat hak ettiği yeri bulur. 18.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Tesbitler ve sorular |
“AKP ve Gülen’i bitirme planı” adıyla ortaya atılıp “irtica planı” diye telâffuz edilmeye başlanan andıçla ilgili olarak şimdiye kadar yaşanan gelişmelerin ortaya koyduğu sonuç ve sorular şöyle özetlenebilir: * Gerçek mi, sahte mi olduğu henüz neticeye bağlanmamış olsa dahi böyle bir belge mevcut. * Belgedeki tutarsız ve mantıksız ifadeler, sahte olduğunun mu işareti; yoksa darbeci-cuntacı zihniyetin düzeyini, ülke ve toplum gerçeklerinden ne kadar kopuk olduğunu mu ele veriyor? * Altında gözüken imza karargâhta görevli bir muvazzaf albaya ait, ama Askerî Savcılık, belgenin Genelkurmay’da hazırlanmadığı kanaatinde. * Buna rağmen Genelkurmay, belgenin gerçek olduğu ispatlanırsa, sorumlusunu veya sorumlularını bünyesinde barındırmama taahhüdünde bulundu. Bu yapılabilirse, Ergenekon’la da irtibatlı bir cunta ekibinin TSK’dan tasfiyesi, dolayısıyla demokrasinin rahatlaması anlamına gelir. * Askerî Savcılığın açıklamasında ifade edildiği üzere belge karargâh birimlerinde hazırlanmamış olabilir; ancak bu, bazı muvazzaflarca dışarıda yazılmış olabileceği ihtimalini dışlamaz. * “Örgütün darbe peşindeki unsurları hâlâ faal durumda” tesbitinin Ergenekon iddianamesinde de dile getirildiği dikkate alınırsa, emir-komuta zincirinin dışında bir cunta oluşumunun halen de ciddî bir ihtimal olarak durduğu görülmeli. * Başbuğ’u uyardığını söyleyen emekli orgeneralin, belgede imzası bulunan Deniz Albayından çok “ekip” üzerinde durması önemli bir nokta. * Bu bakımdan, bir cunta tasfiyesi yapılacaksa, bütün irtibat ve ihtilâtlarıyla birlikte, köklü ve esaslı bir tasfiye ve temizlik olarak gerçekleşmeli. Operasyon maşa veya piyon olarak kullanılan birkaç isimle sınırlı tutulup derindeki yapı çökertilemezse, sıkıntı daha da artarak devam eder. * AKP Genel Başkan Yardımcısı, Askerî Savcılık ve Genelkurmay açıklamalarına “Şüphelerimiz daha da güçlendi” diye tepki verirken, Erdoğan’ın Başbuğ’la yaptığı program dışı görüşmeden sonra, aynı açıklamalara atıf yaparak “Genelkurmay’ın tavrı olumlu” demesinin izahı ne?
Yeni bir Dolmabahçe mi? * İki yıl önce Erdoğan’la Büyükanıt arasında yapılan ve son günlerde tekrar yoğun tartışmalara konu olan Dolmabahçe mutabakatının yeni ve değişik bir versiyonu ile mi karşı karşıyayız? * Genelkurmay, belgeyle ilgili olarak iktidar partisinin yapacağı suç duyurusu için herhangi bir rahatsızlık belirtisi vermezken, Başbakanın “Kurumlarımız tam bir uyum içinde” demesi, cuntayı tasfiye amaçlı bir işbirliğine mi işaret ediyor; yoksa AKP’nin kendisini bu işten sıyırmaya öncelik verdiği bir pazarlık ve uzlaşmaya mı? * Ruşen Çakır’ın söylediği gibi, plan AKP’yi de işin içine katmayıp sadece Gülen cemaatini hedef alsaydı, bu kadar yankı uyandırabilir miydi? * Kapatma dâvâsında çıkan kararla kıskaca alınmış AKP, kendisini yoğun şekilde destekleyegelmiş olan Gülen cemaatine tavır alması noktasında öteden beri muhatap olduğu derin tazyiklere bundan sonraki süreçte de direnebilir mi? * Eğer belgenin sahte çıkmasına bağlı olarak skandalın faturası, emniyet ve istihbaratta var olduğu ve son dönemde iyice güçlendiği iddia edilen “Gülenci” yapılanmadan başlayıp “cemaat”e çıkarılırsa, bunun diğer yansımaları ne olur? * Ergenekon sanıklarıyla avukatlarının, savcılarla hakimlere yönelik “hesap sorma” tehditlerini giderek daha keskin ve cür’etkâr bir üslûpla dile getirmeleri bu bağlamda ne anlama geliyor? * “İrtica belgesi” ile AKP’yi bir kez daha mağdur duruma düşürme senaryosunun sahneye konulduğuna ilişkin spekülasyonlara ne demeli? * Yine aynı belge gündemin ilk sırasına oturtularak, başka hangi önemli gündem maddeleri gözden kaçırılıyor: AB ve demokratikleşme sürecindeki tıkanma, her alanda ağırlaşan hak ihlâlleri, ite kaka Meclisten geçirilen mayın yasası, terör sorunundaki “tarihî fırsat,” ekonomi gibi... 18.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Ezana hasret yıllar |
