13 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Süleyman KÖSMENE

Kur’ân’da Ebrar


A+ | A-

Feyza Hanım: “Ebrar ne demektir? Kur’ân’da geçiyor mu? Ne anlama geliyor?”

Kur’ân’da kökte “ebrâr” kelimesiyle buluşan bir çok kelime geçiyor. Meselâ, aynı kökten gelen “El-Birr”, iyilik, güzellik, salih amel, Allah’ın makbul gördüğü iyi davranışlar, ihlâslı amel ve her türlü iyilik demektir. Kur’ân’da geçen kelimelerdendir. 1

“El-Berr” iyilik yapan, iyilik seven, yaptığı her iş sırf iyilik ve hayır olan, asla kötülük sevmeyen ve hiçbir şekilde kötülük yapmayan, iyiliği herkese dokunan, hayırlı işleri ve itaati seven, itaatkâr kullardan hoşlanan mânâlarında Allah’ın isimlerindendir. “El-Berr” ismi Kur’ân’da şöyle geçer: “Derler ki: ‘Biz dünyada âilemiz arasında iken Allah’ın azabından korkardık. Allah bize lütufta bulundu. Ve iliklere kadar işleyen Cehennem azâbından bizi korudu. Bundan önce biz O’na hep duâ eder isterdik. Şüphesiz ki O El-Berru’r-Rahîm’dir (=Vaadinde sâdıktır, pek çok lütuf ve ihsan sahibidir, çok merhamet edicidir.” 2

“El-Berr” Kur’ân’da kara parçası mânâsında da geçer.

“El-Berr” isminin çoğulu “El-Ebrâr”dır. İyilik seven, hayır seven, itaatkâr, iyi ve salih kullar için kullanılır. Kur’ân’da muhtelif âyetlerde bu isim de geçmektedir.

“Rabbimiz! Bizi “Rabbinize îmân edin!” diye çağıran dâvetçiyi işittik ve îmân ettik. Rabbimiz! Sen de günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört ve bize Ebrâr (iyiler zümresi) ile birlikte ölmeyi nasip eyle.” 3 “Fakat Rablerinden korkan kimseler için, altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır. Onlar orada ebediyen kalırlar ve Allah katından ziyâfetlerle ağırlanırlar. Allah katındaki mükâfât ise, Ebrâr (salih kullar) için dünya menfaatinden daha hayırlıdır.” 4

“Muhakkak ki Ebrâr (ihlâs ile kulluk edenler), içine kâfur katılmış şarap ile dolu kadehten içerler. O kâfur, Cennette bir pınardır ki, Allah’ın mü’min kulları içerler ve onu diledikleri tarafa akıtırlar. Onlar adaklarını yerine getirirler ve dehşeti her tarafı kaplayan bir günden korkarlar. Kendi canlarının çektiği yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. “Sizi ancak Allah rızâsı için doyuruyoruz.” derler. “Sizden bir karşılık veya teşekkür beklemiyoruz. Yüzlerin asılacağı o dehşetli günde biz Rabbimizden korkarız.” Allah onları o günün şerrinden korur. Yüzlerine güzellik, gönüllerine sevinç verir. Sabretmelerine karşılık onları Cennetle ve ipek elbiselerle mükâfâtlandırır. Orada koltuklara kurulurlar; ne bir yakıcı sıcak, ne de dondurucu bir soğuk görmezler. Cennet ağaçlarının gölgesi üzerlerine düşmüş, meyveleri ise emirlerine sunulmuştur. Etraflarında gümüş kadehler ve billûr sürâhiler dolaştırılır. Onlar gümüş beyazlığında, billûr berraklığında kaplardır ki, sâkîler onları herkesin iştâhına göre doldurur.” 5

“Ebrâr (ihlâs ile kulluk edenler) nimetlerle dolu Cennet içindedirler. Füccâr (günaha giren kâfirler) ise Cehennem ateşindedirler. Hesap gününde oraya girecekler. Onlar oradan çıkacak değillerdir. O hesap gününün ne büyük bir gün olduğunu sana bildiren nedir? Evet, o hesap gününün ne büyük bir gün olduğunu sana bildiren nedir? O gün, kimsenin kimseye bir faydası olmaz. O gün, hüküm yalnız Allah’ındır.” 6

“Ebrâr (ihlâs ile kulluk eden iyi kimseler) ise İlliyyûn’da kayıtlıdırlar. İlliyyûn’un ne olduğunu bilir misin? O apaçık yazılmış bir kitaptır. Ona yüksek derecelerdeki melekler şahittir. Ebrâr (iyiler, salih kullar, hayırsever kullar, itaatkâr kullar) nimetler içindedirler. Koltuklara kurulup etraflarındaki güzellikleri seyrederler. Yüzlerinde o nimetlerin parıltısını görürsün. Onlara, ağzı mühürlü hâlis bir şaraptan içirilir. Bir şarap ki, ardında nefis bir koku bırakır. İmrenecek olanlar, işte buna imrensin! O şaraba tesnim karıştırılmıştır. Tesnim bir pınardır ki, ondan Allah’ın rızâsına yükselmiş olanlar içer. Dünyada iken mücrimler, îmân etmiş olanlara gülüp dururlardı. Onların yanından geçerken birbirlerine kaş göz işâreti yaparlardı.” 7

Dipnotlar:

1. Bakınız: Bakara Sûresi: 44, 177, 189; Âl-i İmrân Sûresi: 92; Mâide Sûresi: 2; Mücadele Sûresi: 9.

2. Tûr Sûresi: 26, 27, 28.

3. Âl-i İmrân Sûresi: 193.

