Hakan YALMAN |
|
Oruç ile O’nu yüceleştirme |
Ramazan ayının en önemli yönlerinden biri bu dönem içinde hem Kur’ân’ın, hem de Hazret-i Muhammed'in (asm) yüceleştirilmesi ve ruh dünyasına bu anlamda tekrar tanıtılıp kaydedilmesidir. Bu da sosyal anlamda Kur’ân’ın beşer üzerinde terbiyesinin en önemli işleyiş tarzlarından biri ve Ramazan ayının bütün insanlığı ilgilendiren önemli bir getirisidir. Son zamanlarda, toplumları büyük oranda etkisi altına alan ve beklentilerin çok üstünde kişilerin hayatında etki gösteren futbol olgusu, toplum psikolojisi açısından ele alındığında alt yapısını bazı savunma mekanizmalarının oluşturduğu bir hâl olarak karşımıza çıkmaktadır. Yirmi iki kişinin peşinden koşturduğu bir meşin yuvarlağın üç direk arasından geçirilip geçirilemediği konusunun dünyanın en büyük meselelerinden biri hâline dönüşmesi gerçekten ilginç ve ekonomik olduğu kadar psikososyal açıdan da ele alınması gereken bir durum olmalıdır. Bu ve diğer pek çok spor dalının amatörlükten çok bir sektör ve büyük bir pazar hâline dönüşmüş olarak icra edilmesi ve bunun dünya toplumlarında makes bulması toplumların kolektif şuurlarında ve şuuraltı derinliklerde bazı psikolojik faktörlerle bağlantılı olmalıdır. Bu durumla ilgili savunma mekanizmalarından biri de “yüceleştirme” olsa gerek. Yüceleştirme, Amerikan Psikiyatri Birliği’nin tanımıyla şöyle: “Birey emosyonel çatışma ya da iç ve dış stres etkenlerine, kuvvetli uyumsuz duygu ve dürtülerini sosyal olarak kabul gören davranışlara yönlendirerek tepki verir (örn: öfke içeren dürtüleri, yakın temas sporlarına yönlendirme.)” Varlık âlemi içinde temel problemi, varlığı ve kendini tanımlamak olan fert, çevresinin ve olayların ruh boyutunda oluşturduğu fırtınalar ve dalgalanmalara karşı ayakta kalabilmek için kuvvelere tutunacaktır. Kendisi için yararlı olan şeyleri benliğine yöneltmeye çalıştığı “şehevî” kuvveleri, zararlı şeyleri benliğinden uzak tutmaya çalıştığı “gadabî” kuvveleri ve faydalı ve zararlı olanları ayırt etmeye yarayan “aklî” kuvveleri varlık âleminin kargaşası içinde ferde bir yol çizer. Bu kuvvelerin tezahürleri günümüz psikiyatrisinin terminolojisine “dürtüler” olarak girmiştir. Bunların vasat ve her iki yöndeki aşırılık noktalarından geçen fertler adedince kişilik tipleri, varlık âlemi içinde ve sosyal hayatta bir yer edinme gayreti içindedir. Arzular, hırslar, ihtiraslar, sevgiler, menfaat çatışmaları, mücadele ve kin, nefret, aşk gibi duygular bu tablonun sosyal hayata yansıması olmalıdır. Bu yapı içinde her fert, önemli olmak, saygın konumda olmak, kaale alınmak ister. Bu aslında imtihanın ve insanlık tanımının merkezinde yer alan benlik duygusunun hayata yansımasıdır. Bu tanım, Rabb-i Rahim’den bağlantısı kopuk ve varlık âlemi içinde tek başına bir benlik şeklinde olursa, yukarıda sıralananların her biri duygusal çatışmalara ve stres faktörlerine dönüşecektir. Bu kargaşa içinde kendi tanımını netleştiremeyen fert, bir topluluk mensubu olma ve grup oluşturmaktan kaynaklanan bir güç hissetme eğilimi içine girecektir. Bu şekilde bahsettiğimiz stres faktörleriyle baş etmeye çalışır. İç çatışmaları, kompleksleri, umduğunu bulamama ve zaman zaman çaresizliklerle yüzleşir. Bunların doğurduğu taşkınlık ve saldırganlıklar, çoğunlukla toplumun genel değer yargıları tarafından frenlenir. Bu, Freud’un yaklaşımı ile egonun süper ego tarafından baskılanmasıdır. İşte, bu noktada yüceleştirme mekanizması devreye girecek ve bu mekanizmanın yürütülmesinde futbol çok önemli bir boşluğu dolduracaktır. Bu faaliyetler içinde fanatiklik