araretli tartışmalar esnasında bazı önemli ‘gün’leri unutma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Bu günlerden biri de 18 yıl susturulduktan sonra 1950’de yeniden hürriyetine kavuşan “Ezan-ı Muhammedînin aslıyla okunduğu gün”dür. “Yakın tarih”i gereği kadar araştırma imkânı bulamayan gençler bilmez, orta yaşlılar da yeteri kadar hatırlatan olmadığı için unutmuş olabilir; ama “Müslüman Türkiye”de bir dönem “Allah-ü Ekber, Allah-ü Ekber” diyerek camilerde ezan okunması yasak imiş! Evet, şaka değil; bugün bazılarının “Güzel okunmuyor, çok ses çıkıyor, sabahları uyuyamıyoruz” diye itiraz ettiği Ezan-ı Muhammedîye ‘Tek Parti devri’nde hükümet de karşı çıkmış ve okunmasını yasaklamıştır. “Allah-ü Ekber, Allah-ü Ekber” diyerek camide ya da evinde ezan okuyanlar her türlü sıkıntıya, işkenceye ve hakarete maruz bırakılmıştır. “Şimdi bunları hatırlatmaya ne gerek var? O günler geçmişte kaldı, bugün 87 bin cami açık. İmamların maaşlarını devlet ödüyor. Yarayı kaşımayın” diyenler olabilir. Tabiî ki maksadımız “yara kaşımak” değil. Fakat yakın ya da uzak ‘tarih’ini bilmeyenlerle bir yere varmak mümkün değil. Bu bakımdan tarihimizi mümkün olduğunca bilecek ve ibret alacağız ki, yeniden benzer hatalara düşülmesin. Ezan-ı Muhammedîyi “Tanrı uludur, Tanrı uludur” şeklinde okumak için millete dayatanlar, beraberinde başka baskılar da yapmıştır elbet. Aynı dönemde Kur’ân okumak da ‘suç’ addedilmiş, çocukların elinden ‘Elif-Ba’lar dahi zorla toplanmıştır. “Hayır, öyle bir şey olmamıştır” diyen bir ‘insan’ çıkabilir mi? Eğer çıkarsa, istedikleri ‘köy’den hâlâ hayatta olan şahitleri göstermeye hazırız. Peki bu uygulamalar niçin yapılmıştır? Bu politikaların pek çok sebebi olabilir, ama temelde “irtica” iddiasına dayandırıldığı her halde inkâr edilemez. Ezan, namaz, Kur’ân, tesbih, takke, tesettür ve benzeri pek çok şey, o günkü idareciler nezdinde “irtica”yı hatırlatan faaliyetler olarak görülmüş. O gün “irtica” ile mücadele adı altında ezan yasaklanmış, bugün aynı anlayışla başka yasaklar ihdas edilmek isteniyor. Meselâ, devam ettirilen kanunsuz başörtüsü yasağı böyle bir yasak değil mi? Tesettürü tercih edenler en başta ‘mürteci/suçlu’ ilân ediliyor ve en temel hak olan eğitim hakkı engellenebiliyor. Bu durum bize şunu gösteriyor: Zaman değişse de ‘yasakçı zihniyet’ değişmiyor. Yasakçı zihniyetin ‘liste’sinde o gün ezan varmış, maalesef bugün tesettür var. Bu tavır aynı zamanda “Millete rağmen, millet için” anlayışını da deşifre etmiş oluyor. “CHP/Tek parti” devri sona erip de Demokrat Parti iktidara gelince rahmetli Başbakan Adnan Menderes, ilk iş olarak ezan üzerindeki yasağı sona erdiriyor. CHP’nin uzun yıllar süren baskıcı iktidarından sonra ‘tek başına/iş başına’ gelen DP’nin bu adımı çok önemli ve bir o kadar da dikkat çekicidir. Aynı zamanda medenî cesaretini de gösterir. “Bu yarayı kanatmayalım” deyip zulmün devamına fetva vermemiş, aksine başbakanlığı reddetme/ bedel ödeme pahasına Ezan-ı Muhammedinin aslıyla okunmasına imkân sağlamıştır. Bu vesile ile “İslâm kahramanı” ünvanlı merhum Menderes’i ve arkadaşlarını rahmetle yad ediyor ve bu tavırlarının günümüz siyasetçilerine de örnek olmasını diliyoruz. 18.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Ahmet ÖZDEMİR |
|
Hava sayfasına vurulan tevhid damgası |
u yazımız biraz havadan olacak. Ya da sizin anlayacağınız havalı bir yazı olacak. Gerçi havasız bir hayat da olmuyor. Hayatın olmazsa olmazları kabul ettiğimiz dört unsuru bulunur: Hava, su, toprak ve güneş. Bunlar hayatın maddî direkleri. Hayatın mânevî direkleri de vardır. Maddî direkleri mânâ-i harfî ile okuyabilirsek manevî direklerini daha iyi kavrarız. Dünyamızın etrafını çepeçevre saran gaz karışımına hava diyoruz. Nefes almak için havaya muhtacız. Hayat ateşimiz hava ile devam eder. Ateş ancak onun varlığı ile yanabilir. Ses ve görüntü onunla yayılır, ışık onunla aydınlanır. Zararlı kozmik ışınlardan, mor ötesi radyasyonların şiddetinden, meteor (göktaşı) sağanaklarından, elektrikle yüklü parçacıklardan bizi koruma görevi havaya verilmiştir. Havanın hareket kabiliyeti de vardır. Biz bu harekete rüzgâr deriz. Atmosferdeki nem, rüzgârlarla oradan oraya taşınır. Yalnız nem değil, sıcaklık, yoğunluk ve enerji de… Hatta bitkilerin üremesi için çiçek tozları bile rüzgâra muhtaçtır. Yazın denizlerden karalara doğru serin ve nemli rüzgârlar eser. Böylece yerel rüzgârlar meydana gelir. Deniz kıyısında yaşayan