Mikail YAPRAK |
|
Açılımın açıkçası |
Hükümet tarafından ortaya atılan “demokratik açılım” projesi, bir süredir çeşitli boyutlarıyla tartışılıyor. Toprak bütünlüğü, bayrak ve vatan birliği korunarak, meselenin insanî ve kültürel haklar, eğitimde fırsat eşitliği ve ekonomik iyileştirme çerçevesinde ele alınmasına hiç kimsenin ve hiçbir kesimin itirazı olmamalı. Ama terör elebaşlarının beyanları, İmralı mahkûmunun defteri ve muhalefetin “bölünme” kaygıları ürkütüyor, korkutuyor. Ayrıca ahval karışık, zemin batak, altyapı bozuk ve hava bulanık. Bu zaviyeden bakınca, henüz işin dibacesinde dibe vurma sinyalleri de geliyor. Lâkin bu sinyaller, çatlak ve olumsuz sesler korkutmamalı, telâşlandırmamalı. Bilâkis geri dönüşü mümkün olmayan bir yola girildiğine olan inanca kuvvet vermeli. Varsın, işin başında herkes ve her kesim ne söyleyecekse açıkça söylesin. Nitekim biz de zihnimize takılan, fikrimize ilişen ne varsa söyleyelim ki, acı da olsa, dostça olsun. Ki taşlar yerli yerine otursun, proje de kalıcı ve sağlam olsun. Öncelikle şunu ifade edelim ki; açılım projesinin hayırlı, kesin ve kalıcı bir sonuca ulaşmasına umudumuz ve güvenimiz tam olmasa da, desteğimiz ve duâmız kesin ve tamdır. Evet, umudumuzun ve güvenimizin tam olmasını engelleyen o kadar çok sebep var ki, saymakla bitmez. Ama açık desteğimizi ve duâmızı engelleyecek hiçbir sebep yoktur. Hani şu nişan, nikâh ve düğün gibi hayırlı girişimlerde dillere destan güzel bir duâ vardır. Aynen onun gibi diyoruz ki: “Allah tamamına erdirsin. Amin”
«««
En başta bu “demokratik açılım” projesini ortaya atan tarafın bugüne kadar sergilediği performans ve iradeye bakarak ihtiyatlı ve temkinli olmamak mümkün değildir. Sonra bu projenin hangi arenada, hangi gerekçe ve dayatmalarla ortaya atıldığı da oldukça düşündürücüdür. Ayrıca ortaya atıldığı günden bu yana, ülkenin karşı karşıya olduğu diğer devâsâ problemleri hemen arka plana attığına ve küllendirdiğine bakılacak olursa, zihne gelen kurgu ve kaygıları bertaraf etmek, ancak aşırı iyimser bir bakışla mümkün olabilir. Sakın bu defa da, “Ne yapalım, biz çözümde kararlıydık, ama muhalefet buna engel oldu” denilmesin. Çok açık ve net söylemek gerekir ki, artık bu meselede geri adıma cevaz vermeyen bir yola girilmiştir. Ya bu yola bu kadar “balıklama” ve damdan düşer gibi girilmemeliydi, ya da girildikten sonra artık geri dönülmemeli. Bundan geri adım, maazallah daha büyük belâ ve sıkıntılara kapı açar. Hani bu endişemizi de durup dururken izhar etmiyoruz. Bugüne kadar “demokratikleşme” alanında açıldığı gibi kapanan çok “açılımlar” gördük. “Başörtüsü açılımı,” “anayasa açılımı” vesaire..
