Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Kardeşlik ve huzur |
Başbakan bir taraftan, İçişleri Bakanının ilk açıklamalarında “demokratik açılım” şeklinde ifade edilen ve son bilgilere göre “Kardeşlik ve huzur projesi” adı konulduğu anlaşılan “açılım”da herhangi bir “paket”in söz konusu olmadığını söylerken, diğer taraftan “rapor ve sonuç bildirisi” kelimelerini kullanıyor. Hükümete çok ağır ithamlar yönelterek kapılarını peşinen kapatan iki muhalefet partisine de “Söyleyecek neyiniz var? Bize bunu söyleyin. Biz bunları da bu çalışmanın içine, sonuç bildirgesine, raporumuza koyalım” diye çağrı yapıyor. Demek ki, bu çalışmalarda bir “paket” söz konusu olmayacak, ama “rapor” veya “sonuç bildirisi” hazırlanacak. Ve anlaşılan o ki, evvelce daha ziyade üniversiteler ve STK’lar tarafından farklı konularda değişik isimler altında organize edilen “beyin fırtınası, fikir jimnastiği” türü bir etkinliğin, şimdi bu konuda, hükümetin “moderatörlüğü” ile, olabildiğince geniş kesimleri içine alacak bir kapsamda gerçekleştirilmesi öngörülüyor. Bu çalışma, çözüme destek verecek güçlü bir kamuoyu oluşturma açısından faydalı olabilir. Ama samimiyetle, hiç kimseyi dışlamadan yürütülmesi ve Bakan Atalay’ın dediği gibi “bu konuda söyleyecek sözü olan herkes”e dikkat ve içtenlikle kulak verilip, görüş, tesbit, eleştiri ve tekliflerinin aynen kayıtlara geçirilmesi şartıyla. Bu konuda herkes çok “dolu” ve öncelikle eteklerdeki taşların dökülmesine büyük ihtiyaç var. Herkes konuşsun, içini döksün, rahatlasın. Sonra, söylenenlerin dökümü çıkarılıp, gereksiz detaylar ayıklansın; öze ve esasa taallûk eden ortak tesbitler tasnif edilip derli toplu şekilde bir araya getirilsin; aynı şey çözüm teklifleri için de yapılsın ve neticede her kesimin ortak kanaatlerini ortaya koyan bir mutabakat metni oluşsun. Bir sonraki aşamada da, bu metindeki ortak teklifler için, herhangi bir gecikmeye de meydan vermeyecek gerçekçi bir zamanlama stratejisine dayalı bir uygulama takvimi yürürlüğe konulsun.
Keşke sivil bir inisiyatif olsaydı... Erdoğan’ın açılımdan söz ederken kullandığı “süreç” kelimesiyle böyle bir silsilenin kast edildiğini, böyle bir niyetle yola çıkıldığını sanıyoruz. Takip edilen yöntem ve stratejinin, ilk bakışta doğru, isabetli ve gerçekçi olduğu ifade edilebilir. Ancak sürecin, siyasî gücü ve arkasındaki halk desteği inişe geçmiş bir hükümetçe başlatılmış olması ciddî bir handikap. Nitekim daha ilk adımlarda Meclis içi muhalefetin blokaj girişimine hedef oldu. Konuyu görüşmeye dahi yanaşmayan CHP ve MHP, bilinen tavırlarıyla işi kendilerine bakan yönüyle tıkarken, Erdoğan’ın lider düzeyinde görüştüğü DTP de sürecin hassasiyetiyle hiçbir şekilde bağdaştırılamayacak provokatif taleplerle çözüm atmosferini zehirliyor. Bu tablo belki AKP’ye, azalmaya yüz tutan oy desteğini kısmen de olsa geri getirebilir, ama bu durum, ekonomideki olumsuzluklar başta olmak üzere seçmen tercihlerini belirleyen diğer etkenlerin yol açabileceği kayıpları telâfi edebilir mi? Aslında böyle bir çözüm inisiyatifi, Türkiye’nin mâlûm şartlarında bu çeşit bir tıkanmayı netice vermesi kaçınılmaz olan siyaset alanı dışında, tamamen sivil toplum eksenli bir hareket olarak gündeme gelmiş olsaydı, başarılı olma ve istenen sonuca ulaşma ihtimali çok daha yüksek olurdu. Söz gelişi, acılı şehit ailelerinden başlayarak genişleyen halkalar halinde topluma mal olacak ve medya desteğini de arkasına alarak hem siyaseti, hem devleti etkileyebilecek bir sivil inisiyatif, “Artık bu kan ve gözyaşı dursun, barış ve kardeşliğe dayalı samimî bir kucaklaşma ile bu fitneyi söndürelim” diye ortaya çıksa netice alır. Ama ne yazık ki, burada da örgütlü toplum olamayışımızın sıkıntısını yaşıyoruz. Şehit aileleri adına kurulan derneklerin bir kısmı akreditasyon güdümünde, bir kısmı ise siyasî angajmanlar içinde. Diğer cenahta da çoğunlukla acıların istismarına dayalı ve yönlendirmeli oluşumlar var. Çözümden yana çoğunluğun ise sesi çıkmıyor... 15.08.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Geçen hafta dünyada neler oldu? |