boyutuna varan ölçüde yer alan kişiler, bir gruba mensubiyetin güven duygusunu, başarılarla yaşanan gururu, stresini toplumun makul karşıladığı zeminlerde tezahürâtlarla boşaltma imkânı bulacaktır. Farkında olmadan şuur altındaki problemlerin cevabını bulduğu bu faaliyeti, içindeki savunma mekanizması ve dürtüleri yüceleştirecektir. Gençlerin şöhret olmak yolundaki gayretleri ve bu uğurda ödenen bedeller, şöhreti yakalamış şahısların oda duvarlarını süslemesi, hatta ilâhçıklar haline dönüştürülmeleri varlık fırtınaları ve dalgalanmaları karşısında rotasını şaşırmış çaresizlerin kendilerini savunma mekanizmaları olarak ortaya çıkmaktadır. Her şeyde olduğu gibi, bu durumda da istikamet, Hâlık-ı Külli Şey ile bağlantılı, O’ndan olduğu bilinen bir varlık anlayışı ile mümkündür. Mensubiyet duygusunun en istikametli şekilde hissedileceği durum, benliğin nübüvvet silsilesi ile yani Hazret-i Âdem’den (as) Hazret-i Muhammed’e (asm) kadar insanlık âlemine dal budak salmış iyilik ağacının zamana uzantısı, asra uzanan dalında bir meyve olduğunu hissetmek, mensubiyet duygusu adına yaşanabilecek en güzel hâl olmalıdır. Kendine yansıtarak ve grup psikolojisi içinde, mensubu olduğu gruptan birilerinin şerefiyle şereflenmek ve varlığını anlamlandırmak için insanlık nev'inden Hazret-i Muhammed (asm) gibi bir şahsiyetin çıkmış olması yeter. Böyle bir gruba mensubiyet ve öyle bir zatın (asm) yüceleştirilmesi ile kendi varlığını anlamlı kılmak, sosyal hayatın ve benliğin en yüce noktası olmalıdır. Bu hâl benliğine, varlığa ve sosyal hayata benlik adına değil, Hâlık adına bakmanın işaretidir. Varlığı kendi içinde ve maddî planda anlamlandırmakla sahipsiz ve çaresiz, başıboş algılanan bir âlem yerine her şeyin gücünü ve bütün özelliklerini Kadir-i Külli Şey’den aldığı kontrollü ve istikametli bir âlem algısının ferdî plandaki emniyetini yaşamaktır. Bütün savunma mekanizmaları, istikametinde kullanıldığında, yani sırat-ı müstakîm üzerinde olduğunda ferdin maddî ve manevî hayatını kolaylaştıran nimetlerdir. Ancak, mülk âlemine sınırlı ve maddî dünyanın içine hapsolmuş, her şeyin kendi benlik ve varlık alanına yer açmak için mücadele içinde olduğu bir algıda bu mekanizmalar hep savunmanın, kaçışın, kendine ve âleme yabancılığın sonucu hissedilen vahşetten uzaklaşmanın zemini olacaklardır. Bu anlamda, büyütülen, yüceleştirilen ve putlaştırılan ve ardından medet umulan hiçbir dünyevî ilâhın, maddeden oluşmuş putun, vehmî bir güce dayanan unsurun faydası olmayacaktır. İnsanlık tarihi bu türden, yüceleştirilmiş, ilâhlaştırılmış nefsin kendinde görmek istediği kudret yansıtılmış putların enkazları ile doludur. Yani, kendilerine bile hayırları dokunmayan bu yücelerden beklentiler boşa çıkmaya mahkûmdur. Özünde acz ve fakr olan fert, bunların oluşturduğu duygu çatışması ve stresten kurtulmak için bir anlamda yüceleştirme mekanizmasına muhtaçtır. Ancak yüceleştirilmeye en lâyık olan, bütün sıfatları ile ekber olan Zât-ı Zü’l-cemâl ve maddî âlemde O’nun güzelliklerini en iyi şekilde yansıtan Hazret-i Muhammed'dir (asm). İçinde bulunduğumuz mânevî iklimde ruha ve bilinçaltına ulaştırılması gereken en önemli mesaj, Âlemlerin Rabbi’nin büyüklüğü ve yüceliğidir. Açlıkla terbiye olan nefis, bunu daha rahat kabul edecek ve derinden hissedecektir. Oruç bu mânâ ile en üst düzey yüceleştirme mekanizması olacak ve nefse kendi konumunu ve Rabbi’nin konumunu daha net hissettirecektir. Açlıkla terbiye olan nefis sonuçta ‘Ben aciz bir kulum, Sen ise Rabb-i Rahîm’imsin’ noktasına gelecektir. 25.08.2009 E-Posta: [email protected] |