canlılar bu rüzgârları pek severler. Yel değirmenleri onunla döner; yelkenliler onunla denizde yol alır; uçaklar ve helikopterler pervanelerini döndürmek ve havalanmak için ona muhtaçtırlar. Hava, erimiş halde, derin deniz diplerine sızarak buradaki hayatın devamını sağlar. Ayrıca hava, topraktaki boşlukları da doldurarak toprak altı milyarlarca mikro organizmaların hayatını destekler. Bakteri, böcek ve solucanların da hayat kaynağını oluşturur. Böylece hava-kara-deniz üçlüsünde insanda hayranlık uyandıracak kadar mükemmel bir denge meydana gelir. Yani yerin altında olsun, üstünde olsun; suyun içinde olsun, dışında olsun her canlının havaya ihtiyacı vardır. Hava, insan ve canlıların yaşaması için hayatî öneme sahiptir. Yerküreyi saran gaz kütlesine atmosfer adı verilmektedir. Atmosferdeki hava tabakasının kalınlığı yaklaşık 150 km’dir. Bunun sadece 5 km. kadar kısmı canlıların yaşamasına elverişli ve gereklidir. Yeryüzünden uzaklaştıkça hava tabakasının yoğunluğu azalır. Atmosfer, yerkürenin etrafında adeta düzenleyici ve koruyucu bir örtü şeklindedir. Havanın yaklaşık olarak; % 78’i azot, % 21’i oksijen, % 1’i de karbondioksit ve asal gazlardan oluşur. Eğer atmosferdeki oksijen % 21 değil de % 50 olsaydı, yeryüzünde yanabilen her şey tutuşmaya hazır bir bomba olacaktı. Bir kibrit veya bir şimşek çakması dünyayı yangın yerine çevirebilir. Buna karşılık oksijen oranı % 10 olsaydı boynuna kement geçirilmiş bir idam mahkûmu gibi nefes alamayacaktık. Atmosferde on binde üç oranında bulunan karbondioksitin ise üç önemli görevi vardır: 1- Bitkiler, havadaki bu karbondioksit gazını yaprakları vasıtası ile alırlar, kendileri için kullanışlı hale getirince de havaya oksijen olarak iade ederler. 2- Karbondioksit gazı özellikle yerden uzaya geri dönen uzun dalga boylu radyasyonu tutucu özelliğe sahiptir. 3- Karbon, yaşayan organizmada özel bir rol oynar. Çünkü karbon, başka atomlarla olduğu gibi bizzat karbon atomları ile de birleşebilir. Böylece çok sayıda ve çeşitte moleküller meydana gelir. Bu kompleks moleküller bütün canlı hücrelerin temel yapılarını teşkil ederler. Yani karbonhidratlar, yağlar ve proteinler karbon atomlarından meydana gelmişlerdir. Şimdi isterseniz kâinat kitabının sayfalarında biraz gezinelim. Sayfalarda yer alan yazıları okumaya çalışalım. Hava sayfasında hava kelimelerinin geçtiği cümleleri araştıralım. Bakalım neler göreceğiz? Önce kendi nefsimize şöyle bir bakalım. Yemek ve konuşmak dediğimiz fiiller acaba nasıl meydana geliyor? Sebepler içinde bildiğimiz gibi en şereflisi ve ihtiyarı, en geniş ve tasarrufları en çok olanı insandır. İnsanın dahi en açık ihtiyarî fiilleri içinde en belirgin olanı yemek, söylemek ve düşünmektir. Şu yemek, söylemek ve düşünmek ise, gayet muntazam, acip ve hikmetli birer silsiledir. O silsilenin yüz parçasından insanın ihtiyarına ve seçimine verilen ancak bir parçasıdır. Meselâ, ağzına lokmayı koymaktan tut tâ beden hücrelerinin gıdalanmasına kadar olan fiiller silsilesi içinde, insanın eline verilen, yalnız ağızdaki dişlerin değirmenini hareket ettirip onu çiğnemektir. Halbuki dişlerin hareket ettirilmesi için o kadar çok şeye ihtiyacımız var ki, burada onları saymak için en az diş hekimliği fakültesi kadar bilgileri sıralamak gerekir. Muazzam bir sistemle karşı karşıyayız. Onları görüp “Sübhanallah” dememek elde değil. Kâinatta her şey Allah’ın izin ve iradesiyle olduğu gibi dişleri hareket ettirip çiğnemek de Allah’ın izniyle olmaktadır. Çiğnediğimiz yemeklerin serüvenini biliyor muyuz? Sindirim sistemine havale edip belki de işin içinden çıktığımızı zannediyoruz. Ya da şöyle diyelim: Sindirim sisteminin idaresi bize verilseydi acaba ne yapardık? Her halde en yakın zamanda iflâs edip bayrağını da başımıza dikerdik! Söylemek fiilinde çok şeyler söyleriz, nefsimize pay çıkararak. Biz söylemek fiilinin neresindeyiz acaba? Bu işi ne kadar biliyoruz veya yapıyoruz? Bizim yaptığımız fiil, dışardan aldığımız temiz havayı kirletip verirken ses kalıplarına uğratmaktır. Yani, söylemek silsilesinden yalnız ağızda bulunan harf seslerinin çıktığı kalıplara havayı sokup çıkarmaktır. Bazen bakarsınız bizim gibi insanlar hiç konuşamaz. Halbuki her şeyi vardır: