Şükrü BULUT |
|
Sosyal hadiseler ve biz |
Efkâr-ı âmmenin sosyal hadiselerdeki yanılması o kadar sıklıkla vukua geliyor ki, zamanla bu toptan yanılmalar manevî yangınları da tetikliyor: Belki yarım asır, hatta çeyrek yüzyıl önce bu denli değildi. Medeniyetin harikaları dünyamızı bir köye dönüştürünce, zaman zaman teknolojiyi gasp eden “yanlışçıların”cemiyeti toptan yanılttıklarına şahit oluyoruz. Bilhassa küresel hedefleri olan, dünyayı esas maksat edinmiş ve doğruların ortaya çıkmamasına büyük gayret sarf eden “global cereyanların” cemiyetlerin toptan iğfalini hedeflediklerini bilmeyenimiz yoktur. Bu korkunç küresel tahribata karşı cihanşümûl tamir vazifesini üstlenmiş Risâle-i Nur´u okuyanların da dikkatlerine bazı meseleleri arz etmek istiyoruz. 12 Eylül 1980 İhtilâlini yaşayanlar hatırlayabilirler: Zıtların yüz seksen derece ters yüz edildiği bir dönemdir. Bediüzzaman’ın “Adalet külahını zulüm başına geçirmiş, hamiyet libasını hıyanet ucuz giymiş, cihad ve hem gazaya bağy ismi takılmış, esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî hürriyet namı verilmiş...” diye tasvir ettiği bir dönemin gelişine cereyanın mahiyetini bilenler engel olamamışlardı. On- on beş sene sonra bitamamiha ortaya çıkacak doğruları o günde seslendirenler, hemen hemen dışlanmışlardı. Güneş tutulmasından da kara, cemiyet bir zihnî tutulmaya maruz kalmıştı. ANAP’a veya Evren’e itiraz edenler aforoz ediliyorlardı. Buna benzer tipik bir başka toplumsal husufu (tutulmayı) da Erbakan’ın hareketinin yenilikçi ve gelenekselci denilerek ortadan şak diye ikiye bölünmesinden sonra yaşadık. Vitrinler dinî cemaatlerde temayüz etmiş insanlarla dolduruldu. 28 Şubat’ın zulümlü kara günlerinde Kemalistlerce çamura tutulan kadroları, Meclisi, hükümeti, yüksek bürokrasi ve yerel yönetimleri öylesine süslemişlerdi ki, düne kadar itilip kakılmış insanlar “İşte Asr-ı Saadet!..” diye sevinçle birbirlerine sarılıyorlardı. Tekye, dershane, zaviye ve medreselerde iktidar kadrolarına toptan duâlar ediliyordu. Sonra tekrar güneşi engelleyen perdeler çekilmeye başladı, yakında tamamen çekilecekler. Bediüzzaman’ı dinlemeyip, hadiseleri arzu ve menfaatlerine göre yorumlayanları yeni “inkisarlar” bekliyor, kanaatindeyiz. Risâle-i Nur’un yüzlerce yerinde ümit ve şevk bahisleriyle karşılaşırız. Üstadımızın hadisat-ı âlem vesilesiyle bu istikametteki yorumlarını da hatırlıyoruz. Bizi ataletin zindanından ve yeisin darağacından kurtaracak şevke medar şeyler elbette güzeldir. Fakat olayları yanlış okuyarak fevkalâde dehşetli ve badireli gelişmeleri “ferec” ile karıştırmak; Müslümanları psikolojik olarak Uhud’un nihayetine götürür. Hatta bazan kendilerini “şerîr” lere duâ pozisyonuna da düşürebilir. Sosyal hadiseleri tahlilde insanın merkezde olduğunu, merkezdeki ideal insanın da Efendimiz (a.s.m) olacağını elbette biliriz. Fennin bazı kanunlarının sosyal sahada tatbiki her zaman mümkün olmayacaktır. Bu hadiseler cüz’i ihtiyarîmizle alâkalı olduğundan, “Tekvin” sıfatından gelen nevamis-i İlâhiyedeki kanunlarla mukayese edilemezler. Bir tarafta kaderî tecellî ve boyutlarda rol alan ınsanın iradesi, diğer yanda ezelî ilmin programladığı, insan irade ve kisbinin ulaşamadığı, melekûtî perdelerle kapalı “küllî iradenin” kudret ve iradesi ile hakim olduğu bir saha... Vahyin muttarid mesajlarla mütemadiyen bize verdiği derslerden oluşacak sosyal neticeleri, sabit fıtrat kanunlarıyla