Selim GÜNDÜZALP |
|
İnsanın neye ihtiyacı var? |
Vaktiniz varsa saymaya kalkın… Bir deneyin hele. Yazmakla bitiremezsiniz. İnsanın neye mi ihtiyacı var? Çok… Her şeye… Ama en başta Allah’a ve sevgiye… İnsan, ihtiyacı bitmeyen bir varlık. Elde olmayan ne varsa hepsi ihtiyaçta var… *** Çoğu zaman bir mu'cizeden habersiz ömür süreriz. Bu mu'cize, üzerinde yaşadığımız dünyadır. Bu öyle bir dünya ki… İçinde yaklaşık yedi milyar yolcusu olan büyük insanlık ailesinin bulunduğu bir dünyadır bu. Ağaçlar, kuşlar, dağlar, denizler, ırmaklar da beraber. Düşünün… Zihnimiz kuşatamıyor bu büyük gezegeni. İşte böyle bir gezegendeyiz. Burada inanılmaz bir yolculuğa çıkmış bulunuyoruz. Bir an için dünyanın çapının sadece birkaç metre olduğunu varsayalım. Dünyayı şöyle küçük bir bahçe içinde öylece duruyor farz edelim. İşte o zaman, her insan onu öyle görebilir ve onun bir mu'cize olduğunu düşünebilirdi belki. O zaman, dünya üzerinde gördüğü her şey onu şaşırtabilirdi. O zaman, dünya yegâne merak konusu hâline gelebilirdi. İnsanlar onu kaptırmamak, çaldırmamak için ne gerekirse yaparlardı her halde. Onu öyle sever, öyle sahiplenirlerdi ki, hayatları pahasına da olsa onu korurlardı. Dünyamız birkaç metre çapında bir küre değil maalesef. On üç bin metre çapında bir küre. Bu kadar büyük olması, onun gerçekten mu'cizevî ve mukaddes olmadığını göstermez. Dünyamızı hoyratça kullanıyor ve bütün kaynakları tüketiyoruz. Güzel dünyamız bunu hak etmiyor. Bir çiçeğin açması, bir dağın oluşumu kadar uzun süreli olabilirdi. Bulutların yağmura dönüşmesi, aylar sürebilirdi. Gözümüz-kulağımız, elimiz-ayağımız olmayabilirdi ya da vücudumuzun bir başka yerinde de olabilirdi. Ama öyle değil. En ince noktasına kadar hepsi düşünülmüş ve hepsi bizim için ayarlanmış. Kusur yok. İnsan elinin değdiği yerden başka hiçbir yerde, hiçbir şeyde kusur yok. Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “Gören, görmez.” Deniz kıyılarındaki minicik çakıl taşları bile birbirine benzemez bu dünyada. Öylesine denge, öylesine güzel bir ahenk vardır. İnanılmaz bir çeşitlilik vardır. Ormanların içine girip, ağaçları bir hissedin. Dağlardan çağlayıp akan suların zikrini bir dinleyin. Buna da vaktiniz elvermiyorsa, annesinin peşine takılıp giden civcivleri bir izleyin. Ya da bir bebeğin simâsındaki güzelliği... Dünya ve içindekiler, hepsi güzeller… Güzellerin güzeli olan Rabbimizin eseridirler. Onun içindir bu güzellik. Uzaydan dünyamıza bakabilseydik, şüphesiz o zaman bir başka güzel görünecekti dünya gözümüze. Bunu da, uzaya çıkmayı başarmış Russell Louis Schweickart isimli astronottan dinleyelim: “Uzaydan dünyaya baktığımda, onun uçsuz bucaksız bir kâinat içinde ne kadar önemli olduğunu gördüm. Oradan dünya bir nokta büyüklüğünde görünüyordu. Ancak eşsiz bir görüntüydü bu. O anda benim için bir anlam ifade eden her şeyin, tarihin, san'atın, hayatın, doğumun, ölümün ve