Ağız, dil, boğaz, dişler… Allah hayvanlara da kocaman dil ve dişler vermiş, ama söylediği kelimeler pek az. Demek konuşmak da Allah’ın izniyle ve iradesiyle oluyor. Şimdi söylemek fiilinin bir başka yönüne bakalım. Ağzımızda bir tek kelime, bir çekirdek gibi iken, bir ağaç hükmünü alıyor. Ağzımızdan çıkan kelimeler hava zerrelerine yükleniyorlar. Yani o kelimeler teker teker ve aynen kaydediliyorlar. Hem de hiç değişikliğe uğramadan. Bizim söylediğimiz bir kelime milyonlarca kelime oluveriyor. Yani hava içinde milyonlar aynı kelime gibi meyveler veriyor. Bu kelimeler milyonlarca dinleyenin kulağına giriyor. Bu radyo ve televizyon diliyle söylendiğinde acaba ne kadar kelime oluyor dersiniz? Saymaya gücünüz yeter mi? Rakamlarla ifade edebilir mi? Bu misâlî sümbüle, insandaki hayalin eli ancak yetişebilir; ihtiyârın kısacık elinin yetişmesi mümkün mü?1 Bakın! Havadaki her bir zerre, her bir çiçeği, her bir meyveyi ziyâret ediyor, hem her çiçeğe, her meyveye girip işliyor; hiç yabancılık çekmiyor. Halbuki o çiçek ve meyveler birbirlerine hiç de benzemiyorlar. Eğer o hava zerresi her şeyi görür ve bilir bir Kadîr-i Mutlak’ın musahhar bir memuru olmasa, o serseri zerre, bütün meyvelerin, çiçeklerin cihazlarını, yapılmasını ve ayrı ayrı san’atlarını ve onlara giydirilen sûretlerin terziliğini ve san’atın bütün mükemmelliklerini bilmesi lâzım gelir.2 Havanın her bir zerresi, her bir canlının cismine, her bir çiçeğin her bir meyvesine, her bir yaprağın binâsına girip işleyebilir. Halbuki, onların teşkilâtları ayrı ayrı tarzdadır, nizamları başka başkadır. Bir incir meyvesinin fabrikası, farazâ çuha makinesi gibi olsa, bir nar meyvesinin fabrikası da şeker makinesi gibi olacaktır. Diğerlerini bunlara kıyas ediniz. Yani, o binâların, o cisimlerin programları birbirinden başkadır. Şimdi şu havâ zerreleri, bütün onlara girer veya girebilir ve gayet hakîmâne ve üstadâne yanlışsız olarak işler, vaziyetler alır. Vazifesi bittikten sonra kalkar gider. İşte, hareketli havanın hareketli zerresi, ya bitkilere ve hayvanlara, hattâ meyvelerine ve çiçeklerine giydirilen sûretlerin, miktarların teşkilâtını, biçimini bilmesi lâzım gelir. Ya da onlar Bir Bilenin emir ve irâdesiyle memur olması lâzım gelir.3 Hayata lâzım olan hava için ne kadar para harcıyoruz? Havayı parayla satın alsaydık halimiz nice olurdu? Bir ömür çalışsak belki bir günlük hava elde edemezdik. Havasız yaşamayı hayal bile edemiyoruz. Bize hiç para ödemeden ya da hiç yorulmadan bu kadar değerli bir maddeyi ihsan eden Cenâb-ı Hakk’a ne kadar şükretsek, ne kadar ibadet etsek az gelir. Halbuki Allah’ın bizden istediği şeyler o kadar zor ve pahalı da değil. Farzları yapmakta ve kebîreleri (büyük günahları) terk etmekte tembellik ediyoruz. Az bir ibadet ettiğimiz zaman da çok şeyler istiyoruz. Ücretimizin peşin olarak verildiğini unutarak! Hava sayfasından bir pencere açmaya çalıştık. Düşüncelerimize bir bakış açısı kazandırmak istedik. Kâinatta tesadüfe yer yoktur. Her şey bir nizam altında hareket ediyor şüphesiz. Elbette bütün bunları bilen ve hareket ettiren bir güç vardır. Bütün varlıklar Allah namına, Allah’ın emriyle hareket ediyorlar. Onlar kendilerine mahsus diller ile Allah’ı tesbih ediyorlar. Allah Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyuruyor: “Göklerde ne var, yerde ne varsa, Allah’ı tesbih ederler.”4
Dipnotlar: 1- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 990. 2- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 472. 3- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 894-895. 4- Cûma Sûresi: 1. 18.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Uzayda canlılar var mı? |
