Şükrü BULUT |
|
Rüşvet ve istibdat… |
Bediüzzaman Hazretleri Afyon zindanında, tecritte ve dondurucu soğuklar içinde günümüzü de ilgilendiren bir hakikati, aynı zindandaki talebelerine ulaştırıyor: “Ben bazı emarelerle tahmin ederim ki, neşredilen mecmualarımızdan en ziyâde Rehber’e ehemmiyet veriyorlar. Ben zannederim ki, Hüve Nüktesi gizli zındık düşmanlarımızın bellerini kırmış, onların istinadgâhı olan tabiat tağutunu dağıtmış. Kesif toprakta bir derece saklayabilirken, şeffaf havada, Hüve Nüktesinden sonra hiçbir cihetle o tağutu saklamak imkânı kalmamış ki, küfr-ü inadî ve temerrüd-ü irtidadî sebebiyle adliyeyi aldatıp aleyhimize sevk ediyorlar. İnşaallah Nurlar adliyeleri lehine çevirip onların bu hücumunu dahi akim bırakacaklar.” (Şuâlar S. 454) Halbuki savcının resmî iddianâmesinde; siyasî cemiyet, rejime aykırı düşünce üretimi ve siyasî bir gaye peşinde koşma suçlamaları var. Fakat Bediüzzaman Hazretleri yukarıdaki ifadelerle, gizli dinsizlik cereyanları ile aralarındaki asıl çatışma noktasını bize arz ediyor. Ahirzamanın en dinsiz cereyanları ve onların teorisyenleri Kur'ân'ın karşısındaki acı ve zelil mağlûbiyetlerinin intikamını mahkemeleri alet ederek almaya çalışıyorlar: Tabiat tanrılarını saklayabilecekleri her köşe ve bucağına Kur'ân projektörünü tutan Bediüzzaman Hazretlerine, inadî bir dinsizlik ve irtidatla karşı durabileceklerini zannediyorlar. Bazılarımıza göre durum değişmiş, zaman başkalaşmış ve küfrün beli kırıldığından, o günün şartları kaybolduğundan, zindandan bize yazılan mektupların günümüze tatbikine de lüzum kalmamıştır. İmanımızın düşmanları olan ahirzaman dinsizliğinin yardımıyla hadiselerin ve düşüncelerimizin üzerine gerdiğimiz incecik perdeyi bazen hafif bir rüzgâr dalgalandırdığında, altındaki dehşetli hakikatlar ister istemez nazarlarımıza çarpıyor. Zira cemiyet ve fert olarak iman ve Kur'ân yolunda mesafe alamadığımız gibi, dinsizliğin sefahet ve küfür yoluyla zaptettiği sivil ve resmî alanları görmek için nazara ihtiyaç var kanaatindeyiz. Ayrıca imanın fert ve toplum hayatındaki varlığı sorularla anlaşıldığından, bu istikametteki sorgulamalarımız neticeyi daha da doğru gösterecektir. Bildiğimiz gibi Üstad Hazretleri birçok yerde, Risâle-i Nur'un bizzat küfrü ve dinsizliği tahrip etmekle, toplumu oradan çıkan istibdat ve anarşiden kurtardığını ifade ediyor. Allah'ı inkâr ederek herkese ve her şeye sonsuz bir hakimiyet veren ahirzaman dinsizlerinin, ortaya çıkan kaos ve anarşiyi de ancak istibdatla idare edebileceklerini mânâ olarak bize bildiriyor. Dinsizlik, ilhad veya inkâr-ı ulûhiyetin İslâm coğrafyasındaki yansıması ile, sair yerlerde ve bilhassa Batı dünyasındaki yansımaları farklı. Ahirzamanın dinsizlik cereyanı Müslüman toplumlarda münafıklık, takiyye ve ikiyüzlülük örtülerine bürünürken, Avrupa ve Amerika´da saldırgan ateizm şeklini alıyor. Fakat her iki cereyanın kullandığı aletler, metodlar ve hileler hemen hemen aynı: sefahet, tembellik, emniyeti kırma, kaos ve anarşi çıkarma, terörü organize etme ve kadını kullanma gibi metodlar. İçinde yaşadığımız coğrafyayı dünya ile bütünleştirerek hadiselere yukarıdan baktığımızda, küresel bazı eller veya cereyanların insanlığı mümkün olduğu kadar istibdat altında tutmaya çalıştığını görüyoruz. Daha doğrusu milyonlarca tezgâhta istibdadın mütemadiyen üretildiğine şahit oluyoruz. Tezgâhların coğrafyalara, toplum psikolojilerine, inançlara ve ekonomik seviyelere göre farklılık kazanması, maalesef insanların yanılmalarını kolaylaştırıyor. Polis, istihbarat, küresel güçler, neoconlar, CIA ve FBI´lar, gizli kuru kafa ve mason teşkilâtları aracılığıyla istibdadın çekirdekten çepere doğru genişletildiğine ve hatta sivil toplumun içindeki istibdat karşıtı fikirlerin bu korkular aracılığıyla bertaraf edildiğine çokça şahit oluyoruz. Bediüzzaman Hazretleri, ifadeye çalıştığımız bu istibdadın küfür ve dinsizlikten kaynaklandığını, hürriyet veya insanî demokrasinin de imandan nebean ettiğini ifade ediyor. Küresel şekle bürünen istibdada; mahalden ta dünyanın dört bucağına kadar karşı koyabilmenin çare ve yöntemlerini de Risâle-i Nur'un birçok yerinde zikrediyor. Çok ilginçtir ki, müstebitler savaş, garat, hırsızlık, dolandırıcılık ve diğer gayr-ı meşru yollarla ele geçirdikleri bir kısım dünya sermayesini yine istibdatlarını ikàme için rüşvet olarak kullanıyorlar. Meselâ, gayr-ı meşrû bir politika ile sömürdükleri bir milletin servetini, kendi istikametindeki fert, cemiyet, diktatör ve enstitülere dağıtarak o ülkedeki kolektif diktatörlüklerini devam ettiriyorlar. Bu nazarla Türkiye'mize bilhassa çeşitli zındıka fonları, ticaret şirketleri ve sosyal projeleri destekleme yardımları isimleri altında girmiş paraların ekserisinin bahsettiğimiz müstebitlerin rüşvetlerinden ibaret olduğunu göreceksiniz. Mahalden merkeze, merkezden taşraya kurulan rüşvet ağını gizleyen istibdadın; pis emellerine ulaşmak için gazetecilere, firma yöneticilerine, mütekait generallere, milletvekillerine ve üniversite bünyesindeki enstitülere, fukara dünya halklarının çalıntı paralarını dağıttığını, efsunlanmamış herkes bilir. Daha önceleri, ülkenin az da olsa kendisini koruyacak karakolları vardı. Bildiğimiz gibi 12 Eylül ve 28 Şubat İhtilâlleriyle birlikte o yetersiz millî karakollar da kaldırıldı. Köpeksiz köyde değneksiz dolaşan hırsız ve haramîlerin keyiflerine şimdilik diyecek yok. İfadeye çalıştığımız istibdâda ve istibdâdın devamında kullanılan rüşvete asıl sebep, ahirzaman dinsizliğinin başta İslâmiyet olmak üzere semavî dinleri hedef almasıdır. Hedefine yürürken her türlü insanlık dışı usûlü kullanmasıdır. Çarenin ise, panzehiri olarak imanda ve imanın bir özelliği olan hürriyette ve insânî demokraside olduğunu biliyoruz. Hürriyet ve demokrasinin gerekleri olan murakabe, muhasebe ve şeffaflığın nasıl gerçekleşeceğini bir başka yazıya bırakıyoruz. 13.07.2009 E-Posta: [email protected] |