aşkın, bu küçük nokta üzerinde olduğunun farkına vardım. Böyle bir bakış açısı da bana değiştiğimi, dünya ile aramdaki bağın yeni bir boyut kazandığını gösterdi.” Biz bu astronot kadar şanslı değiliz. Uzayın dışına çıkma imkânımız da olmayabilir. Ama gerçek olan şu ki, biz bu yolculuğun içindeyiz. Ve bu yolculuğu hasarsız ve kazasız olarak başarabilmek için bir rehbere, bir eğitimciye muhtacız. Önümüzü ışıl ışıl aydınlatacak bir yol göstericiye ihtiyacımız var. En başta Kur’ân’a, Hz. Peygambere (asm) ve onun yıldız sahabelerine ihtiyacımız var bu dünya yolculuğunu gerçekleştirirken. Birçoğumuz hayatın içindeki bu ahengi göremeyiz çünkü dar kalıplar içinde yetişmişiz, ya da yetiştiriliyoruz. Allah’ın yarattığı güzel kâinatı ve tabiatı anlayamadığımız için, kendimizi ona karşı yabancı hissediyoruz. Bunu da ortadan kaldıracak pek çok yollar var. İnsan bir ağaç dikti mi meselâ, onunla arasında kopmaz bir bağ oluşur. Diktiği, ektiği o toprağa bağlanır adeta. Sevdiğimiz dostlar, arkadaşlar, hatta hayvanlar ve ihtiyaç duyduğumuz her şey için de vakîdir bu. Ama esas soruyu sormadan geçmemeliyiz: Peki bütün bu ihtiyaçları bizim için gören, bilen, hazırlayan ve karşılayan kim? İşte ruhumuzun iletişime geçme noktası burada, bu soruyla başlar. Sonlu bir hayatın içinde, sonsuzluğun sesini duymak ister insan. Duymada zorluk çeken birine sesini duyurmaya çalışan bir insanın bağırması gibi, hatalı olduğumuzu göstermeye çalışır kâinattaki kardeş sesler. Sesini duyurmaya çalışırlar insana. Bazen bir kasırga, bazen bir sel felâketi, bazen bir deprem, bazen bir dolu olur bu. Yolumuzun yanlışlığını ve çıkmazlığını ifade için var güçleriyle seslenirler duyabilenlere, kulağı kalbinde olanlara: “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak! Haykırsam kollarımı makas gibi açarak…” Necip Fâzıl Kısakürek *** Toprak dile gelir, konuşur. Hava konuşur, sel olur, yel olur, rüzgâr konuşur… Dünyadaki biricik görevimiz ise, görülebilen ve görülemeyen dünyalar arasında bir bağ kurmaktır. Maddeden mânâya, nakıştan Nakkaş’a geçebilmektir. Esma yoluyla müsemmâyı bulabilmektir. O mukaddes görevi gerçekleştirmektir. Açıklarda dolaşan bir gemi değildir insan. Varacağı yer bellidir. Dünya gemisinin varacağı yer, ahiret limanıdır. Biz insanlar, maddenin içinde saklı güzelliği ortaya çıkarabilmek için varız bu dünyada. Bu da o mukaddes görevimizin bir parçasıdır. Bizi çepeçevre saran zincirleri kırıp, merhamet duygumuzun sınırlarını genişletmektir. Yabanilikten kurtulup, bütün kâinatı ve içindekileri kucaklamaktır. İnsanın pek çok şeye ihtiyacı vardır. Ama en önemlisi, sevgiye ve Allah’a. Bir de Kur’ân’a ve Rasulullaha (a.s.m.) olan ihtiyacımızdır. Kendi başımıza, kendi arzu ve kararımızla bu dünyaya gelmediğimize göre, yolumuzu ve rotamızı da biz belirleyemeyiz. Hayatta en önemli şey, kendimiz için doğru olanı seçebilmektir. Bunun da yolu, ışığın peşine