İnsanoğlu, gayb/metafizik âleminin sakinlerini hep merak etmiştir. Özellikle ruhanî varlıklardan meleklerin nasıl varlıklar olduklarını, ne iş yaptıklarını, niçin yaratıldıklarını ve onlarla irtibat kurmanın mümkün olup olmadığını sorgulamıştır. Sonsuz kudret, ilim, hikmet gibi isim ve sıfatlar sahibi Yüce Yaratıcı, sayısız varlıkları yokluk karanlıklarından çıkararak her birisine değişik özellikler, güzellikler takmıştır. Bunun yanında maddî âlemden rakamlara sığmayacak kadar çeşitli varlıkları yarattığı gibi, kudret ve hikmetinin gereği nur, esîr gibi ruha yakın ve münasip diğer ince akışkan maddeleri de hayatsız, donuk/cansız, şuursuz bırakmamış, onlardan da çeşitli türler halk etmiştir. Nur maddesinden (görünmeyen, lâtif, maddî olmayan enerji boyutlarından), karanlıktan (siyah enerjiden), esîr maddesinden, mânâlardan, havadan, hatta kelimelerden hayat ve şuurlu varlıklar inşâ edilmiştir. Hayvanların pek çok cinsi gibi pek çok çeşitli ruhânî varlıkları da o akışkan lâtif maddelerden yaratıyor. Onların bir kısmı melek, bir kısmı da ruhanî ve cinler olmak üzere sayısız cinslerdir.1 Bu perspektiften bakıldığında, yaratılan varlıklar temelde şöyle tasnif edilir: 1- Ruhanîler, 2- Cismanîler/bedenliler. Ruhanîler üç sınıfa ayrılırlar: a- Melekler, b- Cinler, c- Şeytanlar. Cismaniler de üç kısımdır: a- İnsanlar, b- Hayvanlar, c- Bitki ve sair cansızlar.2 Ruhanilerden, yani nurdan (çok ince enerji boyutlarından) yaratılan melekler, tamamen ulvî duygularla donatılmış, “akıllı, şuurlu,” fakat nefissiz, lâtif varlıklardır. Cinler, “nefis, idrak ve irade” sahibi, bizim gibi imtihana tabi tutulmuş, düşük yoğunluklu, “ışınsal” yaratıklardır. Şeytanlar ise, baştan ayağa “süfliyattan, siyah enerjiden” var edilmiş habis ruhlardır. Hayvanlara sınırlı “nefis” takılmış, sevk-i İlâhî’yi alacak kadar çok düşük seviyede “akıl, idrak” melekesi verilmiş, “vicdan ve irade” verilmemiştir. Bitki ve sâir camit (cansız) varlıklar da gayet düşük yoğunluklu hayat, ruh ve hislerle donatılmıştır. Her türüne uygun birçok duyu, duygu ve organ vererek, “sevk-i İlâhî” denen ilhamı alacak bir öz verilerek, görevine münasip ceset giydirilmiştir. Birçok âyette ve hadislerde melekler teferruâtlı olarak anlatılmıştır. Melekleri ispat, aklen mümkündür. Melekler çok lâtif, ışınsal, lâtif/nurânî varlıklardır. Dolayısıyla ruhanî varlıkları anlayabilmek için önce maddeyi tanımlamamız lâzımdır. Mekânda yeri olan ve zamanla uyum sağlayan her şey maddedir. Modern fizikte mekân, 1, 2, 3’üncü boyutlar sistemi olarak da biliniyor. Ruh, “emir” âleminden, gözle görülmeyen, kulakla işitilmeyen, yani beş duyu organımızla algılanamayan, ancak akılla kesin olarak anlaşılan ve mahiyeti hakkında pek az bilgi sahibi olduğumuz, fakat varlığını, fonksiyonlarını kesin olarak hissettiğimiz bir cevherdir. Nurun en şiddetli, en ince, en keskin, en lâtif kısımlarından, çeşitli enerji merhalelerinden, daha doğrusu enerji boyutlarından olan ruh, insan ve kedi kulağının algıladığı dalgalar, ultrasonik, radyo, TV, radar, şerare, hareket dalgaları, renk, morötesi, röntgen (x) kozmik ışınlar ve tesbit edilemeyen daha nicelerinden çok daha lâtif bir cevher, bir özdür. İnsan, kâinatın bir hülâsası, küçültülmüş şekli olduğuna göre, kâinatta bulunan bütün dalga boylarından süzülmüş bir cevherdir de diyebiliriz. Şüphesiz ki, hem maddî, hem de akıl gözümüzle görüyoruz ki, yeryüzünde bile hayat şartlarına münasip yaşayan değişik canlılar vardır... Denizin içinde, eksi veya artı yüksek derecelerde, hem hava, hem su içinde yaşayan canlılar... İnsanlar karada, havadar yerlerde yaşayabilirler. Ama boğazlarına kadar girdikleri denizin içinde, gölde, suda yaşayamazlar. Şu hâlde, şöyle bir genellemeye varamayız veya varmayız: “İnsan canlıdır. Suda yaşayamaz. Öyle ise suda hiçbir canlı yaşamaz!”
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 468. 2- Bünyamin Ateş, Peygamberler Tarihi, Yeni Asya Gazetesi Neşriyatı, İst., 1990, s. 21. 18.06.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Süt çeşmeleri |
Cennette sütten, baldan nehirlerden söz edilir. Bunları duydukça hayret ve heyecanımızı tutamayız. Dünyada da benzerleri, örnekleri var mıdır bu nehirlerin? Almanya’nın Münih’e bağlı Garmisch-Patenkirchen’de yaptığımız gezide sütten nehirleri olmasa da süt çeşmelerini gördüğümüzü söylesek mübalâğa etmiş olmayız. O otu bol yemyeşil arazilerde o an için akmasa da vakti gelince açılıp akıtılan süt çeşmelerini görmüştük. Öyle süt çeşmeleri ki hayran kalmamak mümkün değil. Canlı küçük birer fabrika ve onlara takılmış süt çeşmeleri… Hammaddesini bizzat dolaşarak kendi bulup yapan fabrika… Hem de ottan süt yapan fabrika! İlk anda şaşıp kalanlar olmuştur buna. Ama siz bu fabrikaları tanımakta yabancı değilsiniz. Ülkemizde de, dünyanın