«««
Bu gibi “açılımlar” arasında, açılıp kapanma ya da kapanıp açılma noktasında en fazla gidip gelen ve bundan dolayı da en büyük darbeye maruz kalan, hiç şüphesiz “başörtüsü” olmuştur. Yumuşacık, mâsum bir nesne. Ne dağa çıkabiliyor, ne de Meclise girebiliyor. Sahipleri de gözyaşına boğularak, dertlerini içlerine gömüyorlar. Bugüne kadar kendilerine verilen sözler ve ümitler kırıla kırıla, neredeyse tamamen ümitlerini yitirme noktasına getirildiler. Hatta bir ara o kadar ümitlendirildiler ki, bayram havası içinde bazı okullarda sevinçlerle sınıflarına dahi girdiler. Avrupa basınında bile, “Türkiye’de muhafazakâr hükümet, üniversite kapılarını başörtülü kızlara açtı” şeklinde yazılar yazıldı. Ama sonu büyük bir fiyasko ve hüsran oldu. Anayasanın hışmına uğrayan yasak, daha da katmerleşti. Kaş yapayım derken, göz çıkarıldı. “Sivil bir anayasa” için de “sivil adım” atıldıktan sonra havada kaldı. “Sert adımlarla yer gök inlesin” diyen askerî adım gibi olmadı. İşte sert adımların ürünü olan 1982 anayasası, hâlâ inim inim inletiyor. Demek ki biz, millet olarak hâlâ buna lâyık ve müstahakız. Zira yüzde doksandan fazla bir “evet” ile kabule mazhar olan bu anayasadır. Hiç beklenmedik simalarca alkışlanan ve umulmadık ağızların duâsını alanlar da bu anayasayı dikte ettirenlerdir. Devamında aynı destek ve aynı duâlarla iş başına getirilen icazetli sivil iktidarların yıllarca uyguladığı bu anayasa da bir bakıma sivilleştirilmiştir. Ondandır ki, ayrıca sivil bir anayasaya geçit verilmedi, girişimi de hemen rafa kaldırıldı. Nasıl olsa artık asker-sivil el ele, gönül gönüleyiz. Sivilimiz asker gibi, askerimiz sivil gibi olmuş. Millî Güvenlik Kurullarımızda alınan pozlara baksanıza.. Kurula başkanlık eden sivilimizin askerce bakışına ve duruşuna, rütbelilerimizin ise sivil ve mülâyim bakışlarına şahit olursunuz. Böyle bir uzlaşma ortamında, sivil anayasa çalışmalarının rafa kaldırılması hiç kaosa yol açar mı!
«««
Lâkin bu defaki “demokratik açılım” öncekilerine hiç benzemez. Hele bu “demokratik açılım” projesinde “Kürt açılımı” öne çıkarılıyorsa, projeyi akim bıraktıracak unsurlar da otomatikman devreye giriyor demektir. Zira bu meselenin bir ucu dağda, bir ucu Mecliste, bir ucu İmralı’da ve bir ucu dışarda. Bu meselenin aynı devlet, aynı vatan ve aynı bayrak altında çözüme kavuşturulması demek, Türkiye’nin rahat bir nefes alması, sırtındaki büyük bir kamburdan kurtulması demektir. Dış ve iç düşmanlar bunu asla istemezler. Bu meselenin demokratik haklar çerçevesinde ve barış havasında çözüme kavuşmasını engellemek ve sabote etmek için ellerinden geleni esirgemezler. Bu bakımdan hem iktidara, hem muhalefete düşen sorumluluk oldukça büyüktür. Bir kere meselenin siyasî ranta tahvili asla akla getirilmemeli. Hele bir de gündem saptırma yolunda kullanılırsa, oyalamayla zaman kaybettirilirse, bedeli ödenemiyecek derecede ağır olur.
«««
Ne gariptir ki, yirmibeş yıldır silâha sarılıp devlete kafa tutan, dağlarda konuşlanıp yol kesen, köy basan, devletin askerini ve polisini peşine takan taraf, bugün kalkmış devletin “özür” dilemesini istiyor. Aslında bu talep, Kader ve İlâhî Kudret canibinden devlete indirilen bir tokattır. Çünkü “beşerin zulmü içinde kaderin adaleti vardır” hükmüne göre, başka alanlarda yapılan adaletsizliğin tokadı bugün bu canipten indiriliyor. Bediüzzaman gibi bir İslâm âlimine yapılan “bed” muameleyi, kendisi sineye çekse ve affetse de kader affetmiyor. Zulmü yapanları, başkalarının eliyle tokatlıyor. Ama Bediüzzaman hâlâ eserleriyle devlete ve millete yol göstermeye devam ediyor. Onun yüz yıl önce kaleme aldığı Münâzarât adlı eser, hâlâ bütün güncelliğiyle meydandadır. Eğer o zaman o kitaba uyulsaydı, bugün bu sıkıntılar yaşanmamış olacaktı. Ama zararın neresinden dönülürse kârdır. Peki, dönülebilecek mi? 20.08.2009 E-Posta: [email protected] |