4. Âl-i İmrân Sûresi: 198.

5. İnsan Sûresi: 5-16.

6. İnfitar Sûresi: 13-19

7. Mutaffifîn Sûresi: 18-30

13.07.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Nurların deryasına dalınca


A+ | A-

Allah Resûlü’nün (asm) İslâmın ilk yıllarında İbni Erkam’ın evinde toplanıp İslâmı anlattığını biliyoruz. Böyle evlere her devirde ihtiyaç duyulmuştur. Çünkü buralar, İslâmın bir nev’î okullarıdır. Mü’minler buralarda dinlerini, diyanetlerini, iyilikleri, güzelllikleri öğrenirler. Buralar Allah’ın sekineyi, yani gönül huzurunu indirdiği yerlerdir. Değil mi ki insanlar Allah’ı, peygamberi, dini, imanı, güzel ahlâkı öğrenmek için buradadırlar. Allah da onlara mânevî ikramlarda bulunur. Melekler onları himayeleri altına alır, bağışlanmaları için duâ ederler. Allah da katındaki meleklere onları över.

Asr-ı Saadet’i çağımıza getiren Bediüzzaman da, İbni Erkam türü Nur Medreseleri denen yerlerle bu hizmeti yürütmeye çalışmış, talebelerine böyle dershaneler açmalarını tavsiye etmiş, evlerini birer medrese, yani okul hükmüne getirmelerini istemiştir.

Dünkü makalemizde bahsettiğimiz İzmir Pınarbaşılı Nazmi ve arkadaşları da 200 liraya kiraladıkları dershanede hizmetlerini yürütürlerken bir mülk dershane alalım noktasına gelmiş, bunun için kolları sıvamış, o günün zor şartlarında bunu başarmışlar da. Cenâb-ı Hak önlerini öyle açmış ki şaşıp kalmışlar, “Biz dershanenin kirasını dahi zor öderken bu mülk dershaneyi nasıl aldık?” demekten kendilerini alamamışlar. Ama bir defa insan lüzumuna inansın, azmetsin, o yola girsin. Allah’ın inayetiyle neler başarılmaz ki?

Şu anda iki katlı, geniş bir avlusu olan bir dershaneleri var Pınarbaşılıların. Büyük bir aşk ve şevkle hizmetlerine devam ediyorlar.

Üstad hayatta olsaydı bu aşk ve şevk sahiplerini hiç tebrik etmez miydi? Nitekim Nazmi bir gece rüyasında Üstad’ı görmüş. Uçsuz bucaksız bir deniz… Ortasında küçük bir ada… Çiçekler, özellikle papatyalarla süslü her taraf… Üstad, hemen sarığıyla, cübbesiyle boy göstermiş. Nazmi arkadaşlarıyla birlikte Üstad’ı ziyaret edecekler. Nazmi, “Ben en arkadan gideyim” diye düşünüyor tevazusundan. Denizi geçip adaya çıkacaklar. Ama o da ne! Hepsi de denizde karada yürür gibi yürümekte ve adaya çıkmaktalar. Üstad sevinç içerisinde, mütebessim… Sıra Nazmi’ye geliyor. Üstad Nazmi’yi memnuniyetle, tebessümle kucaklıyor. Nazmi’nin mutluluğuna diyecek yok artık.

Nazmi’nin 5-6 sene kadar önce başından geçen ilginç ve hiç unutamadığı bir hatırası daha var. Kolestrolü şiddetle artmış. Ne kadar ilâç kullandıysa geçmemiş. O kadar ki ağrı kafasına vurmakta, beyni zonklamakta, gök gürlemesi gibi sarsılmakta. Dayanılacak gibi değil. Üç dört gün yatamamış Nazmi. Ne doktorlar, ne ilâçlar işe yaramış.

O ağrı ve sızıyı görünce, “Artık bu ağrıyla sabaha çıkamam” diye hüzünlenmiş Nazmi. Cevşenü’l-Kebîr’i okumuş, duâlarını yapmış, Resûl-i Ekrem’in (asm) şefaatini dileyerek Üstaddan meded beklemiş.

O gece rüyasında Üstadı Barla’da ziyaret etmekte. Üstad bir ara kaldığı Marangoz Mustafa Çavuş’un evinde. Sonradan Barla’yı ziyaret ettiğinde evin o ev olduğunu anlıyor. Ağabeyler Üstadın rahatsızlığını ileri sürerek kimseyi kabul etmediğini söylemişler. Ama o—rüya bu ya—onlara aldırmaksızın koşarak doğruca Üstadın odasına girmiş. Üstad sedirde oturmakta imiş, onu görünce kalkmış ve Nazmi’ye “Hoş geldin kardeşim!” diye sarılmış, sonra da, “Sen kaç senedir Risâle-i Nur okuyorsun?” diye sormuş. O da 19 yaşından beri okuduğunu söylemiş. Bunun üzerine Üstad teselli verip, “Sen korkma, üzülme, müsterih ol” diye onu rahatlatmış.