dört bir yanında da çok var bu fabrikalardan. İneklerden bahsettiğimizi anladınız her halde. Öylesi yeşilliklerin otlaklarının ineksiz kalması düşünülemezdi. Bunları görüp de Sözler’deki, “Herbir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar, ‘Bismillah’ der, rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzak namına en lâtif, en nazif, âb-ı hayat gibi bir gıdayı takdim ediyorlar”1 satırlarını hatırlamamak mümkün değildi. Demiştik ya kâinat kitabı bir tefekkür hazinesi diye. Kur’ân, inek, v.s. gibi ehlî hayvanlarda ibretler bulunduğunu bildirmez mi? Karınlarından, kan ile fışkı arasından birbirine karıştırılmaksızın ter temiz çıkan, içenlerin boğazlarından kolayca geçen halis bir sütle beslenişimize dikkat çeker.2 Üstad bu meâldeki âyeti açıklarken başta inek, deve, keçi ve koyun olmak üzere birer süt fabrikası olan validelerin memelerinde kan ve fışkı içinde bulaştırmadan, bulandırmadan onlara bütün bütün muhalif olarak halis, temiz, safi, gıdalı, hoş, beyaz bir sütü koyma ve yavrularına karşı o sütten daha ziyade hoş, şirin, tatlı, kıymetli ve fedâkârane bir şefkati kalplerine bırakmanın, elbette o derece bir rahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret, bir irade, bir dikkat istediğini; fırtınalı tesadüflerin, karıştırıcı unsurların ve kör kuvvetlerin hiçbir cihetle işleri olamayacağını; böylesine son derece mu'cizeli, hikmetli İlâhî san'at ve fiilin bütün yeryüzünde yüz binlerce çeşit sayısız validelerin kalplerinde ve memelerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet, aynı dikkat ile tecellisi, tasarrufu, yürütülmesi ve ihatasının ap açık bir şekilde Allah’ın varlık ve birliğini gösterdiğini hatırlatır.3 San'attan San'atkârı, rahmetten Rahman’ı görüyor, bize bunca ihsan ve ikramlarda bulunan Rabbimizin sevgi ve şefkatini hatırlıyor, mutlu oluyoruz. İman her şeyi hoş, güzel, sevimli, cana yakın gösteren ne kadar şeffaf, berrak, nuranî bir gözlük! Seyahat dönüşü öncesi, İstanbul Kadıköy’den itibaren tanıdığımız, yedi senedir Almanya’da hizmet veren Ömer Faruk Özaydınlı Ağabeyimizin çiğ köfte ve baklava ikramlarını da bu manevî ziyafeti tamamlayan bir nefis bir iltifat olduğunu da burada belirtelim. Böyle bir bakış açısını ihsan ettiği için Rabbimize ne kadar şükretsek az değil mi?
Dipnotlar: 1. Sözler, s. 12. 2. Nahl Sûresi: 66. 3. Şuâlar, s. 143. 18.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Risâle-i Nur'u daha iyi anlamak için |
Mehmet Tabak: “Risâle-i Nur’u daha iyi anlamak için hangi şartlarda okumak gereklidir. Okuduklarımızı tatbik etmek için neler yapmalıyız? Risâleyi okuyorum, anlıyorum. Fakat anlama hususunda daha iyi verim almam için neler tavsiye edersiniz?”
Risâle-i Nur, gaybî hakikatlere tahkikî olarak iman etmenin çağdaş sesidir. Kalbin, iman esaslarına şahitliğinin ifadesidir. Ruha imanî meselelerde ilme’l-yakin mertebesinden başlayarak, ayne’l-yakin ve hakka’l-yakin mertebelerine kadar açılım veren Kur’ânî bir hikmet hazinesidir. Yani insanı sıfırdan alıp, ilimle, hikmetle ve irfanla besleyerek; tefekkürle, nurla ve hidayetle dokuyarak basamakların yukarısına doğru çeken; önce saf ve salt bir iman hâli telkin eden, sonraları sadakat gösterdikçe ve ona karşı ruhunu açtıkça imandaki “yakîn”, yani “görürcesine iman” derecelerini arttıran bir nur küpü, bir hikmet bahçesi, bir sırlar definesi, bir yüksek mânâlar sarayı, bir derin kavrayışlar manzumesi, bir sezgiler ve ilhamlar deposu, bir yalçın hakîkatlar deryası, bir kıymetli cevherler okyanusu, bir parlak elmaslar ve som altınlar ocağıdır. Meyvelerle baştanbaşa dolu bir bahçeye girdiğimizi farz edelim. Gözümüz hayran, gönlümüz mest, ruhumuz şaşkın, dilimiz, damağımız ve midemiz kendisini bahçenin gülümseyen meyvelerini tatmaya hazırlamakta olsun. Meyvelerin tamamı hadsiz güzel; fakat tamamını tatmaya, yutmaya ve istifade etmeye; ne imkânımız, ne gücümüz, ne de kapasitemiz var! Bir dala tutunuyoruz; koparabildiğimizi tadıyoruz. Bir süre sonra kapasitemiz doluyor. Artık daha fazla alamıyoruz. Fakat ne gam! Sonra yine açlık hissedeceğiz, yine bahçeye girip gözümüze takılan dalların meyvelerinden tadacağız. Fakat yine kapasitemiz kadar! Risâle-i Nur adlı hikmet bahçesine girdiğimizde, her