Basından Seçmeler |
Kimin komplosu?
“2023 Türkiye Yol Haritası” kitabının yazarı Mehmet Öğütçü, Çin ve Hindistan başta olmak üzere yükselen Asya’nın sunduğu fırsatlara dikkat çekti. Kitapta, Çin’in 10 yıl içinde dünyanın en büyük ekonomisi olacağı yazıyor; Goldman Sachs’ın tahminine göre 2050’de bu ülkenin gayri safi milli hasılasının (GSMH) 44 trilyon dolara ulaşacağını söylüyordu. Bunun ne demek olduğunu anlamak için bugün dünyanın en büyük ekonomisi ABD’nin şu anki GSMH’sini not edelim: 11,2 trilyon dolar. Bu noktalara dikkat çeken yazar, Türkiye’nin ne yapıp edip Çin’le ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini belirtiyor ve ilgililere şöyle sesleniyordu: “Asya trenini kaçırmak istemiyorsak, onun lokomotifi olan Çin’e siyasî ve ekonomik yatırım şart. Bunun için özellikle bu ülkeyi bilen isimlerin dinlenmesi; Çin’i daha iyi anlamamızı sağlayacak Sinologların yetiştirilmesi; ülkeyle ilgili bilgilerin toplanarak işadamlarına sunulması; iş dünyasının Çin Seddi’ni aşmaya yönelik stratejiler geliştirmesi; sadece ilişkilerin ekonomik boyutuna değil, siyasî, askerî, teknolojik, kültürel yönlerine de önem verilmesi.” Liste diğer tekliflerle uzuyor. Ancak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün geçen ay sonu yaptığı Pekin ziyareti ve Urumçi’de, ellerinde Çin bayraklarıyla haklarını isteyen Uygur kardeşlerimizin maruz kaldığı olaylar birlikte düşünüldüğünde, Öğütçü’nün altını çizdiği bir husus dikkat çekici. Çünkü 2007’de bu kitabı yazan Öğütçü, dış politikaya fazla ilgisi olmayan Cumhurbaşkanı Sezer’in Çin ziyaretinin, sağlık nedenleriyle ertelenmiş olmasını fırsat olarak görüyor. Ve yeni Cumhurbaşkanı’nın daha iyi hazırlanarak, 4-5 yılda bir kez yapılabilen devlet başkanları zirvesinin iyi değerlendirilmesi temennisini dile getiriyor. Urumçi’deki gelişmelere ve Ankara-Pekin arasında yükselen tansiyona bakınca, 14 yıllık uzun bir aradan sonra Gül’ün yaptığı ziyaretin akıbetine üzülmemek zor. Daha da önemlisi, Cumhurbaşkanı Gül’ün Urumçi’ye yaptığı tarihî ziyaretten sadece 6 gün sonra bölgede yüzlerce Uygur’un ölümüyle sonuçlanan olayların patlak vermesini, nasıl bir rastlantı olarak göreceğiz? 250 kişilik büyük bir heyetle Çin’e giden Gül’ün programına onay veren, dolayısıyla Sincan Uygur Özerk Bölgesi başkenti Urumçi’yi de ziyaret kapsamına kendi alan Pekin yönetiminin, neden bu bölgeyle özel bağlar taşıyan misafirinin hemen ardından böyle olaylara meydan verdiği sorusunun henüz cevabı yok. Geriye dönüp, Gül’ün gezi boyunca yaptığı konuşmaları inceledim. Acaba Shenzhen’de Türk vatandaşlarıyla konuşurken veya Sincan Üniversitesi’nde öğrencilere hitap ederken, Çin’i rahatsız edecek bir şeyler söylemiş olabilir miydi? Hayır, bu yönde en küçük bir ima bile yoktu. Gül, konuşmalarında Çin’in gösterdiği misafirperverliğe teşekkür etmiş; iki ülkenin birbirinin ekonomik anlamda yeterince değerlendirmediğine dikkat çekmiş; dünyada ülkesi dışında en büyük yatırım yapan ülke olan Çin’in Türkiye’deki yatırımının 60 milyon dolar kadar olmasından yakınmış ve ilişkilerin canlandırılması arzusunu dile getirmişti. Cumhurbaşkanı’nın kritik Uygurlar konusundaki sözleri, Türkiye’nin devlet politikası olarak bu meseleye bakışını özetliyordu. 29 Haziran tarihli konuşmasında Gül, şöyle diyordu: “Uygurlar, Çin Halk Cumhuriyeti ile aramızda bir dostluk köprüsü rolü oynamakta olup, bu rolün Çin ile Türkiye arasındaki ilişkilerin daha da güçlü ve hızlı bir şekilde gelişmesine en büyük katkıyı sağlayacağına inanıyorum.” Elbette Türkiye, dünyanın neresinde olursa olsun kardeşlerinin insani haklarına duyarlı olacaktır. Millet olarak sadece Urumçi’deki değil, dünyanın her yerindeki insanlık dışı uygulamalara sesimizi yükseltmeliyiz. Ancak bunu söylerken, şu soruları da sormamız gerekiyor: Geleceğin süper güçlerinden biri ile Türkiye arasında, yeni bir sayfanın daha açılmadan kapanmasını kim, neden istiyor? Urumçi’nin, Gül’ün ziyaretinin hemen ardından patlaması normal mi? Ankara’nın, Uygurları ‘Çin ile Türkiye arasında barış köprüsü’ görme siyasetine kimin itirazı var?