Nazmi sabah kalktığında bir de ne görsün, hastalıktan hiçbir eser kalmamış. Sevinçten uçacak hâle gelmiş. “Dünyaları verseler o kadar sevinmezdim” diyor. “Demek Üstadın tasarrufu hâlâ devam ediyor” demekten de kendini alamıyor.

İmana, Kur’ân’a, İslâma hizmet etmenin peşin mükâfatları bunlar. İnayet, himayet ve nezaret devam ediyor.

13.07.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Aile ve toplum


A+ | A-

İnsanlığın en eski ve en kudsî müessesesi, en sağlam kalesi, sığınağı, dünyadaki cenneti ailedir. Kudsiyyetini, Hz. Âdem (as) ile Hz. Havva’nın (ra) yuvalarının Cennet’te tesis edilmiş olmasından da alır.

Ama ne yazık ki aile, büyük bir sarsıntı geçiriyor. 19. asırda palazlanmaya başlayan materyalizm, darvinizm, sekülarizm, sosyalizm, komünizm gibi çeşitli “izm”lerden müteşekkil Deccalizm; din, iman, mâneviyât ve mukaddes değerlere savaş açmış. Bunun bir parçası aileyi de bombardımana tabi tutmuş.

Sefih medeniyet nefsî arzu ve istekleri, egoizm ve hedonizmi (zevk ve lezzetkolikliği) alabildiğine palazlandırmış. Hayattan beklenenlerin çok fazla artması, evlilik dışı hayat, aşırı cinsel özgürlük, yalnız başına yaşamayı (single prents) ve aile yükümlülüğünden kaçışı hızlandırdı.

Bu, eşleri birbirine tahammülsüz kıldı.

Nice kadının en büyük aşkı “köpeği!” oldu.

Toplumu kasıp kavuran cinsî sapıklıklar yaygınlaştı.

Bu felsefeden beslenen çağdaş insan, hayatı ve özellikle aile hayatını mânâsız ve sıkıntılı buluyor. Sonuçta fert mutsuz, aile perişan, toplum ise huzursuzluk anaforunda.

Toplumu aile, aileyi ferdler meydana getirir. Özlenen ve beklenen temiz bir toplum için “önce temiz bir ferd”e ihtiyaç var. Böyle bir fert de ancak iyi bir aile ortamında yetişir.

İnsanlığın ve toplumun ihtiyaçlarına cevap veren İslâmiyetin, “evlilik ve aile”ye yönelik direktiflerini veya temizliği gerektiren mânâ ve ruhu incelediğimizde, insanlara her şeyden önce sağlam bir inanç ve düşünce yapısı kazandırdığını görürüz.

Aile, toplumun en önemli parçasıdır. Aile yoksa, toplum da yoktur. Ailenin psiko-sosyal getirilerine baktığımızda, sevgi, paylaşım, intizam, düzen, asayiş, yardımlaşma, dayanışma, iffetleri koruma, huzur ve mutluluk gibi derin kavramlarla örüldüğü görülür.

Aile ile insanlık başıboşluk, serserilik, fuhuş, zinâ, taşkınlık ve yalnızlıktan korunmuş olur.

Aile; hayatın ağır şartlarını birlikte göğüslemelidir. Gerçekten hayatın çok iniş ve çıkışları vardır. Zor ve sıkıntılı safhalarda eşler birbirine yardımcı olur; tesellî, destek ve güç verirler.

Gayr-i meşrû hayat, cinsî sapmalara ve bunun neticesi AIDS gibi muhtelif, öldürücü hastalıklara sebep olur. Meşrû ve sağlam bir evlilik, bu ve buna benzer sakıncaları ortadan kaldırır.

Kur’ân’da, “Zinaya yaklaşmayın, o fuhuştur ve kötü bir yoldur”1 şeklinde ikaz ediliriz. Kötü bir yol derken, sadece “zina”nın kendisi kastedilmez. Bu kötülüğün içine her çeşidi, ona götüren şeyler de girer.

Peygamberimiz (asm), “Kim gözünü yabancıdan çekmek, kendini nâmahremden korumak ve akrabalık hakkını gözetmek üzere evlenirse, Cenâb-ı Hak onu evlendiği kadınla, kadını da onunla mesut eder” 2 diyerek bu âyeti açıklar.

Özetle âile, nesli devam ettirme, nefsi, iffeti ve cemiyeti korumak için kurulmuş olan mukaddes bir müessesedir. Temelleri İlâhî hakikatlara dayanan âilenin, korunması için de sağlam tedbirler getirilmiştir.

Dipnotlar:

1- Kur’ân, İsrâ, 32.; 2- Et-Terğîb ve’t-Terhîb, 3: 46.