Çin hızlı ekonomik kalkınmanın bedelini ödüyor. Hukukun üstünlüğü, insan hakları ve demokrasinin yokluğu, Komünist Parti yöneticilerinin rüşvet ve yolsuzluklarla hızlı zenginleşme yolunu seçmesini kolaylaştırdı. İşte şimdi yönetim alarm veren yozlaşmayla mücadele için çok ağır tedbirler almaya başladı. En son 9 vilayetteki 30 havaalanını işleten devlete ait hava limanı şirketleri topluluğunun yönetim kurulu başkanı ve genel müdürü olan Li Peiying’i 14,6 milyon dolar rüşvet almaktan dolayı idam etti. Geçen ay da 28 milyon dolar rüşvet alan Çin Petrol ve Kimyasal Şirketinin eski yönetim kurulu başkanını ölüme mahkûm etmişti. Çin’in komünizm zulmü altında bütün değerlerinden yoksun bıraktığı, baskı altında tuttuğu birbuçuk milyar Çinliyi ağır cezalarla düzeltemeyeceğini kısa süre içinde görecek. İnançtan yoksun bırakılan insanları idamla bile kontrol altında tutamayacaklarını anlaması uzun sürmeyecektir. *** Giritli bir kadına aşırı sarhoş bir İngiliz turist sataşmaya kalkınca üzerine gazyağı döküp ateşe verdi. İlk duruşmasından çıkan Marina Fanouraki’yi mahkeme önüne toplanan halk alkışlamış. Sarhoş turistlerden bıkan yerliler onu bir öncü gibi görüyorlarmış. İngiliz dışişleri de turistleri Akdeniz ülkelerinde ölçülü içmeye dâvet ediyor. Peki içmeseler olmaz mı? *** Paris’teki Louvre Müzesinde bulunan Mona Lisa tablosu saldırıya uğradı. Mona Liza’ya gösterilen ilginin kendisine gösterilmemesine, başvurusunun reddedilerek Fransız vatandaşlığına alınmamasına kızan bir Rus kadın çantasından çıkardığı çay kupasını tabloya fırlatarak durumu protesto etti. Ancak 1956 yılında tablonun asit ve taş saldırısına uğramasından sonra tedbir alınmıştı. Kurşun geçirmez camı çizmekten başka zarar veremeyen kupa; dünyanın ilgisini, atan kadına çekmeyi başardı. Ancak bu ün kadıncağızın Fransa vatandaşlığı bir yana ülkede kalmasını bile imkânsız hale getirebilir. Neye niyet neye kısmet! *** 2001 yılında koyduğu bomba ile uçağı İngiltere’nin Lockerbie kasabası üzerinde düşüren ve 270 kişinin ölümüne sebep olan Libyalı ajanı 25 yıllık hapis cezasını tamamlayamadan hapisten çıkacak. Çünkü kul hakkı ahirete kalmadı ve Ali Muhammed el-Megrahi prostat kanserinin son evresini yaşıyor. Ancak kurbanların aileleri buna karşı çıkıyor. Bazı kurbanların aileleri ise onun suçlu olmadığına inanıyor. İskoçya af komitesi henüz karar veremedi. Tabi onlar affetse bile, Hesap Günü’nde Megrahi’yi ağır bir muhakeme bekliyor. Bu arada bombayı koyma emrini veren Kaddafi bugün İngiltere’nin ticaret hacmi yüksek ortaklarından. *** 11 Eylül saldırıları sonrasında CIA’nın sekiz ayrı ülkedeki gizli sorgulama merkezini inşa eden CIA yetkilisinin yolsuzluktan yargılanması bu gizli hapishanelere ilişkin bazı bilgileri gün ışığına çıkarıyor. O dönemde CIA’nın Avrupa lojistik merkezi yöneticisi olan Kyle D. Foggo bu inşaatları gerçekleştiren adam. Bir tanesini Bükreş’in işlek bir caddesindeki onarılan bir binanın içine kurmuşlar. Bir diğerini Fas’ta… Çoğunun yeri hâlâ gizli tutuluyor. Buralarda işkence edilen masumların ahı tutmuş olacak ki, Foggo CIA üst düzey yöneticiliğine geldikten sonra, bir çocukluk arkadaşı müteahhide pahalı tatiller ve lüks lokantalarda yemekler karşılığı CIA’nın 1,7 milyon dolarlık ihalesini vermiş. “Ne yapacaktım gizli işleri en güvenilir dostuma verdim” diyerek kendini savunuyor! Ve üç buçuk yıl hapse mahkûm şimdi. Çıkınca da muhtemelen arkadaşının vaat ettiği emeklilikte dolgun maaşlı işe girecek! 15.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Secde etmeliyiz... Ağlamalıyız... |