düşmektir. Yani vahyin, Kur’ân’ın, Hz. Peygamberimizin (a.s.m.) ... Hiçbir an, hiçbir yerde bizi yalnız bırakmayan Rabbimiz, doğruyu bulabilmede de en büyük rehberimizdir. Yanlış seçimler, istenmeyen yollara sapmalar, yaratılış gayemizi inkâr olur, özümüzü red olur. İnsanın değeri, önem verdiği şeye göredir. İnsanın pek çok şeye ihtiyacı vardır. Ama Allah’a ve sevgiye olan ihtiyacı hiç bitmeyecektir. Bunlar olmadan asla yapamaz... İnsanın yolculuğu kısa da olsa ebedîdir. Onun için değerlidir. Yola çıkmak, yolda olmak, kendisinin farkına varmak, kendisini bilme çabasıdır insanın. Kendisiyle yüzleşmekten mutlu olmaz, bazen kaygıya düşer insan. Bütün bu anlamsız gibi görünen şeyleri anlamlı kılan, var oluşumuzu açıklayan, denizlere hasret bir damla su olmanın dayanılmaz coşkusunu gidermek ister insan. Bu yorgunluğu giderecek, bu kaygıları atacak ve kaldıracak sadece Allah’a olan inancı ve sevgisidir… Yüreğinin içine hapsettiği, ‘Allah’ diyen o sesi duymayan için, o sesi özgür bırakmayan için, dünya ne kadar güzel ve büyük olursa olsun bir zindandır. Bir oyundur, bir oyalanmadır sadece. Bu yolculukta karşılaşacağımız tehlikeler oldukça fazla. Onun için, bu tehlikeleri aşmak adına bir kılavuza ihtiyacımız var. Kılavuz bir ateş gibidir. Ondan uzakta kalan ısınamaz ve karanlıktadır. Dışımızdaki her şeyin gayesi, bizim hayat yolundaki gayemizle ilişkilidir. Kendini keşfetme, Allah’ı bilme ve bulma yolculuğudur bu. Her ne aranırsa aransın, Allah arayana buldurur Kendini. Bu dünya, Allah’ın dünyasıdır; Kendini bildirir, Kendini anlatır, Kendini tanıtır bize. Seveceksek, O'nun adına sevdiğimizde güzeldir. Şükredeceksek, O'nun adına şükrettiğimizde güzeldir bu dünya. Halide Nusret Zorlutuna, “Benim İçin” isimli şiirinde bunu ne güzel dile getirir:
“Benim için mi yarattın bu dünyayı Allah’ım? Dağları böyle gönlümce yeşil, Denizleri ışıl ışıl… Gönlümce serin, Gönlümce sıcak…
Benim için mi yarattın bu gökleri, Bu yıldızları Allah’ım? Böyle masmavi, derin, Hayalimce zengin, Gönlümce parlak…
Benim için mi yaratıldı Allah’ım bu çocuklar? Böyle gönlümce güzel, Alınları gönlümce ak, Bakışları bahar bahar… Berrak! …
Ufuklar ağardı, Niyaz dolu, Haz dolu gökler ve yer; Şükürler sana Allah’ım şükürler…” *** Bazen uyanık olsak da gerçeği görmeyi başaramayız. Çünkü gerçeğin bize çok açık bir şekilde görünmesini bekleriz. Gerçek beklemediğimiz bir kılıkta karşımıza çıkarsa, onu da görmezden gelip geçeriz. Bir grup Avrupalıyı anlatan bir hikâye vardır: Bilgeyi aramak için doğuya doğru yolculuğa çıkar bu grup. Bu insanlar, gittikleri uzak diyarlarda, onlara hizmet etmesi için yanlarına birini alırlar. Bilge öğretmeni bulmak için çok zaman ve enerji harcarlar. Bu yolculuk içinde çetin mi çetin tecrübeler yaşarlar. Yorgunluk, umutsuzluk ve hayal kırıklığı ile yıkıldıkları bir anda, gayelerine ulaşırlar. Bazıları şaşkınlık içinde, aradıkları kişinin, yolculuk