13.07.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Şükrü BULUT

Rüşvet ve istibdat…


A+ | A-

Bediüzzaman Hazretleri Afyon zindanında, tecritte ve dondurucu soğuklar içinde günümüzü de ilgilendiren bir hakikati, aynı zindandaki talebelerine ulaştırıyor: “Ben bazı emarelerle tahmin ederim ki, neşredilen mecmualarımızdan en ziyâde Rehber’e ehemmiyet veriyorlar. Ben zannederim ki, Hüve Nüktesi gizli zındık düşmanlarımızın bellerini kırmış, onların istinadgâhı olan tabiat tağutunu dağıtmış. Kesif toprakta bir derece saklayabilirken, şeffaf havada, Hüve Nüktesinden sonra hiçbir cihetle o tağutu saklamak imkânı kalmamış ki, küfr-ü inadî ve temerrüd-ü irtidadî sebebiyle adliyeyi aldatıp aleyhimize sevk ediyorlar. İnşaallah Nurlar adliyeleri lehine çevirip onların bu hücumunu dahi akim bırakacaklar.” (Şuâlar S. 454)

Halbuki savcının resmî iddianâmesinde; siyasî cemiyet, rejime aykırı düşünce üretimi ve siyasî bir gaye peşinde koşma suçlamaları var. Fakat Bediüzzaman Hazretleri yukarıdaki ifadelerle, gizli dinsizlik cereyanları ile aralarındaki asıl çatışma noktasını bize arz ediyor. Ahirzamanın en dinsiz cereyanları ve onların teorisyenleri Kur'ân'ın karşısındaki acı ve zelil mağlûbiyetlerinin intikamını mahkemeleri alet ederek almaya çalışıyorlar: Tabiat tanrılarını saklayabilecekleri her köşe ve bucağına Kur'ân projektörünü tutan Bediüzzaman Hazretlerine, inadî bir dinsizlik ve irtidatla karşı durabileceklerini zannediyorlar.

Bazılarımıza göre durum değişmiş, zaman başkalaşmış ve küfrün beli kırıldığından, o günün şartları kaybolduğundan, zindandan bize yazılan mektupların günümüze tatbikine de lüzum kalmamıştır. İmanımızın düşmanları olan ahirzaman dinsizliğinin yardımıyla hadiselerin ve düşüncelerimizin üzerine gerdiğimiz incecik perdeyi bazen hafif bir rüzgâr dalgalandırdığında, altındaki dehşetli hakikatlar ister istemez nazarlarımıza çarpıyor. Zira cemiyet ve fert olarak iman ve Kur'ân yolunda mesafe alamadığımız gibi, dinsizliğin sefahet ve küfür yoluyla zaptettiği sivil ve resmî alanları görmek için nazara ihtiyaç var kanaatindeyiz. Ayrıca imanın fert ve toplum hayatındaki varlığı sorularla anlaşıldığından, bu istikametteki sorgulamalarımız neticeyi daha da doğru gösterecektir.

Bildiğimiz gibi Üstad Hazretleri birçok yerde, Risâle-i Nur'un bizzat küfrü ve dinsizliği tahrip etmekle, toplumu oradan çıkan istibdat ve anarşiden kurtardığını ifade ediyor. Allah'ı inkâr ederek herkese ve her şeye sonsuz bir hakimiyet veren ahirzaman dinsizlerinin, ortaya çıkan kaos ve anarşiyi de ancak istibdatla idare edebileceklerini mânâ olarak bize bildiriyor. Dinsizlik, ilhad veya inkâr-ı ulûhiyetin İslâm coğrafyasındaki yansıması ile, sair yerlerde ve bilhassa Batı dünyasındaki yansımaları farklı. Ahirzamanın dinsizlik cereyanı Müslüman toplumlarda münafıklık, takiyye ve ikiyüzlülük örtülerine bürünürken, Avrupa ve Amerika´da saldırgan ateizm şeklini alıyor. Fakat her iki cereyanın kullandığı aletler, metodlar ve hileler hemen hemen aynı: sefahet, tembellik, emniyeti kırma, kaos ve anarşi çıkarma, terörü organize etme ve kadını kullanma gibi metodlar.

İçinde yaşadığımız coğrafyayı dünya ile bütünleştirerek hadiselere yukarıdan baktığımızda, küresel bazı eller veya cereyanların insanlığı mümkün olduğu kadar istibdat altında tutmaya çalıştığını görüyoruz. Daha doğrusu milyonlarca tezgâhta istibdadın mütemadiyen üretildiğine şahit oluyoruz. Tezgâhların coğrafyalara, toplum psikolojilerine, inançlara ve ekonomik seviyelere göre farklılık kazanması, maalesef insanların yanılmalarını kolaylaştırıyor. Polis, istihbarat, küresel güçler, neoconlar, CIA ve FBI´lar, gizli kuru kafa ve mason teşkilâtları aracılığıyla istibdadın çekirdekten çepere doğru genişletildiğine ve hatta sivil toplumun içindeki istibdat karşıtı fikirlerin bu korkular aracılığıyla bertaraf edildiğine çokça şahit oluyoruz.

Bediüzzaman Hazretleri, ifadeye çalıştığımız bu istibdadın küfür ve dinsizlikten kaynaklandığını, hürriyet veya insanî demokrasinin de imandan nebean ettiğini ifade ediyor. Küresel şekle bürünen istibdada; mahalden ta dünyanın dört bucağına kadar karşı koyabilmenin çare ve yöntemlerini de Risâle-i Nur'un birçok yerinde zikrediyor. Çok ilginçtir ki, müstebitler savaş, garat, hırsızlık, dolandırıcılık ve diğer gayr-ı meşru yollarla ele geçirdikleri bir kısım dünya sermayesini yine istibdatlarını ikàme için rüşvet olarak kullanıyorlar. Meselâ, gayr-ı meşrû bir politika ile sömürdükleri bir milletin servetini, kendi istikametindeki fert, cemiyet, diktatör ve enstitülere dağıtarak o ülkedeki kolektif diktatörlüklerini devam ettiriyorlar.