Evvela temizlik… Maddî manevî temizlik… Ve özellikle maddeye de tesir eden manevî temizlik… Ehl-i iman ve Kur’ân için artılarının yapılması gereken, en önemli yerine getirilmesi gerekli emirdir temizlik… Her yönüyle temizliğin başına, doruk noktasına manevî temizliği koyduktan sonra aklımızın erdiği her türlü maddî temizlik de bizleri bekliyor… Efendimizin (asm) hayatında tatbik ederek gösterdiği maddî temizlik, bizim en büyük kılavuzumuz ve rehberimiz olmalıdır. İslâma gönül verenlerin bir nüktesi, bir ışığı gibi gözükse de temizlik, cihette mü'minlerin aydınlatıcısı, koruyucusu ve başarıya götüren faktörlerin en başta gelenidir… Çocukluktan büyüklüğe, pratik hayatımızdan ömür boyu sürecek âdetlerimize, âdâb-ı muaşeret ve ahlâk kaidelerine tesir noktasından baş köşeyi işgal eden temizlik elbette ki bilmekle değil, yaşamakla gösterilecek bir olaydır. Efendimizin (asm) gül kokulu hayatından onun bizzat yaşayarak gösterdiği örnek ver rehber olduğu temizliğinden her safhasında ders almalıyız... Onu takip eden gökteki yıldızlar misali ashabının, sevgililer topluluğunun temiz anlayışını, hayatlarından bizlere yansıttıkları, ışık terbiye temizlik huzmelerini emmemiz ve yaşantımız sürdüğü müddetçe, bir ömür boyu bunları tatbik etmemiz gerekmektedir… Hani yıldızlarla hasbihal eder gibi, iman ve Kur’ân noktasından İslâma gönül veren bütün mübarek, muazzam şahsiyetlerin hayatları noktasından ve özellikle temizliğe gösterdikleri istisnai itinalar noktasından öğrenmeliyiz, bilmeliyiz ve tatbik etmeliyiz. Çocukluğun ilk dersleri güzel, temiz, doğru olmalı. Temizliği genç olan insanların muhakkak bilmesi yolunda aileler büyük bir seferberlik içinde olabilmeli… Hz. Hatice’den, Hz. Fatıma’dan, Hz. Aişe’den (ra) temizliğin hayatlarına yansımalarını almamız gerektiği gibi, Hz. Ebubekir’den, Hz. Ali’den, Hz. Osman’dan da (ra) hayatlarına yön veren temizlik ders ve kurallarını alabilmeliyiz… Ebu Hanife’den Akşemseddin’e bütün İslâm âlimlerini hijyen ve temizlik noktasından öğrenmeli ve bilmeliyiz. Cemal ve Kemal sahibi Rabbimizin çok nezih bir şekilde kâinatta tecelli eden Kuddüs isminin cilvelerini kâinatın, dünyamızın ve insanın yüzlerinde okuyabilmeli ve anlamaya çalışmalıyız. Bir gayret ve çalışma iklimine girerek, imanın ateşinde yanarak tertemiz Rabbimize gitmeliyiz, secde etmeliyiz, ağlamalıyız ve bütün hayatımızı bu temizlik hazzı ve lezzetiyle süslemeliyiz. El nezafet-ül iman, ancak hayata tatbik edilebilirse ispat edilebilir… 15.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Eş adaylarını değerlendirmede de âdil olmalı |
En önemli meselelerden birisi de, eş aramada adayların, muhatapların, danışmanların ve meşveret edilenlerin (aracıların) dosdoğru hareket etmesidir. Adaylar kendilerini tanıtırken veya yakınları tanıtırken, asla mübalâğaya kaçmamalı ve zaaflarını da dile getirmelidir. Aksi halde, karşıdaki aldanmışlık psikolojisine girer. Ve bunun intikamını nasıl alacağı hiç belli olmaz! Kendisini aldatanlara hayatı zindan edebilir! Adalet yalnızca mahkemelerde tecellî etmez, etmemeli. Hayatın bütün katmanlarında âdil olmalıyız. İnsanları değerlendirirken, hak ve hürriyetlerine riâyet ederken… Dolayısıyla aday tanıtımında da İlâhî adalet prensibi işletilirse, sonuç, her iki taraf için de hayırlı olur. Takip edelim: “Ey imân edenler! Adalet üzere olun ve Allah için şahitlik edin. Kendi aleyhinize