Zaman, 11.7.2009 |
Abdülhamit Bilic 12.07.2009 |
Ordu: ‘Büyük Dilsiz’
2008’de küresel askerî harcamalar 1464 milyar dolarla tarihî bir rekor kırmış bulunuyor. Kıyas kâbilinden bu değer Türkiye’nin yıllık hasılasının iki mislinden fazla. 2007’ye oranla harcamalar %4, on yıl öncesine oranla ise %45 artmış. Dünyanın toplam hasılasının %2.5’ine karşılık geliyor bu muazzam rakam. Batı ve orta Avrupa dışında askerî harcaması artmayan ülke yok. Her yıl haziran ayında İsveç’te yayımlanan SIPRI - Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü raporu böyle diyor. Buş efendinin sekiz yıllık kâbus başkanlığı süresinde ABD’nin askerî harcamaları Afganistan ve Irak savaşları nedeniyle son dünya savaşından bu yana en yüksek seviyeye çıkmış bulunuyor. Irak’tan çekilmenin zaman alacağı, Afganistan savaşının ise şiddetlenerek devam edeceği hesap edilirse ABD’nin askerî harcama kalemi ve bunun ekonomisine yükü kayda değer olmaya devam edecektir. Türkiye’nin harcamalarında ise yarım milyar dolarlık bir artış var. 2007’de 11 milyar 155 milyon iken 2008’de 11 milyar 663 milyona çıktığı hesap ediliyor. SIPRI’nin çalışmasında Türkiye’nin 1989-2008 arası askerî harcamalarına ulaşmak için http://milexdata.sipri.org/result.php4 tıklayıp ‘Turkey’yi seçmek gerekiyor.
Koşulsuz sadakat ve apolitiklik Türkiye’deki ordu yapısıyla benzerlikler gösteren modern Fransız ordusu Fransız Devrimi’nden itibaren ve 1958’de Charles de Gaulle’ün kurduğu V. Cumhuriyet’e kadar iki temel ilke üzerine bina edilmiştir. İlki, silahlı kuvvetlerin meşru hükümetlere koşulsuz sadakatidir. Ordu, hükümetin emrinde pasif bir araçtır zira hükümet görevini sadece elinin altında ‘bilinçsiz’ bir silahlı kuvvet varsa yerine getirebilir. Bilinçsizlikten kasıt, silahlı kuvvetin başındaki komutanların fikir beyan etmeden meşru hükumetin emirlerine uymalarıdır. Zira emirlerin tartışılması devlet ve siyaseti işlemez hale getirir. Koşulsuz ve tartışmasız sadakat ilkesi beraberinde apolitiklik ilkesini getirir. Silahlı kuvvetin komutanlarının kanaat, eğilim ve sempatileri ifşa edilemeyeceği gibi bunlar hiç yokmuş gibi davranılmalıdır. Siyasî pasiflik esastır. Silahlı kuvvet iktidar değişiklikleriyle sadakat öznesini değiştiriyor gibi görünse de esas sadık olduğu cumhurun iktidarıdır. Fransız ordusu her zaman ve ilelebed ‘Büyük Dilsiz’dir. Bu, günümüzün ‘hesap verilebilirlik’ ilkesinin tam tersidir zira silahlı kuvvetin hesap verecek dili yoktur, olmamalıdır ya da vereceği hesap sadece askerî icraat konusunda olmalıdır. Türkiye’nin silahlı kuvvetlerinde işleyiş elbette böyle tecelli etmiyor. Silahlı kuvvet siyasî konularda sürekli konuşuyor, kanaat, sempati belirtip gündem belirliyor. Esas konuşması gereken, iç güvenlik dahil askerî icraat ve askerî harcama konularında ise hiç konuşmuyor. ‘Tesev-Almanak Türkiye 2006-2008 Güvenlik sektörü ve demokratik denetim’ adını taşıyan ve Ali Bayramoğlu ile Ahmet İnsel’in editörlüğünde hazırlanan kapsamlı çalışma bu konulara gayet zamanlı bir cevap niteliğinde. Güvenlikten sadece askerî güvenlik anlamakla mâlul zihniyet sivil denetimi neredeyse imkansızlaştırıyor. Bir nevî ‘söz konusu vatansa gerisi teferruattır’ mantığı. Almanakta güncel konu askerî yargının dayanılmaz özerkliği, ‘irtica ve şekavet’ ile süren asırlık mücadelede askeriyenin hakimiyeti, silah satın almada askerin kararının mutlak ağırlığı ve hesap verilemezlik, NATO ile AB ilişkileri ışığında güvenlik konseptinin değişimi, medya ile toplumun güvenlik sektörü denetimi, eğitim ve millî güvenlik teması, koruculuk dahil özel güvenlik hizmetlerinin sivil denetimi, MİT’in güvenlik kurumları içindeki yeri, iç güvenlikten sorumlu jandarmanın askerî doğasının ağırlığı, polis teşkilâtının darbe sonrası güvenlik temelli yeniden yapılandırılması işleniyor. Şayan-ı tavsiyedir.
Vatan, 11.7.2009 |
Cengiz Aktar 12.07.2009 |