Şükrü BULUT |
|
Sosyal süreçler ve ölçülerimizA |
Sosyal hayatın canlılığı, biyolojik canlılıktan elbette ki farklıdır. İnsanın halet-i ruhiyesindeki günlük, saatlik ve dakikalık değişmeler kadar, sosyal hayatımız da değişkendir. Ne insanın ve ne de toplumun psikolojisini kalıplara döküp teori üretemezsiniz. Ancak arzularınızı fikir olarak propaganda edip, cemiyeti psikolojik açıdan istediğiniz mecraya sürüklemeye çalışabilirsiniz. Gayr-i fıtrî, geçici, iğfale dayalı ve genellikle metazori usullerle efkâr-ı âmmeye yaptırılan bu değişikliklerin çok da kalıcı olmadığını hepimiz biliyoruz. Dışarıdan hiçbir menfi müdahale olmadığı takdirde, suların mecralarına dönüşü gibi, efkâr-ı âmme de fıtrî mecrasına dökülecektir. Yakın tarihimiz bu fıtrî dönüşümün örnekleriyle doludur . Belva-i umumî rüzgârına kapılan hissiyatların, bizi herkesle kucaklaştırma çabalarına itiraz edenleri; gericilik, mübareklik, zamanı ve hayatı okuyamama ile ittihamları da ilginçtir. Bazen asosyal, özgüvensiz ve girişim ruhundan mahrum olmakla da suçlanabilirsiniz. Risâle-i Nur’u nefsinde yaşamış Zübeyir Gündüzalp hassasiyeti ile yaşayan, Nurun ulvî mesleğini bid’alardan korumaya çalışan, günlük hayatında takvayı esas alan, diğer ehl-i imana mütemadiyen muhabbet ve uhuvvet içerisinde mübaşerette bulunurken meslek ve meşrebinin esaslarını muhafazaya çalışanlara farkına varmadan yapılan tenkitler, bizi heva rüzgârına kaptırarak uçurumlara dûçar edebilir. Sosyal süreçlerin maddî fenlerdeki süreçler gibi keşfettiğimiz yeni kanunlara bağlı kalmadıklarını arz ettik. Her insanı bir nev olarak yaratan Rabbimizin bu süreçlerin ilmimizin dışında hareketini, tarzını, etap ve üslûbunu tayin ettiğine inanıyoruz. Her ne kadar âyet ve hadislerden nazarî sınırlar çıkarabiliyorsak da hakikatte durumun devamlı değişmede olduğunu biliyoruz. Risâle i Nur’u dikkatli okuyanları, Batı felsefesinin sosyal prensipleri aldatmamalıdır. Üniversitedeki okul derslerimize çalıştığımız gibi Risâle-i Nur’u tahsil edebilirsek, meseleler detaylarıyla vuzuha kavuşacaktır. Bilhassa içtimaî meselelerin izah edildiği eserlerin satır aralarına dikkatlice bakmamız gerekiyor. Genellikle bizi şaşırtan sloganların mahiyeti, o alt satırlarda verilmiştir. Meselâ insaniyet-i kübra ile İslâmiyet arasındaki hayatî bağları bilmeden ittihad-ı İslâm ile ittihad-ı insanı karıştırabiliriz. İnsaniyet-i kübra tabirinin mahiyeti izah edilmeden, medenîlerle insaniyet ortak paydasında birleşme dâvetini nasıl yapacağız ki? Zira bolşevik de, mason da, ateist de “insan” diyor. Fakat bu insanın, fıtratının ve değerlerinin mahiyeti izah edildiğinde, herkes köşesine çekiliyor. Biz burada düşmanlarımızın üzerinden geçeceği köprülerin inşasında kalemlerimizi çalıştırmamalıyız. Son zamanlarda çokça rastladığımız “özgüven” kelimesiyle bazı yazarlarımızın neyi kastettiklerini de henüz öğrenemedik. Felsefenin, felsefeden doğma psikoloji, pedagoji ve sosyolojide “özgüven” in tedai ettirdiği mânâları az- çok biliyoruz. İslâmî kesimdeki yazarlarımızın bu kelimeyi hangi mânâlar mukabilinde kullandıklarını izah etmeleri endişelerimizi giderir. Bu haliyle “özgüven” kelimesi serazatlığa kadar da gidebilir. Bazıları burada “enaniyetten” de bahsedebilirler. Özgüvenli olmak veya olmamayı “beynel havf verreca” prensibiyle iyi entegre etmek gerekir. Şeriatın kırmızı çizgilerinin çizilmediği ve her cihet, mayınlanmış bir sosyal alandır. Dolayısıyla, “özgüven”den bahsedeceksek, onun nasıl kullanılacağını da etraflıca belirtmemiz lâzım. Kadın ve erkekte “özgüven” elbette ki farklı olacaktır. Sünnetin pratiğini devre dışı bırakacak “özgüvenlerin” şeriatta