veya anne ve babanızla akrabalarınızın aleyhine olsa bile. Hakkında şahitlik ettiğiniz kişi, zengin de olsa, fakir de olsa doğruluktan ayrılmayın. Çünkü ikisini de Allah sizden daha iyi gözetir.”1 Zaafları saklayarak, kusur ve hataları örterek, yalanlar üzerine binâ edilen bir evliliğin ne hayrı, ne feyzi, ne bereketi olur! “Mübalâğa ihtilâlcidir.” Eş adaylarında olmayan vasıfları varmış gibi göstermek, olumsuz sonuç doğuracağı, aile hayatını zedeleyeceği açıktır. Dolayısıyla her şeyi ve herkesi olduğu gibi vasıflandırmak gerekir. Bu zaten hakperestliğin gereğidir. Olmayan vasıflarla tavsif etmek, ayrıca yalancılıktır. Mübalâğa ve yalanlarla kurulan bir yuva huzur ve mutluluk getirir mi? Ancak, eş adayı arayışında insan hâl ve davranışları, yâni, hatâ-sevaplarının değerlendirilmesinde âdil olunurken, insaflı da olmalıyız. Unutmuyoruz ki, insanız ve hatâdan hâli değiliz. Hepimizin zaafları var. Öyle ise şu prensipleri nazara almalıyız: Bir insanın bütün halleri yüzde yüz doğru olması mümkün değil. İnsan tamamıyla olumlu duygulardan örülmüş bir varlık değil. O takdirde melek olurdu! Eğer bir adayın, iyi yönleri, olumlu duyguları olumsuz yönleri ve duygularına kemiyeten/sayı veya keyfiyeten ziyade gelse, o muhabbete ve hürmete müstehaktır. Kimi zaman çok iyi bir haslet, diğer olumsuzlukları kapatabilir. Bir adayın gerçekten bir sıfatı çok olumsuz da olsa, o sıfat sahibi tamamen olumsuz olarak değerlendirilemez. Güzel hasletleri çirkin hasletlerine, iyi yönleri kötü yönlerine üstün gelenler, iyi olarak değerlendirilmelidir. Hepimiz zaman zaman hata yaparız. Ancak, özür dilemesini bilmeliyiz. Nefsini itham eden kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden istiğfar eder. İstiğfar eden istiâze eder. İstiâze eden şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse affa müstehak olur.2 *** Meşhur bir dokumacı, dokuduğu kumaşı satmış. Daha sonra o kumaş parçasında bir kusur görülmüş ve geri çevrilerek bedeli istenmiş. Dokumacı parayı vermiş, fakat gözlerinden yaş gelmiş. Sormuşlar: “Niçin ağlıyorsun? Kumaşı geri verdik diye ise, üzülme. Alıp gidelim ve paranı geri verelim.” Dokumacı: “Hayır, kumaş için ağlamıyorum” demiş. “Onun bir kusuru görüldü ve geri çevrildi. Fakat ya ömür boyu yaptıklarım Allah’a arz olunduğu zaman, böyle bir kusur yüzünden geri çevrilecek olursam, ne olur benim hâlim? Ben bunu düşündüm de ağladım. Hayat, kumaş gibi değil ki, düzeltilsin ya da tekrar dokunsun. O, sadece bir kere gelir geçer.” Dipnotlar: 1- Kur’ân, Nisâ, 135.; 2- Lem’alar, s. 91. 15.08.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Rahmeti hak etmek |
Süleyman Bey: “Lem’alar’da geçen; ‘Kadîr-i Küll-i Şey bir dakîkada, bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek semânın berrak yüzünde ziyadâr güneşi gösterdiği gibi, bu zulümâtlı ve rahmetsiz bulutları da izâle edip hakâik-i Şerîatı güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız verebilir. O’nun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalplerine îman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.’ sözü ile Münâzarât’ta geçen, ‘Suâl: En evvel rüesâmız ıslâh olunmalı? Cevap: Evet, reisleriniz malınızı ceplerine indirip hapsettikleri gibi, akıllarınızı da almışlar veya dimağınızda hapsetmişler. Öyle ise, şimdi onların yanındaki akıllarınızla konuşacağım: Eyyühe’r-ruûs verrüesâ!.. Tekâsülî olan tevekkülden sakınınız. İşi birbirinize havâle etmeyiniz. Elinizdeki malımızla ve yanınızdaki aklımızla bize hizmet ediniz. Çünkü şu mesâkini (fakirleri) istihdâm ile ücretini almışsınız. İşte, hizmet vaktidir’ sözünü sorumluluk ve doğru tevekkül anlayışı bakımından nasıl birleştirebiliriz?”