karşılaştırmak her zaman kolay değildir. Arzu ettiğimiz ideal içtimaî toplumun hakikate muvafık olup olmadığını tesbit ettirmeden, içtimaî fert ve heyetleri arzumuza dâvet ne denli doğru olur ki... Hele bir de istediğimiz hedefe hareket etmeyenleri “aykırılık” la, “marjinallik” le suçlamak... Sakın insanlığı çağırdığımız cihet, ehl-i dünyanın telkinleriyle dünyamızda oluşmuş “hayalî cennetler” olmasın... Seyrettiğimiz sosyal hadiselere doğrudan âyet ve hadis penceresinden bakabilir miyiz? Yani, ilmî altyapımız veya alet ilimlerimiz buna yeterli mi? Cevabımız “hayır” ise, geriye Kur’ân’ın zamanımızdaki tefsiri olan Risâle-i Nur’un adesesinden bakmak kalıyor. Buradan bakabilmek için de; Üstadın, imanî hakikatlerin arasına serpiştirdiği, bilhassa lâhika mektuplarında vurguladığı ve bazı müdafaalarda seslendirdiği prensip, üslûp ve metodları hazmetmek gerekiyor. Yani “meslek ve meşrep” dediğimiz realiteyi kasdediyoruz. “Mesleksizlik sevilmez” düsturunun penceresinden dikkat edildiğinde, son zamanlarda “meslek ve meşrepleri” de bütünleme arzusuyla yola çıkanlar; hayal kırıklıklarıyla, yorgun ve eli boş olarak ayrıldıkları noktaya döndüklerini, fakat döndüklerinde kervanın çoktan oradan ayrıldığını göreceklerdir. Son zamanlarda insanı hedef alan ve felsefeden mülhem yüzlerce tabirle karşılaştıkça, mânâların bizi hangi kayalıklara götüreceğini merak ediyoruz. Tamamen Kitap ve Sünnetin çerçevesi dışında, Amerika ve Avrupa'da rağbet gören psikolojik ve pedagojik düşünceler çerçevesinde İslâm diyarında kısmen tercüme ile kullanılan bu tabirlerin itikadî ve amelî yaşantımıza tamamen ters olduğunu gecikmeli anlıyoruz. Maalesef bilimsellik hastalığı, yenilikçilik kaygısı ve bazı komplekslerle bizde de kullanılan bu tabirlerin, Risâle-i Nur'un ruhuna uymayacak şekilde istimalleri dikkatimizi çekiyor. Zevahiri kurtarmak için âyet, hadis ve risâlelerden yapılan iktibaslarla, felsefî tabirlerin hedeflediği mânâları yan yana getirdiğimizde, işin aslı tamamen ortaya çıkıyor. Kendini keşfetme, hayatı okuma, zaaflarını giderme, fıtrî kapasiteyi kullanma, pozitif düşünme, başarılıları modelleme ve daha birçok aktüel tabirin fıtrî ihtiyaca binaen ortaya çıktığını iddia edenler belki doğru söylüyorlar. Yanlış olan, Kur'ân´da, Sünnette ve Risâle-i Nur'da her duyguyu doyuracak, her istidadı inkişaf ettirecek; nefis, duygu ve biyolojik yapımızdan kaynaklanan zaaflarımızı giderecek dersler, felsefeden yüz kat daha ziyade iken; tembellik, görenek, nefse hoş gelme, popülistlik ve ülfetin tasallutuyla dinsiz felsefenin icadları olan alet ve metodlara tenezzül etmek, Risâle-i Nur Talebeliğine uygun düşmüyor. Tefsirleri, hadisleri ve Risâle-i Nur'ları, günümüz eğitim fakültelerindeki hocalarla başbaşa vererek daha iyi anlamak için yapılacak çalışmalar hem izzetimizi, hem gençliğimizi ve çocuklarımızı yanlış terbiyelerden ve hem de İslâmî terbiyeyi dinsiz Avrupa'nın tasallutundan kurtaracaktır. Felsefenin adeselerinden bakarak veya onun aletlerini kullanarak yanlışları biraz daha müşahhaslaştırmak istiyoruz: Meselâ birileri “kimliğini iyi ve sağlıklı tanımlama”dan bahsedebilir. Felsefenin kullandığı “süreçleri” de dillendirebilir. Kimlik oluşturma süreci toplumsal bir tekâmül süreci ise; Asr-ı Saadetin “en mükemmel” sosyal yapı olmaması, asr-ı nur diyebileceğimiz Üstadımızın yaşadığı zamanlardan uzaklaştıkça sosyal hayatın daha mükemmel olması gerekmez mi? Tabiattaki