Bu nazarla Türkiye'mize bilhassa çeşitli zındıka fonları, ticaret şirketleri ve sosyal projeleri destekleme yardımları isimleri altında girmiş paraların ekserisinin bahsettiğimiz müstebitlerin rüşvetlerinden ibaret olduğunu göreceksiniz. Mahalden merkeze, merkezden taşraya kurulan rüşvet ağını gizleyen istibdadın; pis emellerine ulaşmak için gazetecilere, firma yöneticilerine, mütekait generallere, milletvekillerine ve üniversite bünyesindeki enstitülere, fukara dünya halklarının çalıntı paralarını dağıttığını, efsunlanmamış herkes bilir. Daha önceleri, ülkenin az da olsa kendisini koruyacak karakolları vardı. Bildiğimiz gibi 12 Eylül ve 28 Şubat İhtilâlleriyle birlikte o yetersiz millî karakollar da kaldırıldı. Köpeksiz köyde değneksiz dolaşan hırsız ve haramîlerin keyiflerine şimdilik diyecek yok.

İfadeye çalıştığımız istibdâda ve istibdâdın devamında kullanılan rüşvete asıl sebep, ahirzaman dinsizliğinin başta İslâmiyet olmak üzere semavî dinleri hedef almasıdır. Hedefine yürürken her türlü insanlık dışı usûlü kullanmasıdır. Çarenin ise, panzehiri olarak imanda ve imanın bir özelliği olan hürriyette ve insânî demokraside olduğunu biliyoruz. Hürriyet ve demokrasinin gerekleri olan murakabe, muhasebe ve şeffaflığın nasıl gerçekleşeceğini bir başka yazıya bırakıyoruz.

13.07.2009

E-Posta: [email protected]



Yeni Asyadan Size

Müfritâne irtibat


A+ | A-

Yeni Asya okuyucularının Kur’ânî bir hayat ve hizmet rehberi olarak esas aldıkları Risale-i Nur’daki lâhika mektuplarında dikkat çekilen çok önemli prensiplerden biri de “müfritane irtibat” içinde olunması.

Aslında ifrat, vasat, yani orta çizgi olan istikametten sapma olarak nitelenen hallerden biri.

Ki Üstad bunu Fatiha Sûresinde geçen “sırat-ı müstakim” kelimelerinin izahında örnekleriyle çok güzel anlatıyor. İşârâtü’l-İ’caz ile Elhüccetü’z-Zehra’daki yerlerinden okunmalı.

Bu izahlar çerçevesinde menfî bir hal ve sapma olan ifratın, aynı hizmet ideali etrafında bir araya gelmiş olan insanların irtibatı söz konusu olduğunda hararetle teşvik edilen müsbet bir haslet olarak övülmesi çok dikkat çekici.

Demek ki, iman hizmetkârları ne kadar sık ve çok bir araya gelip görüşür, fikir teatisinde ve istişarede bulunur, moral alış verişi yaparlarsa, o nisbette hem kendileri istifade eder, hem de hizmetlerin inkişafına ve cemaatteki rahmet mânâsının tecellîsine vesile olurlar.

Nur hizmetinin son derece ağır baskılar altında inkişaf ettiği o kara dönemlerde, zaman zaman yapılan tevkifat dalgalarının ardından hapishanelerde bir araya gelinmesini dahi bu irtibata vesile olması cihetiyle hayra yoran Üstad, “Böyle heyecanlı toplanmalarla dikkatlerin Nurlara celb edilmesine ihtiyaç var” diyerek, işin “neşir ve ilânat” cihetine de işaret ediyordu.

Ve “normal” şartlarda moral kırıcı bir durum olan mahpusluğun, tam tersine İhlâs Risalesi’nde ifade edilen “en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş ” mânâları çerçevesinde karşılıklı olarak birbirine moral verme ve güzel seciyelerini paylaşma fırsatı olarak değerlendirilmesini tavsiye ediyordu.

Bilhassa Denizli ve Afyon hapislerinde yazılan mektuplar, bunun çok güzel örnekleriyle dolu.

Baskı ve hapisler devrinin kapanmasından sonra Nur Talebeleri hür ortamda farklı organizasyonları vesile kılarak her fırsatta bir araya gelme yollarını aramaya başladılar.

Bu vesilelerden biri mevlidler. Uzun bir aradan sonra geçen yıl tekrar başlatılan ve İnşaallah önümüzdeki 26 Temmuz’da ikincisi gerçekleşecek olan Van; yine uzun bir aranın ardından geçtiğimiz Haziran sonu yapılan Isparta; yıllardır her Ramazan’ın 25. gecesi okutulagelen Şanlıurfa mevlidleri...

Bunlara ilâveten iki yıl üst üste okutulup ara verilen Ağrı; birkaç yıldır devam eden Biga; yine bu yıl başlayan Bursa ve İzmir mevlidleri...