boyunca yanlarında olduğunu anlar. Aradıkları bilge, onlara hizmet eden kişidir. Ama hiçbiri, böyle bir ihtimâli hesaba katmadıkları için, başından beri hep var olan o şeyin farkına varamazlar. Evet, bazen hasretle arayıp durduğumuz bir şey, aslında yanı başımızda olabilir. Bize yol gösterecek işaretler, bazen harfler yerine yüreğimizin diliyle yazılır. Kalbimize kim bilir ne ilhamlar gelir? Farkına varabilirsek eğer… İnsan, cüz’î ama özgür iradesiyle, bu yolculuğun her durağından ve seçtiği her yoldan sorumludur. Bazen yollar ikiye ayrılır, çatallaşır. Seçim yapmak zorunda kalırız. Bazılarımız önce bir yolu seçer, bir müddet onda gider, sonra yanlış bir karar verdiğini anlayıp tekrar öteki yola sapar. Pusulasız ve haritasız doğru yolu bulmaya çalışmak, insan için kolay bir iş değildir. Yüreğimizin gösterdiği yolu takip etmek de, her zaman doğru bir seçim olmayabilir. En doğru yol, Allah’ın kitabıyla ve Peygamberi (a.s.m.) ile gösterdiği yoldur. Günde kırk defa, namazda “İhdinâs-sırâta’l-müstakîm”, yani “Bizi yönelt dosdoğru yola!” diye boşuna demeyiz. “Bu âyetler bize, İlâhî rehberliğin kendiliğinden gelen bir şey değil, talep edilen bir şey olduğunu gösterir. İnsan Allah’tan tek bir şey isteyecekse, bu hiç kuşkusuz İlâhî rehberlik olmalıdır. (…) Sırat öteden değil, buradan başlar.” (Bkz: Hayat Kitabı Kur’ân, M. İslamoğlu, s. 3) Bundan habersiz yolculuğa çıkanların sonu zarar ve ziyandır. Evet, bütün yollar Allah’a çıkar. Ama Allah’ın gösterdiği yollar. Ve Kur’ân’ın, Hz. Peygamberimizin (a.s.m.) işaret ettiği yollar. Daha da öteye, bu yolların sonu cennete çıkar İnşallah. İnsan cennete çağrılıdır. Her şeyin İlâhî bir takdirin gözetimi altında olduğunu gören ruh, engelleri kudsî bir rehberin ve mübarek bir kitabın eşliğinde aşabilir ancak. Evet, dünyadaki yolculuğumuz bizi yeryüzünden ötelere, cennete götürüyorsa, elbette bu yolda nasıl ilerleyeceğimizi bilmek ve öğrenmek zorundayız. Asıl ihtiyacımız olan şey budur. Şimdi başlangıçtaki soruyu bir daha soralım: İnsanın neye ihtiyacı var? Çok… Ama her şeye… En başta Allah’a ve O'nu sevmeye… ***
Dünyada bir yolculukta olduğuna ve elinde ne varsa burada bırakıp gideceğine inanmayan birine Sadî’den güzel bir hikâye: “Derviş gönüllü bir adam, küçük bir ev yaptırmıştı. Bir dostu: ‘Gücün yerinde. Bundan daha büyük ve geniş yaptırsan olmaz mıydı?’ dedi. Adam şöyle cevap verdi: ‘Köşk ve saray yaptırmak akıl kârı mıdır? Dünyada bırakıp gitmek için bu bile yeterli değil mi?” Ve Sadî Şirazî hikâyenin sonunda öğüdünü de verir: “Arkadaş sel yoluna ev yapma! Ne kadar sağlam ve büyük olursa olsun bir gün yıkılır gider. Kervancıların konakladıkları yerde ev yapması doğru değildir.” Bediüzzaman Hazretleri de bunu ne güzel özetliyor: “Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrûr ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 111)” 15.08.2009 E-Posta: [email protected] |