Bedîüzzaman Hazretlerinin bu iki sözünden birincisi Müslüman için ümit ve duâ ihtiva ediyor1; ikincisi de reislere, âmirlere ve milleti idâre edenlere hakkaniyet, başarı ve verimlilikle ilgili2 yol gösteriyor. İlgi alanları farklı. Birinci cümlede üslûp duâ ve ümit ağırlıklı olmakla berâber, “Çalışmayınız!” demiyor. İkinci cümlede çalışma ve hizmet teşvik edilmiş; karamsar bir tablo çizmiyor, ümitleri kırmıyor, “Duâyı bırakınız” demiyor. Başka bir ifâdeyle, birincisinde “çalışmayı teşvik” gizlice, ümit ve duâ açıkça; ikincisinde “ümit ve duâ” gizlice, “çalışmayı ve hizmeti teşvik” açıkça ifâde edilmiştir. Birinci cümle, en karanlık tablolarda ve levhalarda dahî Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden ümitvâr olmayı sürdürmemiz gerektiği konusundaki Kur’ân âyetine uygundur. Nitekim Kur’ân bütün umut kapılarının kapandığı noktalarda da umut veriyor ve, “Ey kullarım!.... Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz”3 buyuruyor. İkincisi ise, tembelliği, havâleciliği ve çalışmayarak millete yük olmayı milleti yönetenlere aslâ yakıştırmıyor; onları, milletin malı ve aklı ile, görenek ve değerleri ile hizmet etmeye çağırıyor, şimdi hizmet vakti olduğunu hatırlatıyor. Bu da; Kur’ân’ın çalışmayı ve gayret sarf etmeyi insanın büyük bir farklılığı ve görevi olarak ilân eden, “İnsan, ancak çalıştığı kadar elde eder!”4 veya, “Öyle ise, bir işi bitirince diğerine giriş!”5 ya da “Bir işe azmettin mi, Allah’a güven”6 âyetlerinin emirlerine uygun bir hatırlatma ve ikaz niteliği taşımaktadır. Netice olarak, ne birincisi tembelliği ve havâleciliği çağrıştırıyor; ne de ikincisi yalnız kavlî duâyı yeterli görüyor! Binâenaleyh, tenâkuz mevcut değildir. Müslüman gerek dünyâ işlerinde, gerekse âhiretle ilgili hizmetlerinde öyle bir denge kurmalıdır ki, işler yolunda gitmediğinde ne tamâmen elini eteğini hizmetten ve çalışmaktan çekmeli; ne de duâyı bir tarafa bırakmalı ve ümitsizlik girdaplarında boğulmalı! Müslüman, başarının, çalıştığı oranda verileceğini bilmeli; verimliliği nispetinde ümit dolu kapıların kendisine açılacağını kavramalıdır. Böylece en zor şartlarda ve en çetin ve metîn tecellîlerde Müslüman, bir yandan verimli çalışmaktan ve inadına hizmetten geri kalmamalı; diğer yandan kavlî ve kalbî duâlarını eksik etmemeli, duâsına ve inancına bağlı olarak ümidini aslâ kaybetmemelidir. Neticenin Allah’ın rahmet elinde ve hikmet yüklü tasarruflarında olduğunu kesinlikle bilmeli; Cenâb-ı Allah’ın her şeye hâkim olduğundan emin olmalıdır. Cenâb-ı Allah her şeye hâkim olduktan sonra ve her şey Cenâb-ı Allah’ın rahmetinin, hikmetinin ve iradesinin kontrolünde bulunduktan sonra; bulutlar kendi başına ne diye kararsın? Güneş kendiliğinden ne diye küsufa girsin? Hava tek başına ne diye bulansın? Müslüman sorumluluğunu bildiği kadar, Allah’ın rahmet ve inayetle muamelesini hak eder.
Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 108. 2- Münâzarât, s. 65. 3- Zümer Sûresi,39/53. 4- Zümer Sûresi, 53/39. 5- İnşirâh Sûresi, 94/7. 6- Âl-i İmrân Sûresi, 3/159. 15.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Selim GÜNDÜZALP |
|
İnsanın neye ihtiyacı var? |