olamayacağını bilenler, felsefecilerin korkusuzca istimal ettikleri tabirleri kullanamıyorlar. Ayrıca; müşevveş olmamak, hizmet zemininden kopmamak ve anonim mesleklere sapmamak için bazı kardeşlerimizin hassasiyeti için yapılan “özgüvensizlik” nitelemesine de dikkat edilmesi gerekir, kanaatindeyiz. Felsefe ile Kur'ân'ın insana çoğu kez yüz seksen derece birbirine zıt bakışlar sunduğunu biliyoruz. Semavî dinleri dinlemeyen, dünya hayatını esas alan ve insanı Nemrut-Firavun gibi formatlara taşıyan felsefenin bakışı, vahyin bakışından o kadar uzaklaşıyor ki… Bildiğiniz gibi dinsiz Avrupa’nın hem düşünce bazında, hem magazinde, hem hukuk ve siyasette davamlı canlı tutmaya çalıştığı bir konusu da kadındır. Sosyal hayatta vuku bulan dehşetli bir çatışma arenasına döndü bu saha. Kadını annelikten, ev hanımlığından, hürmete değer akrabalıktan, sadakatli ve anlayışlı zevcelikten, nezafet ve nezaketin sembolü olmaktan çıkarmak isteyen dinsiz felsefenin ürettiği “özgüven” meselesini piyasaya sürülen kalıp ve anlayışlarla konuştuğumuz zaman, el-iyazubillah kendimizi Kur'ân, Sünnet, fıtrat ve icmaın tam zıddında buluruz. Bu mevzuları konuşurken, yazarken, sergiler veya arz ederken; her meselesini müsbet fenlere tasdik ettiren Kur'ân´a ve Kur'an'ın zamanımızdaki tefsiri Risâle-i Nur'a müracaat etmemiz gerekiyor. Peygamber pratiği olan Sünnete ve bin dört yüz senelik İslâmî geleneğe mugayir hareketler, bizi indallah mesul eder. Erkeğin yabancı kadın veya kadınlarla mübaşereti, yukarıda arz ettiğimiz çerçevede gayet sarih bir şekilde ortaya konulmuştur. Kadının hukukunu müdafaa zannıyla, Sünnet-i Seniyyeye karşı iyi niyetle açılmaya çalışılan çığırların, bugün için Deccaliyetin işine yarayacağını da biliyoruz. Kadını fıtrî dünyasına taşıyarak hem erkeğin zulmünden ve hem de sefih medeniyetin desiselerinden kurtarmaya çalışmak da Kur'ân'ın zamanımızdaki mesajlarını dikkatlice okumaya çalışan Risâle-i Nur Talebelerine düşüyor. Şu yazının çerçevesinde, bir başka meseleyi de okuyucularımızla paylaşmak istiyoruz. İçerisinde yetiştiği cemaatini bazı içtimaî prensiplerden dolayı farkına varmadan terk eden bazı arkadaşlardan duyarsınız: “Hâlâ oralarda mısınız?” “Evet, biz hâlâ oradayız, ya biz?” “Efendim, biz bunca zamandır yanlış bilgilendirildik. Önümüz kapatıldığından gerçekleri göremedik Şimdi şuradayız.” Bu minval üzere giden diyaloglarda, genellikle ferdin kendi fıkrî tarihçesini inkârıyla karşılaşırsınız. Garip bir neticedir. Bizatihî kendisinin bunca okumaları, içerisinde solukladığı şahs-ı manevî ve fedakâr çevresinin gösterdikleri doğru değil de, mevsimin geçici rüzgârlarıyla oluşan manzara doğrudur… Yani o güne kadar maksatlı bir şekilde yanıltıldığına inanan kişi, bu defa sahih bir şekilde yanılmıştır. Isparta Medresetüz-Zehra´sının teşekkülüyle birlikte Risâle-i Nur Talebelerinin özellikleri de bilhassa lâhika mektuplarıyla ortaya konulmuştur. Lem'alar ve Mektubat gibi eserlerde de bu tanımlar yapılmıştır. Bu noktalarda bizim arzu ve hevesimize göre hareket imkânımız olamaz. İmanın külliyeti nisbetinde, Nur Talebelerinin bütünleşmiş, Kur'ân ve hadis ile sınırlandırılmış ve Bediüzzaman'ca altı imzalanmış bir cemaat kimliği vardır. Bu kimlik, sair dinî cemaatlerle birlikteliğimize kuvvet verir. Bu kimlik muhataplarımıza önceden bizi tanıtıyor, onların bizimle kolayca mübaşeretlerine yardımcı oluyor. Sair Müslümanlarla da diğer ortak kimliklerimiz vardır. Nasıl ki, Kâbe'nin etrafındaki halkalarla ortak kimliğimiz olduğu gibi… Müşterek kimlik, Risâle-i Nur Talebeliğinin orijinalliğini diğer dairelerde eritmeye ve kaybetmeye sebep olmamalıdır. Bu noktada