1990-2000 yıllarında okutulup bilâhare izin verilmediği için devam ettirilemeyen Ankara Kocatepe mevlidleri...

Ve Denizli şehitleri Hafız Ali ve Hasan Feyzi Ağabeyler için Denizli’de; Ahmet Feyzi Kul Ağabey için Çamlık’ta okutulması gelenek haline gelen mevlidler...

Hepsi hem duâ, hem de buluşma vesileleri.

Bunlara ilâveten, yine Üstad adına gerçekleşen panel, sempozyum, konferans, seminerler de yıllardır hem Türkiye’nin, hem de Türkiye’nin birçok yerinde devam ediyor.

Ve yaza mahsus buluşma vesileleri olarak, giderek daha planlı ve organize bir şekilde yaygınlaşmaya başlayan aile piknikleri ile, hem yazın, hem kışın yapılan okuma programları...

Bütün bunlar, “müfritane irtibat” mânâsının gerçekleşmesine vesile olan güzel faaliyetler.

Madem ki “Zaman cemaat zamanıdır;” o halde bu cemaat mânâsını bihakkın yaşamak, yaşatmak, canlı ve diri tutmak ve hizmete müteallik her türlü meselenin samimiyetle, iyiniyetle, yapıcı yaklaşımlarla, ittifak ve tesanüd mânâları çerçevesinde istişare edilerek çözüme bağlandığı zeminleri işletmek, hepimizin görevi.

Allah yardımcımız olsun.

***

Ramazan setiyle ilgili çalışmalar devam ederken, kampanya çerçevesinde 12 bin gazete ve kitap dağıtma taahhüdünde bulunan Antalya, alacağı fazla gazeteleri belirli günlere yığmak yerine 30 güne taksim etmeyi ve böylece her gün fazladan 400 gazete dağıtmayı planladığını bildirdi. Diğer mahallerin bilgisine.

13.07.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Nabucco imzalanırken


A+ | A-

Ankara bugün önemli bir toplantıya ev sahipliği yapıyor. Nabucco’nun Hazar Denizi bölgesi ve Mısır’ı Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Macaristan üzerinden Batı Avrupa’ya bağlayacak olan yeni doğal gaz boru hattı inşasının hükümetler arası anlaşması imzalanıyor.

Bir başlangıç noktası Gürcistan-Türkiye, diğeri ise İran-Türkiye sınırı olan boru hattı yaklaşık 3.300 kilometre olacak ve ilk başta yılda 10 milyar metreküp doğal gaz taşıyacak olan boru hattının kapasitesi, ileri aşamalarda 30 milyar metreküpe kadar çıkabilecek. Gazın ana tedarikçisi Azerbaycan. Onu Irak takip edecek. Ancak Irak’ta Kuzey Irak Kürt Yönetimi ile merkezi hükümet arasındaki güç ve kaynak paylaşımı sorunları çıktığı için hem AB hem de BM şimdilik buna karşı çıkıyor. Üçüncü tedarikçi ise Mısır. Şimdi Türkmenistan da gaz vermeye talip oldu.

Başbakan Tayyip Erdoğan başkanlık edecek zirveye. Taraf devletlerin devlet ya da hükümet başkanlarıyla, yaklaşık 20 ülkenin de bakanı katılıyor. Projede uzlaşma sağlanması için en çok gayret gösteren Avrupa Komisyonu oldu. Bunun için AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso da imza törenine katılacak.

Avrupa, enerji kaynaklarında Rusya’ya mahkûm olmaktan çıkmak istiyor. Satıcı ülkeler ise doğal kaynaklarının daha iyi değerlendirilmesini. Boru hattının büyük bölümü olan 1998 kilometresi (besleme hatları dahil) Türkiye’den geçecek. Türkiye’nin talebi gazın yüzde 15’inin daha uygun bir fiyatla bize verilmesi ve kriz halinde Avrupa’dan Türkiye’ye gaz pompalanabilmesi imkânının sağlanması.

7,9 milyar Avroya mal olacak proje 2014 yılında tamamlanacak ve faaliyete geçecek.

Bu proje ile Türkiye aslında birbirine rakip iki projenin ev sahibi olacak: Mavi Akım ve Nabucco. Rusya kış aylarında özellikle Ukrayna ile yaşadığı sorunlar dolayısıyla Avrupa’ya doğal gaz göndermede sıkıntılar yaşamıştı. İkinci bir mavi akım projesi ile o da doğal gazını Avrupa’ya Türkiye üzerinden ulaştırmaya çalışıyor.

Ancak Nabucco’nun daha çok taraflı ve daha güçlü bir proje olacağı görünüyor. Bu durumda Rusya’nın mavi akım hattını kullanarak Nabucco boru hattına doğal gaz verebileceği konuşuluyor.

Bu proje ile bir kez daha Türkiye’nin coğrafî konumunun önemi ortaya çıkıyor.