Vaktiniz varsa saymaya kalkın… Bir deneyin hele. Yazmakla bitiremezsiniz. İnsanın neye mi ihtiyacı var? Çok… Her şeye… Ama en başta Allah’a ve sevgiye… İnsan, ihtiyacı bitmeyen bir varlık. Elde olmayan ne varsa hepsi ihtiyaçta var… *** Çoğu zaman bir mu'cizeden habersiz ömür süreriz. Bu mu'cize, üzerinde yaşadığımız dünyadır. Bu öyle bir dünya ki… İçinde yaklaşık yedi milyar yolcusu olan büyük insanlık ailesinin bulunduğu bir dünyadır bu. Ağaçlar, kuşlar, dağlar, denizler, ırmaklar da beraber. Düşünün… Zihnimiz kuşatamıyor bu büyük gezegeni. İşte böyle bir gezegendeyiz. Burada inanılmaz bir yolculuğa çıkmış bulunuyoruz. Bir an için dünyanın çapının sadece birkaç metre olduğunu varsayalım. Dünyayı şöyle küçük bir bahçe içinde öylece duruyor farz edelim. İşte o zaman, her insan onu öyle görebilir ve onun bir mu'cize olduğunu düşünebilirdi belki. O zaman, dünya üzerinde gördüğü her şey onu şaşırtabilirdi. O zaman, dünya yegâne merak konusu hâline gelebilirdi. İnsanlar onu kaptırmamak, çaldırmamak için ne gerekirse yaparlardı her halde. Onu öyle sever, öyle sahiplenirlerdi ki, hayatları pahasına da olsa onu korurlardı. Dünyamız birkaç metre çapında bir küre değil maalesef. On üç bin metre çapında bir küre. Bu kadar büyük olması, onun gerçekten mu'cizevî ve mukaddes olmadığını göstermez. Dünyamızı hoyratça kullanıyor ve bütün kaynakları tüketiyoruz. Güzel dünyamız bunu hak etmiyor. Bir çiçeğin açması, bir dağın oluşumu kadar uzun süreli olabilirdi. Bulutların yağmura dönüşmesi, aylar sürebilirdi. Gözümüz-kulağımız, elimiz-ayağımız olmayabilirdi ya da vücudumuzun bir başka yerinde de olabilirdi. Ama öyle değil. En ince noktasına kadar hepsi düşünülmüş ve hepsi bizim için ayarlanmış. Kusur yok. İnsan elinin değdiği yerden başka hiçbir yerde, hiçbir şeyde kusur yok. Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “Gören, görmez.” Deniz kıyılarındaki minicik çakıl taşları bile birbirine benzemez bu dünyada. Öylesine denge, öylesine güzel bir ahenk vardır. İnanılmaz bir çeşitlilik vardır. Ormanların içine girip, ağaçları bir hissedin. Dağlardan çağlayıp akan suların zikrini bir dinleyin. Buna da vaktiniz elvermiyorsa, annesinin peşine takılıp giden civcivleri bir izleyin. Ya da bir bebeğin simâsındaki güzelliği... Dünya ve içindekiler, hepsi güzeller… Güzellerin güzeli olan Rabbimizin eseridirler. Onun içindir bu güzellik. Uzaydan dünyamıza bakabilseydik, şüphesiz o zaman bir başka güzel görünecekti dünya gözümüze. Bunu da, uzaya çıkmayı başarmış Russell Louis Schweickart isimli astronottan dinleyelim: “Uzaydan dünyaya baktığımda, onun uçsuz bucaksız bir kâinat içinde ne kadar önemli olduğunu gördüm. Oradan dünya bir nokta büyüklüğünde görünüyordu. Ancak eşsiz bir görüntüydü bu. O anda benim için bir anlam ifade eden her şeyin, tarihin, san'atın, hayatın, doğumun, ölümün ve aşkın, bu küçük nokta üzerinde olduğunun farkına vardım. Böyle bir bakış açısı da bana değiştiğimi, dünya ile aramdaki bağın yeni bir boyut kazandığını gösterdi.” Biz bu astronot kadar şanslı değiliz. Uzayın dışına çıkma imkânımız da olmayabilir. Ama gerçek olan şu ki, biz bu yolculuğun içindeyiz. Ve bu yolculuğu hasarsız ve kazasız olarak başarabilmek için bir rehbere, bir eğitimciye muhtacız. Önümüzü ışıl ışıl aydınlatacak bir yol göstericiye ihtiyacımız var. En başta Kur’ân’a, Hz. Peygambere (asm) ve onun yıldız sahabelerine ihtiyacımız var bu dünya yolculuğunu gerçekleştirirken. Birçoğumuz hayatın içindeki bu ahengi göremeyiz çünkü dar kalıplar içinde yetişmişiz, ya da yetiştiriliyoruz. Allah’ın yarattığı güzel kâinatı ve tabiatı anlayamadığımız için, kendimizi ona karşı yabancı hissediyoruz. Bunu da ortadan kaldıracak pek çok yollar var. İnsan bir ağaç dikti mi meselâ, onunla arasında kopmaz bir bağ oluşur. Diktiği, ektiği o toprağa bağlanır adeta. Sevdiğimiz dostlar, arkadaşlar, hatta hayvanlar ve ihtiyaç duyduğumuz her şey için de vakîdir bu. Ama esas soruyu sormadan geçmemeliyiz: Peki bütün bu ihtiyaçları bizim için gören, bilen, hazırlayan ve karşılayan kim? İşte ruhumuzun iletişime geçme noktası burada, bu soruyla başlar. Sonlu bir hayatın içinde, sonsuzluğun sesini duymak ister insan. Duymada zorluk çeken birine