bir risâleyi meyve yüklü farklı bir ağaç, her bir nükteyi, noktayı, pencereyi, şuleyi, katreyi veya reşhâyı bize gülümseyen birer dal, her bir paragrafı bizi doyurmaya ve tatmin etmeye kabiliyetli birer uç, her bir kelimeyi müstakil birer meyve kabul etmeli ve tadabildiğimiz kadar, istifade edebildiğimiz oranda, kapasitemiz miktarınca almayı, tatmayı ve istifade etmeyi kâr bilmeliyiz. Tamamını alamayınca, tamamından vazgeçmek doğru olmaz. Alabildiğimizle yetinmeli, yorulduğumuzda bırakmalı, anladıklarımızı zihnimizde canlı tutmalı, anlayamadığımız hususları etrafımıza danışmalı, ihtiyaç duydukça arkadaşlarımızla konuya dayalı görüşmeler yapmalı, tartışmalı; konuşmalarımızı yer yer ilgili konular üzerinde yoğunlaştırmalıyız. Okurken lûgat kullanmaya özen göstermeliyiz. Risâle-i Nur’u daha iyi anlamak için bir takım bağlayıcı şartlar ve kurallar ileri sürmeye gerek yoktur. Kendi şartlarımızı kendimiz belirlememiz en sağlıklı yoldur. Yani ne zaman kendimizi hazır hissediyorsak, o zaman okumalıyız. Eğer en eşref saat arıyorsak; vakit namazlarının peşinde yapabildiğimiz okumalar, feyiz bakımından en çok istifademizi sağlayan okumalardır. Belli bir süre okuduğumuzda okuma yorgunluğu hissedişimizi normal görmeli ve okumaya ara vermeliyiz. Bu arada, okumak sûretiyle başka yorgunluklardan dinlenmiş olacağımızı da aklımızdan uzak tutmamalıyız. Risâle-i Nur’un hikmetlerini anladıkça, dinimizi ve Kitabımızı daha iyi anlamamız, kavramamız ve tatbik etmemiz—İnşaallah—mümkün olacaktır ki, bu, Allah’ın rızasına dönük Risâle okumalarının en büyük mükâfatı olmalıdır. 18.06.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Okuma programında irade terbiyesi |
Bilhassa yaz günlerinde yoğunluk kazanan okuma programları, aynı zamanda bir çeşit "kamp hayatı" mahiyetinde icra ediliyor. Kamp hayatı ise, normal hayattan bazı farklılıklar arz ediyor. Nisbeten zahmetli, meşakkatlidir. Öyle de olması gerekiyor. Aksi halde, normal hayat monotonluğundan bir farkı kalmaz. Kamp hayatında bazı gıdalardan veya sair maddî nimetlerden kısmî bir mahrumiyet durumu söz konusu olabilir. Buna mukabil, mânevî nimetlerde, aklî, kalbî ve ruhî gıdalarda fevkalâde bir bolluk ve bereket görünür. Yeknesaklığı ve hayatın monotonluğunu farklılığa ve değişkenliğe inkılâp ettiren kamp hayatı, insana aynı zamanda bir "irade terbiyesi" kazandırır. İrade terbiyesinin başında ise, zahmet ve meşakkatten kaçmamak, doğru ve faydalı olduğuna inanılan işlerin, hizmetlerin peşinden koşmak dirayeti gelir. İrade terbiyesi gören bir kimse, üzerinden tembelliği atar, gayret hissiyle coşup taşar. Durmak nedir bilmez. Bir dakikasını dahi boşa geçirmez. İrade hakimiyeti ile hevâ ve hevesin önü kesilir, malayanî arzular büyük ölçüde dizginlenir. İradesi kuvvetli olan kimse, canının her istediği yiyeceğin, içeceğin peşinden koşmaz, zarurî olmayan ihtiyaçlar karşısında "sanki yedim" düstûrunu istimal eder. Meşhûr darbımeselde ifade edilen "Yemek için yaşamamak, yaşamak için yemek" gerektiğini çoğu kimse ezbere bilir ve buna inanır. Ancak, iş uygulamaya gelince, bu kez çoğunluğun yan çizdiği, yahut birtakım tevillerle mazeret uydurduğu görülür. Oysa, bu gibi hallerde kişi öncelikle kendini aldatıyor, hatta kendine bilmeyerek de olsa zarar veriyor. Zira, eski zamanda açlıktan ve yokluktan yaşanan sıkıntı ve zaafiyetler, bugün daha ziyade tokluktan ve bolluktan yaşanıyor. Bilhassa günümüzde hastahanelere gidenlerin, tıbbî ilâçlar kullananların çoğunun, yediği yemeklerin aksi tesiriyle rahatsızlandığı anlaşılıyor. Evet, aşırı yemek düşkünlüğü ve mideyi şımartma alışkanlığı, esasında bir zaaf eseri olup kişinin başına olmadık işler açıyor. Hayatını azaba dönüştürüyor. Okuma programlarına katılan kimseler ise, sadece nefsanî arzulara değil, aynı zamanda midenin arzularına da gem vurmalı, gem vurmasını bilmeli. Daha doğrusu buna iradesinin kuvvetiyle karşı koymasını bilmeli, bunu başarabilmeli. Hasılı, okuma programlarına katılanlar, en çok kendi nefsiyle mücadele eder. Feyiz ve berekete daha ziyade mazhar olmak için, perhiz de yapar ve bir nev'î riyazet gösterir. Bu maksadın hasıl olması için, hiç olmazsa üç öğünden birini, meselâ öğle yemeğini kaldırmaya ne dersiniz?