kanunlar için kullanılan tabirler ve kalıpların, Asr-ı Saadet ve onun yansıması olan zamanları ifade etmesi mümkün değil. Batı felsefesi sosyal hadiselere de maddî nazar, teori ve kalıplarla baktığından, insanlığa bu alanda doğru birşey verememiştir. Veya “bütünün parçaları” veya “organizasyonun parçaları” olmak şeklindeki ifadelerin müsbet olarak verilmesi de yanlış anlamalara kapı açabilir. Mü’minler “ümmet” olarak bütündeki yerlerini zaten almışlardır. Vücutlarına mutabık organizasyonu tamamlamadaki görevlerini bin dört yüz senedir ifaya çalışıyorlar. Genel mânâda insaniyetin oluşturacağı bir bütün veya organizasyondan bahsediliyor ise, bunun mümkün olmadığını veya olamayacağını; iddianın ise belki kulağa hoş gelen bir slogan olduğunu söyleyebiliriz. Farklı yapı taşlarına, işleyiş biçimlerine, kırmızı çizgilere ve fonksiyonlara sahip sistemler, yalnızca kendi fıtrî âlemlerinde cereyan ederler. Günümüzdeki lokal ve global içtimaî hadiseleri “moda düşünceler” zaviyesinden ele aldığımızda, kendimizi bazan din karşıtı Batı felsefesinin labirentlerinde bulabiliriz. Çoğu kez materyalist Batı felsefesi maddî ilimlerdeki kanunlarla sosyal hayatı ihataya kalkışır, projeler üretir ve neticede bir çeşit “sosyal mühendisliğe” kaymış olur. Halbuki hem tarih, hem de içerisinde yaşadığımız hadiseler bu usûlün yanlış olduğunu hep ortaya koyuyorlar. Büyük para ve imkânlarla piyasaya sürülen “sosyal fikirlerin” de belli proje mühendisliklerinin birer parçası olduğu, neticeler harmanlandığında ortaya çıkıyor. Halbuki Risâle-i Nur Talebeleri basiretleriyle bu insaniyet dışı projelere ta başından itibaren ism-i Hakîm’in gereği olarak itiraz etmelidirler. Zira dünyamızın hayat-ı içtimaîyesi mazide olduğu gibi fıtrî mecralarda seyretmiyor artık. Hayatın büyük akış yollarını değiştirmeye matuf “küresel cereyanları” az-çok hepimiz görüyor veya duyuyoruz. Bu dehşetli cereyanlar, seller ve yıkılışlar arasında, “insanî ortak kimlikte bütünleşmek üzere” kendimizi akıntıya bırakmamızın, mahvolmayı netice vereceğini de bilmeliyiz. Burada “marjinal” ile “tepkisel” kelimelerine değinmekte fayda var. Marjinal, marjinalleşme veya marjinal kalma tabirlerini genellikle siyasî literatürde duymuşuzdur. Dünya siyasetini, idaresini, menfaatini veya şöhretini asıl gaye edinmiş hareketler için daha çok kullanılan bu kelimeyi, ahiret hayatını hedeflemiş, vahiyden beslenen ve Sünnet pratiğinde yaşamak isteyenler için elbette kullanamayız. “Senin vazifen yalnızca tebliğdir” emrine muhatap, “Hidayet senin elinde değil” ikazını işiten ve birçok peygamberin, risâlet vazifeleri neticesinde kalabalıklara sahip olamadığını bilen Nur Talebeleri için marjinalleşme endişesi ve kompleksi hiçbir zaman söz konusu olamaz. Bazen de müstakim şahs-ı manevîye tâbi olan Nur Talebelerini “tepkisellikle” ittiham edenlerimiz de olabilir. Evvelâ sloganın mahiyetine bakmakta fayda var: Eğer tepkiden; itiraz, red, def etme, karşı koyma ve hiç olmazsa yüz çevirme kastediliyorsa, “tepkisellikle itham” üslûbu da bitamamiha yanlış oluyor. Mü’minin şiarı günaha tepki göstermektir. “Def’-i şer celb-i nef’a racihtir” hukukumuzun bir prensibidir. Emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münker yaşayışımızdır. Peygamber pratiğine karşı çıkanların uydurdukları sloganlarla fark ettirmeden Müslümanları pasifize etmek, Nurları okuyanlara düşmemelidir. 10.08.2009 E-Posta: [email protected] |