sesini duyurmaya çalışan bir insanın bağırması gibi, hatalı olduğumuzu göstermeye çalışır kâinattaki kardeş sesler. Sesini duyurmaya çalışırlar insana. Bazen bir kasırga, bazen bir sel felâketi, bazen bir deprem, bazen bir dolu olur bu. Yolumuzun yanlışlığını ve çıkmazlığını ifade için var güçleriyle seslenirler duyabilenlere, kulağı kalbinde olanlara: “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak! Haykırsam kollarımı makas gibi açarak…” Necip Fâzıl Kısakürek *** Toprak dile gelir, konuşur. Hava konuşur, sel olur, yel olur, rüzgâr konuşur… Dünyadaki biricik görevimiz ise, görülebilen ve görülemeyen dünyalar arasında bir bağ kurmaktır. Maddeden mânâya, nakıştan Nakkaş’a geçebilmektir. Esma yoluyla müsemmâyı bulabilmektir. O mukaddes görevi gerçekleştirmektir. Açıklarda dolaşan bir gemi değildir insan. Varacağı yer bellidir. Dünya gemisinin varacağı yer, ahiret limanıdır. Biz insanlar, maddenin içinde saklı güzelliği ortaya çıkarabilmek için varız bu dünyada. Bu da o mukaddes görevimizin bir parçasıdır. Bizi çepeçevre saran zincirleri kırıp, merhamet duygumuzun sınırlarını genişletmektir. Yabanilikten kurtulup, bütün kâinatı ve içindekileri kucaklamaktır. İnsanın pek çok şeye ihtiyacı vardır. Ama en önemlisi, sevgiye ve Allah’a. Bir de Kur’ân’a ve Rasulullaha (a.s.m.) olan ihtiyacımızdır. Kendi başımıza, kendi arzu ve kararımızla bu dünyaya gelmediğimize göre, yolumuzu ve rotamızı da biz belirleyemeyiz. Hayatta en önemli şey, kendimiz için doğru olanı seçebilmektir. Bunun da yolu, ışığın peşine düşmektir. Yani vahyin, Kur’ân’ın, Hz. Peygamberimizin (a.s.m.) ... Hiçbir an, hiçbir yerde bizi yalnız bırakmayan Rabbimiz, doğruyu bulabilmede de en büyük rehberimizdir. Yanlış seçimler, istenmeyen yollara sapmalar, yaratılış gayemizi inkâr olur, özümüzü red olur. İnsanın değeri, önem verdiği şeye göredir. İnsanın pek çok şeye ihtiyacı vardır. Ama Allah’a ve sevgiye olan ihtiyacı hiç bitmeyecektir. Bunlar olmadan asla yapamaz... İnsanın yolculuğu kısa da olsa ebedîdir. Onun için değerlidir. Yola çıkmak, yolda olmak, kendisinin farkına varmak, kendisini bilme çabasıdır insanın. Kendisiyle yüzleşmekten mutlu olmaz, bazen kaygıya düşer insan. Bütün bu anlamsız gibi görünen şeyleri anlamlı kılan, var oluşumuzu açıklayan, denizlere hasret bir damla su olmanın dayanılmaz coşkusunu gidermek ister insan. Bu yorgunluğu giderecek, bu kaygıları atacak ve kaldıracak sadece Allah’a olan inancı ve sevgisidir… Yüreğinin içine hapsettiği, ‘Allah’ diyen o sesi duymayan için, o sesi özgür bırakmayan için, dünya ne kadar güzel ve büyük olursa olsun bir zindandır. Bir oyundur, bir oyalanmadır sadece. Bu yolculukta karşılaşacağımız tehlikeler oldukça fazla. Onun için, bu tehlikeleri aşmak adına bir kılavuza ihtiyacımız var. Kılavuz bir ateş gibidir. Ondan uzakta kalan ısınamaz ve karanlıktadır. Dışımızdaki her şeyin gayesi, bizim hayat yolundaki gayemizle ilişkilidir. Kendini keşfetme, Allah’ı bilme ve bulma yolculuğudur bu. Her ne aranırsa aransın, Allah arayana buldurur Kendini. Bu dünya, Allah’ın dünyasıdır; Kendini bildirir, Kendini anlatır, Kendini tanıtır bize. Seveceksek, O'nun adına sevdiğimizde güzeldir. Şükredeceksek, O'nun adına şükrettiğimizde güzeldir bu dünya. Halide Nusret Zorlutuna, “Benim İçin” isimli şiirinde bunu ne güzel dile getirir:
“Benim için mi yarattın bu dünyayı Allah’ım? Dağları böyle gönlümce yeşil, Denizleri ışıl ışıl… Gönlümce serin, Gönlümce sıcak…
Benim için mi yarattın bu gökleri, Bu yıldızları Allah’ım? Böyle masmavi, derin, Hayalimce zengin, Gönlümce parlak…
Benim için mi yaratıldı Allah’ım bu çocuklar? Böyle gönlümce güzel, Alınları gönlümce ak, Bakışları bahar bahar… Berrak! …