Bu projenin bir çok başka olumlu katkısı da olabilir. Meselâ; Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın öne sürdüğü gibi AB’ye üyelik sürecinde olumlu katkı sağlayabilir. Daha da önemlisi Türkiye’nin istikrar ve güvenliği Avrupa ve gazı satan komşularımız için büyük önem kazanacak. PKK dahil, ülkenin huzur ve güvenliğini bozan konularda daha işbirliğine yatkın bir tutum takınacakları kesin. İnşaat ve işletme sürecinde sağlanacak istihdam imkânları, tedarik malzemesi ve teknik hizmet satışından sağlanacak gelirler de cabası.

Projenin altı ortağından birisi BOTAŞ. Ancak şirket yapılanmasında Türkiye’de bu iş için ayrı bir şirket kurulması planlanıyor.

Temennimiz Mavi Akım projesinde olduğu gibi, bu işten birilerinin ülkenin aleyhine menfaat sağlamasına izin verilmemesi. Masa başındaki müzakerelerde de ülkemiz lehine düzenlemelerin mutlaka sağlanması. Unutmayalım ki; biz sahada kazandıklarını masada kaybetmeyi alışkanlık edinmiş bir milletiz. Bunda da öyle olmasın. Yapılan anlaşmalarla kurulan tuzakları bozmak sonradan pek mümkün olmuyor. Mavi Akım projesinde giden milyonlarca doları, diğer enerji üretim anlaşmalarında alım garantisi ve fiyat artış garantisi içeren ve ülkeye enerjiyi pahalıya sattıran hükümleri unutmamalıyız.

13.07.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Yasakçılığı bırak, sıfırlara bak!


A+ | A-

Her yıl olduğu gibi bu yıl da açıklanan ÖSS sonuçları hayal kırıklığına sebep oldu. Elbette açıklanan neticeler sebebiyle çok sevinen aileler ve öğrenciler vardır. Umduğu kadar puan alamayanların şahsî üzüntüleri bir yana, asıl üzülmesi gerekenler Türkiye’yi ‘idare edenler’ olmalı.

Nedense bir gerçeği görmek istemiyoruz: Mevcut haliyle eğitim sistemimiz başarılı değil! Yapılan bütün imtihanlar bunu ortaya koyuyor. İlk okul öğrencilerinin girdiği çeşitli imtihanlardan ÖSS imtihanına, KPSS’den ‘ehliyet imtihanı’na kadar her konuda karnelerimiz zayıflarla dolu.

Neticelerin dün açıklanan Öğrenci Seçme Sınavıyla (ÖSS) ilgili haberlere bakıldığında bu durum ap açık görülüyor.

İmtihana giren 1.3 milyon adaydan yaklaşık 30 bin adayın ÖSS puanları hesaplanmamış. (AA, 12 Temmuz 2009)

Tabiî bu bir ‘hata’dan değil, imtihana giren 30 bin öğrencinin ‘cevap kâğıtları’nın hesaplanmaya değer bulunmamasından kaynaklanmış. Hesaplanmış olsa belki de eksi puan alacaklardı...

Bu neticeye şaşırdık mı? Elbette şaşırmadık, ama üzüldük! Tabiî ki ilk defa böyle üzücü neticelerle karşılaşıyor değiliz. Eğitimdeki ‘kötüye gidiş’ uzun yılların ihmali neticesi sürüp gidiyor. Üzüldüğümüz nokta, bu neticelere rağmen Türkiye’yi idare edenlerin uyanmaması, hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam etmesi... Bu neticeler kulak arkası edilebilecek neticeler midir? Hemen yarın bir eğitim sempozyumu toplayıp çare aranması gerekmez mi?

Bu söylediklerimiz, ciğerleri yananlar içindir. Yoksa, “Bu günü de akşam ettik, bir de emekli olabilirsek ne mutlu bize” diye düşünenlere sözümüz yok. Kim olursa olsun, nutukları ve cilâlı lâfları bir yana bırakıp bu yaraya merhem sürmemiz gerekir.

Ne yapabiliriz? Önce problemin varlığını kabul etmek lâzım. “Eğitimde problem yok, her şey güllük gülistanlık” diyenler bu sıkıntılara çare bulabilir mi? Çağın şartlarına uygun eğitim için yeni keşiflere de gerek yok. Başarılı örnekleri incelemek ve gereğini yapmak yeterli. Aynı şekilde başarısız metodları da elimizin tersiyle itmeliyiz. Meselâ, yıllar yılı çocuklarımıza ‘yabancı dil’ dersleri veririz. Peki, bir Allah’ın kulu çıkıp da bu derslerin yeterli olduğunu ve normal bir ‘lise’de dil öğrenilebildiğini söyleyebilir mi? Benzer şekilde bütün dersler ve sistem elden geçirilmeli. Çocuklarımızı boş şeylerle meşgul etmeyelim. Hayatta lâzım olacak bilgileri verelim. En büyük sıkıntının da ilke ve inkılâpların arkasına sığınıp; “tek tip düşünce sistemi empoze etmek” olduğunu artık görelim.

İşlerini güçlerini bırakıp, başörtülü öğrencilere engel çıkarmaya çalışan ‘yasakçılar’ acaba bu neticeleri nasıl değerlendiriyorlar? Yoksa ÖSS sonuçları, onların ilgi ve bilgi sahası değil mi? Kanunsuz bir yasağı sürdürmek için ortaya konulan gayretin yarısı, ‘sıfırsız eğitim’ hedefi için ortaya konulabilse daha iyi olmaz mıydı?