cemaat içinde vazifeli olan “sahip, vâris, muhafız, has ve erkân” hassasiyetleriyle ikaz eden kardeşlerimize teşekkür ve duâ etmeliyiz. Şayet bu müşterek kimlik meselesini Batıdan tesir alan felsefecilere bırakırsanız sizi Karl Popper'e kadar götürürler: insanları bütün değerlerde, zevklerde, inançlarda, kültürlerde, harslarda ve mümkünse dillerde bir kimlikte toplamak… Bu fikri seslendirenlerin masum ifadelerinden ziyâde, icraatlarına bakmak lâzım. Neoliberal geçinmeleri, sözde Kemalizm karşıtı görünmeleri ve hürriyetçi ifadeleri bizi aldatmamalı. 20. yüzyılın başındaki “dünya vatandaşlığı veya yoldaş” düşüncenin zamanımıza uyarlanan sloganlarından uzak durmak lâzım. Ama Allah´ın izniyle, Kur'ân'ın zamanımızdaki bir mu'cizesi olan Risâle-i Nur, dün onların bütün oyunlarını bozduğu gibi bugün ve yarın da bozacaktır İnşaallah. Yazımıza bir iki nokta daha ilâve ederek mevzuyu şimdilik bitirelim: Risâle-i Nur, Kur'ân'ın zamanımızdaki mu'cizesi olduğuna göre; dili, anlatımı, üslûbu, tabirleri ve kelimeleri de bu hakikate dahildir. Yarım ümmî, Türkçeyi sonradan öğrenmiş, üç aylık tahsilinden başka kimseden maddî dersler almamış bir Bediüzzaman, bu şaheseri kendi ihtiyâriyle yazmamış. Bu tesbit bizi şöyle bir hükme götürebilir: Üstadın üslûbuna, tabirlerine ve bütün orijinal haline bağlı kalmak Nur Talebelerine vaciptir. Şayet ille de “pozitif” kelimesiyle bir şeyler anlatacaksanız, önce âyet, hadis ve Risâle-i Nur'dan bu konu ile doyurucu bir çerçeve koyarsınız ortaya. Sonra da bir Nur Talebesi olarak felsefe talebesinden farklı olarak neler düşündüğünüzü, hangi tavsiyelerde bulunduğunuzu ve hedeflerinizi belirtirsiniz. Bu husus gelişen bütün tebliğ metodları, âletleri ve mahfilleri için de geçerlidir. Risâle-i Nur´u tetkikle ömrü geçmiş Nur Talebeleriyle ehl-i hadis ve tefsir bir araya gelip, gelişen felsefî metodları Kur'ân ve Risâle-i Nur'la barıştırabilirler. Materyalist ve sefih felsefe ile Kur'ân'la barışık felsefenin sınırlarını çizebilirler. Burada tekrarda beis göremeyeceğiniz bir husus var: Kur'ân'ın canlılığı özellik olarak diğer tefsirlerine geçtiği gibi, Risâle-i Nur'da en canlı haliyle yaşanıyor. Felsefe ise bildiğiniz gibi genellikle bilginin kalıplara dökülüp donması şeklinde yansımasını bulur. Bu haliyle Risâle-i Nur'dan konuşacak ve ondan bahsedeceklerin, yaşayan, canlı, gelişen her hal ve hadiseye cevap veren Risâle-i Nur'un parlak, yüksek, derin, ulvî ve orijinal tabiratını ve kanunlarını kullanmaları elzemdir. Şayet yeni fenlerin tazyikiyle yeni tabirler kullanılacak ise, onun yanlış anlaşılmasını bertaraf edecek çalışmayı–avamı da nazara alarak–yapmak gerekir. Şu yazının çerçevesinde seslendirmeye çalıştığımız hassasiyetlerin sebebini biliyorsunuz. Efkâr-ı âmmenin hakim olacağı bir dünyada, Deccâliyet ve Süfyâniyet, dünya çapındaki dehşetli medya gücünü kullanarak dinli dinsiz demeden insanlığı tahrip ediyor. Bu tahrip evvelâ kalplerde ve zihinlerde başlıyor. Risâle-i Nur'u yeterince okuyamayan bizlerin bu tahriplerden masun kalacağımızı hiç kimse söyleyemez. Milyonlara varan ekrana karşı hiç olmazsa yüz tane ekrandan Kur'ânî ve îmanî hakikatlerle beraber, Deccâliyet ve Süfyâniyetin hile, oyun ve hud'alarının ortaya konulması gerekirken maalesef bu olamıyor. Bu durumda, hiç olmazsa Risâle-i Nur'u ve mesleğini muhafaza ile onu doğru okuyup anlamaya çalışanlara kuvvet vermek gerekiyor. Yoksa, zındıkanın desiseleriyle o bir avuç mesabesinde ihlâs, sebat ve sadakatle çalışanların da şevkini kırmak, düşman lehine onların ellerine ayaklarına dolanmak hakikaten bizim için pek zararlı düşer. 14.08.2009 E-Posta: [email protected] |