Ufuklar ağardı, Niyaz dolu, Haz dolu gökler ve yer; Şükürler sana Allah’ım şükürler…” *** Bazen uyanık olsak da gerçeği görmeyi başaramayız. Çünkü gerçeğin bize çok açık bir şekilde görünmesini bekleriz. Gerçek beklemediğimiz bir kılıkta karşımıza çıkarsa, onu da görmezden gelip geçeriz. Bir grup Avrupalıyı anlatan bir hikâye vardır: Bilgeyi aramak için doğuya doğru yolculuğa çıkar bu grup. Bu insanlar, gittikleri uzak diyarlarda, onlara hizmet etmesi için yanlarına birini alırlar. Bilge öğretmeni bulmak için çok zaman ve enerji harcarlar. Bu yolculuk içinde çetin mi çetin tecrübeler yaşarlar. Yorgunluk, umutsuzluk ve hayal kırıklığı ile yıkıldıkları bir anda, gayelerine ulaşırlar. Bazıları şaşkınlık içinde, aradıkları kişinin, yolculuk boyunca yanlarında olduğunu anlar. Aradıkları bilge, onlara hizmet eden kişidir. Ama hiçbiri, böyle bir ihtimâli hesaba katmadıkları için, başından beri hep var olan o şeyin farkına varamazlar. Evet, bazen hasretle arayıp durduğumuz bir şey, aslında yanı başımızda olabilir. Bize yol gösterecek işaretler, bazen harfler yerine yüreğimizin diliyle yazılır. Kalbimize kim bilir ne ilhamlar gelir? Farkına varabilirsek eğer… İnsan, cüz’î ama özgür iradesiyle, bu yolculuğun her durağından ve seçtiği her yoldan sorumludur. Bazen yollar ikiye ayrılır, çatallaşır. Seçim yapmak zorunda kalırız. Bazılarımız önce bir yolu seçer, bir müddet onda gider, sonra yanlış bir karar verdiğini anlayıp tekrar öteki yola sapar. Pusulasız ve haritasız doğru yolu bulmaya çalışmak, insan için kolay bir iş değildir. Yüreğimizin gösterdiği yolu takip etmek de, her zaman doğru bir seçim olmayabilir. En doğru yol, Allah’ın kitabıyla ve Peygamberi (a.s.m.) ile gösterdiği yoldur. Günde kırk defa, namazda “İhdinâs-sırâta’l-müstakîm”, yani “Bizi yönelt dosdoğru yola!” diye boşuna demeyiz. “Bu âyetler bize, İlâhî rehberliğin kendiliğinden gelen bir şey değil, talep edilen bir şey olduğunu gösterir. İnsan Allah’tan tek bir şey isteyecekse, bu hiç kuşkusuz İlâhî rehberlik olmalıdır. (…) Sırat öteden değil, buradan başlar.” (Bkz: Hayat Kitabı Kur’ân, M. İslamoğlu, s. 3) Bundan habersiz yolculuğa çıkanların sonu zarar ve ziyandır. Evet, bütün yollar Allah’a çıkar. Ama Allah’ın gösterdiği yollar. Ve Kur’ân’ın, Hz. Peygamberimizin (a.s.m.) işaret ettiği yollar. Daha da öteye, bu yolların sonu cennete çıkar İnşallah. İnsan cennete çağrılıdır. Her şeyin İlâhî bir takdirin gözetimi altında olduğunu gören ruh, engelleri kudsî bir rehberin ve mübarek bir kitabın eşliğinde aşabilir ancak. Evet, dünyadaki yolculuğumuz bizi yeryüzünden ötelere, cennete götürüyorsa, elbette bu yolda nasıl ilerleyeceğimizi bilmek ve öğrenmek zorundayız. Asıl ihtiyacımız olan şey budur. Şimdi başlangıçtaki soruyu bir daha soralım: İnsanın neye ihtiyacı var? Çok… Ama her şeye… En başta Allah’a ve O'nu sevmeye… ***
Dünyada bir yolculukta olduğuna ve elinde ne varsa burada bırakıp gideceğine inanmayan birine Sadî’den güzel bir hikâye: “Derviş gönüllü bir adam, küçük bir ev yaptırmıştı. Bir dostu: ‘Gücün yerinde. Bundan daha büyük ve geniş yaptırsan olmaz mıydı?’ dedi. Adam şöyle cevap verdi: ‘Köşk ve saray yaptırmak akıl kârı mıdır? Dünyada bırakıp gitmek için bu bile yeterli değil mi?” Ve Sadî Şirazî hikâyenin sonunda öğüdünü de verir: “Arkadaş sel yoluna ev yapma! Ne kadar sağlam ve büyük olursa olsun bir gün yıkılır gider. Kervancıların konakladıkları yerde ev yapması doğru değildir.” Bediüzzaman Hazretleri de bunu ne güzel özetliyor: “Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrûr ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 111)” 15.08.2009 E-Posta: [email protected] |