Türkiye ne zaman ki başörtüsünü değil de, ‘sıfır’ları problem olarak görür; işte o zaman ‘kaliteli eğitim’e yönelme imkânı buluruz. Bu neticede, başörtüsü yasağı mağdurlarının ahı da vardır!

13.07.2009

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

Futbolda adalet yok


A+ | A-

Bakarsınız 90 dakika tek kale oynayan takım şanssız bir son dakika golü yiyerek sahayı mağlûp terk etmiş.

Sonuca adil diyebilir miyiz?

Bırakalım soruyu spor otoriteleri yorumlasın.

Biz bu hafta saha dışı adaletsizlikten bahsedeceğiz. Futbolseverleri kızdırabiliriz, ama çarpıklıkları yazmak zorundayız.

Kusura bakmasınlar.

Transfer sezonunun en hareketli günlerini yaşıyoruz. Futbolcular, teknik direktörler kulüp değiştiriyor. Gazetelerin spor sayfalarında okuyor, TV’lerde izliyoruz.

Milyon dolarlar, eurolar havada uçuşuyor, kriz miriz hikâye...

Rekor üstüne rekor kırılıyor. Hem biz de hem de dünyada.

Taraftarlar gidene üzülüyor, geleni omuzlarında taşıyor.

Bize lâf düşmez. Kimsenin kazandığında gözümüz yok. Helâli hoş olsun, alan razı satan razı...

Da bir adaletsizliği vurgulamadan geçemeyiz. Bu ülkede milyonlar asgarî ücretle hayatını sürdürmeye çalışırken, 6 milyon işsiz onu da bulamıyor. Bir futbolcu neredeyse 500 kişiye bedel.

Ne karşılığı?

Bilime, insanlığa yararlı bir hizmet veya buluş için mi?

Hayır.

Alt tarafı üç direk arasından topu geçirmek veya geçirmemek karşılığı.

İnsanoğlunu anlamak mümkün değil. Neye, nasıl değer biçiyor akılla, mantıkla izah edilemiyor. O zaman kafamızı boşuna yormayalım, bütün dünyada da vaziyet böyle, biz de çaresiz kabullenelim.

Ya vergi?

Kanunlarımıza göre her kazanç vergilendirilmelidir. Ve tabiî ki hukukun temel prensibi olan eşitlik ilkesi asla gözardı edilmemek kaydıyla.

Astronomik kazanç sağlayan futbolcular vergi ödüyorlar mı?

Ödüyorlar.

Süper ligdekiler yüzde 15, birinci ligdekiler yüzde 10, diğer ligdekiler ise yüzde 5 oranında.

İyi işte diyebilirsiniz, vergilerini ödüyorlar ya.

Peki asgarî ücretli ne oranda ödüyor? Yüzde 15. Yani milyon kazananla aynı oranda vergilendiriliyor.

Bu mu adalet?

Ya esnaf, sanatkâr, avukat, doktor, tüccarın durumu ne?

Daha kötü.

Bunlarda oran yüzde 35’e kadar çıkıyor.

Hani anayasanın eşitlik ilkesi.

Bu çarpıklığa isyan etmek yerine bir topun peşinden koşuyoruz.

Bir de bol keseden oyuncularına, antrenörlerine para dağıtan kulüplerin vergi karşısındaki durumuna bakalım.

Kulüplerin gelirleri vergiden muaf. Yani maç hasılatı, bonservis, reklâm ve forma gelirlerinden dolayı vergi ödemezler.

Yalnız futbolcularına ödedikleri ücretlerden vergi kesintisi yapmakla yükümlüdürler.

Bazı kulüpler bu kesintileri dahi maliyeye yatırmazlar. Devlet bu kulüplere kolaylık gösterir, en son vergi borçları için kendilerine 10 yıllık bir süre tanınmıştır. Faizi yıllık yüzde 4.

Böylesine bir imtiyaz görülmemiştir.

Zira bütün mükelleflere uygulanan gecikme faizi yüzde 30, tecil faizi yüzde 24’tür.

Tam 7,5 ila 6 katı.

Kaldı ki azamî taksitlendirme süresi 36 ayı geçemez.

Bunun da bir açıklaması olmalı.

Bir diğer eleştiri konusu yabancıların transferinde izlenen yanlış politikalar. Yeterince araştırılmadan, izlenmeden transfer edilen oyuncu ve antrenörlere ödenen çuvalla paralar çoğu kez sokağa atılıyor.

Sokağa atılsa yine iyi, ülkemizde kalır, yurtdışına gitmezdi.

Bunlardan kurtulmak da kolay olmuyor.

Mukavele gereği milyonlarca euro tutarında tazminat talep ediyorlar.

Hepsi döviz.

Hani şu ekonomik krizde en çok ihtiyaç duyulan.

Olayın ekonomik boyutu böyle. Uzmanlık alanımız olmadığından futbol hakkında konuşmaya kendimizi yetkili görmüyoruz.

Ancak merakımızı mazur görün, bugüne kadar ülkemize gelen yabancıların yüzde kaçı başarılı oldu, futbolumuzun ilerlemesine ne katkı sağladılar, öğrenmek istiyoruz. Yoksa sürekli gol mü yiyoruz?

13.07.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.