Tarihin yorumu18 Haziran 1953
Bağımsız Mısır Cumhuriyeti
Yaklaşık üç buçuk asır boyunca Osmanlı idaresi altında huzurlu bir devir yaşayan Mısır, 1880'li yıllarda İngilizlerin boyunduruğu altına girmesiyle birlikte sıkıntılı, çalkantılı günler yaşamaya başladı. (İngilizler'den kısa bir süre önce, Fransızlar da Mısır'ı işgal altında tutmuşlardı.) Sömürgecilerin baskısı, Birinci Dünya Savaşı boyunca daha da şiddetlenerek devam etti. 1922'de Mısır'da kurulan Krallık rejimi de ülkeyi huzura kavuşturamadı. Zira, bu rejim hem yeni dünya konjonktürüne uygun değildi, hem de İngiliz hakimiyetini tümüyle reddetmiyordu. Çalkantılı gelişmeler, 1952 senesine kadar aralıksız şekilde devam etti. Bir yandan sömürgeci İngiliz güçlerinin müdahalesi, bir yandan Kraliyet yanlıları ve bir yandan da Cumhuriyet taraftarlarının çekişmesi, Mısır'ı kanlı bir kaosun içine doğru sürükledi... Neticede, Cumhuriyeti savunan "Hür Subaylar Hareketi" galip geldi ve 1953 yılının 18 Haziran'ında "Bağımsız Mısır Cumhuriyeti" ilân edildi. Burada bağımsızlığı kolaylaştıran en önemli sebeplerin başında, II. Dünya Savaşının dolaylı etkileri gelir. Almanya ile amansız bir savaşa tutuşan İngiltere, eski kuvvet ve satvetini büyük ölçüde kaybetti. Bu sebeple, sadece Mısır değil, birçok İslâm ülkesi sömürgecilikten kurtularak bağımsızlığına kavuştu. 1956'da Suveyş Kanalının millileştirilmesi üzerine Mısır'a bir kez daha müdahale etmek isteyen İngiliz ve Fransızlar, Rusya'nın tehditleri karşısında geri adım atmak mecburiyetinde kaldılar. Cumhuriyet'in ilânından sonra da sıkıntılı ve çalkantılı dönemler yaşayan Mısır'da (Sosyalist Arap milliyetçisi Nasırcılarla İhvan–ı Müslimin taraftarlarının çatışması gibi), ne yazık ki ideal mânâda bir "demokratik cumhuriyet" hüviyetine hâlâ kavuşabilmiş değil. Gerek nüfusu ve gerekse coğrafî hacmi itibariyle Türkiye'den daha büyük olan Mısır, Müslüman Arap âleminin de en büyük ve en güçlü ülkesidir.
Mısır Cumhuriyetinin resmî devlet arması. 18.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Kastamonu |
Kastamonu ilimiz tarihî seyir içinde önemli bir yere sahiptir. Birçok maneviyât ehli bu beldeyi mekân ve makam eylemiştir. Osmanlı döneminde bu ilimizin vergi gelirleri, Mekke ve Medine’deki mukaddes mekânların ihtiyaçları için kervanlar ile gönderilirmiş. Kastamonu, merkezi ve ilçeleri ile tam bir nostaljik atmosferdir. Birçok defa bu ilimizi ve bazı ilçelerini görme ve gezme imkânı buldum. Geçtiğimiz günlerde de, bu ilimizin gayyur muhabbet fedaisi İbrahim Vapur kardeşimin müzahereti ile birkaç dostumuzla birlikte tekrar gezme ve incelemelerde bulunduk. İbrahim kardeşim şu otuz yıl içinde on bin Risâle-i Nur Külliyatı’nı muhtaç insanlara ulaştıran bir kahraman. Son yüzyılımızın müceddidi Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, 1930’lu yılların ortasından itibaren sekiz yıl bu ilimizde mecburî ikamete tabi tutulmuştur. İşte “Kastamonu Lâhikası”, ekseriyetle bu ilimizden Isparta’daki Nur Talebelerine gönderilen mektuplardan ve Kastamonu’daki hizmet seyri ile ilgili konulardan oluşmuştur. Şapka inkilâbının da bu ilimizde ilân edildiğini ifade hatırlatmış olalım. Bediüzzaman Hazretleri yaşadığı her yeri iman ve Kur’ân’a hizmet mekânları haline getirdiği gibi Kastamonu ve çevresini de öyle yapmıştı. İnebolu, Taşköprü gibi ilçelerin kahramanları, Mehmet Feyzi ve Çaycı Emin Efendiler bu günlerin unutulmaz isimleridir. Birçok hizmet hatıraları yaşanmıştır Kastamonu’da. Bir gün Karadağ mevkiine giderken, içki içenlerin yanından geçerken “Acaba hoca efendi bize selâm verir mi?” diye içlerinden geçirenlere Bediüzzaman selâma benzer bir mukabelede bulunur. Bu hâle bir mânâ veremeyen Mehmet Feyzi Efendi; “Efendim böyle zatlara selâm verilebilir mi?” diye sorar. Bediüzzaman Hazretleri ise; “Kardeşim ben onlara ‘Allah sizi bu halden kurtarsın’ diye mukabelede bulundum” der. O insanlar daha sonra o hallerini terk ederek takvâ sahibi olurlar. Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı Kastamonu El Sanatları Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü’nün yöresel dokumacılığı, yöresel ahşap el oymacılığını, Kastamonu el sanatlarını sergilediği nostaljik mekânları ve—tatil olmasına rağmen—Şeyh Şaban-ı Veli Hazretlerinin külliyesi içindeki müzeyi görmemize imkân sağlayan yetkililere, Kastamonu El Sanatları Enstitüsü’nün değerli yetkilisine ve yakın ilgilerine teşekkürlerimizi sunarız. Kastamonu’da, Bediüzzaman Hazretlerinin sekiz yıla yakın ikamet ettiği hânesinin yerine inşâ edilen evini gezdik. Bazı eşyalarını görme imkânı bulduk. Hatıralar tazelenmişti. Bir daha buluşmak ümidiyle Kastamonu topraklarından ayrıldık. Kastamonuların adlarına lâyık yeni mekânlar ve hizmetlerin gerçekleşeceği ümidiyle... 18.06.2009 E-Posta: [email protected] |