Ahmet DURSUN |
|
Buraya kadar |
Bediüzzaman’ın “Eski hal muhal; ya yeni hal ya izmihlal.” öngörüsüyle işaret ettiği olguların Türkiye’yi zincirlerini kırmaya zorladığı bir dönemi yaşıyoruz. Hak, hukuk, adalet ve hürriyet gibi kavramları sahip olduğu otoriter geleneğe ve kültüre kurban eden Türkiye, Bediüzzaman’ın işaret ettiği mücadelenin içindedir. Bu mücadele demokarasiyi isteyenler ile demokrasinin varlığını kendi varlıkları için tehlike görenler arasında devam edegelmektedir. Bu mücadelenin galibini ise “değişim” sözcüğünün kendisi belirleyecektir. Aslolan bu değişimin hangi yönde olacağıdır. Otoriter yapılar, kendi varlıklarını devam ettirebilmek ya da kendi yanlışlarını örtbas edebilmek için arada bir kükremeye devam edecekler, arada bir darbe senaryoları yazacaklar, bunları hayata geçirebilmenin yollarını arayacaklardır. Buradaki temel soru; bunun farkında olanların nelerle uğraştıkları ile ilgilidir. Üzücü olan, bu otoriteryen yaklaşımlara sivil yapının temsilcisi durumundaki siyasetin de yaslanmış olmasıdır. Bu yaslanmanın en önemli göstergelerinden biri, “darbe anayasası”nın olanca ihtişamıyla hayata devam ediyor oluşudur. Türkiye’nin ciddî bir anayasa problemi olduğu, bugün için teşhis edilmiş bir problem değildir. Son dönemlerde “yargı-siyaset-ordu” üçgeninde yaşanan büyük tartışmalarda kendini iyice hissettiren bu probleme karşı sivil toplumun büyük bir desteğiyle istenen çağdaş ve demokratik bir anayasa beklentisine niye cevap verilemediği sorusu; son günlerde deşifre olan darbe hazırlığı belgesinin sahte olup olmamasından daha önemlidir. Zira bataklığı kurutması gerekenlerin bataklığın nimetlerinden faydalanma yolunu seçmeleri ve kendilerini bir sivrisinek ısırmaya kalktı diye ortalığı velveleye vermeleri “değişim”in kirli boyutlarını da gözler önüne seriyor. Modern toplumlara yakışan ve özgürlükçü demokrasinin ilkelerini benimseyen bir anayasayla değişimi gerçekleştirmesi gereken siyaset ne yazık ki bu kirliliğin içinde kalmıştır. Bizde demokratikleşme projesinin temel dinamiği olan devleti ve bunu algılama şeklinin “güç” ile eşdeğer anlamda olması ve bu anlayışın kutsanması; normal bir hukuk devletinde olması gereken “hesap sorma, hakkı arama, hakkı teslim etme, haklının yanında olma” gibi olguların önüne geçmektedir. Bu yüzdendir ki, hakim zihniyetin “doğru”su ile sivil anlayışın doğrusu bir türlü örtüşmemektedir. Bu yüzdendir ki, sivil yargı her zaman askerî yargının gölgesindedir. Bu yüzdendir ki, Şemdinli sanıklarına otuz dokuz yıl veren sivil mahkemenin mahkumiyetini askerî yargı beraatle hükümsüz bırakabilmekte, “iyi çocuklar”ı serbest bırakabilmektedir. Bu yüzdendir ki, değişimin öncüsü olması gereken, hesabı sorması gereken iktidar, bu güne kadar yapılan yanlışların hesabını sormak yerine cazgırlığa –ucu kendine dokunmadığı, iktidarını tehlikeye atmadığı sürece- boyun eğmek “hak” arayışlarını ötelemek, demokratikleşmeyi de başkalarının belirlediği bir yer ve zamana bırakmak yolunu seçmiştir. Hukuk kavramının kişilere ve kurumlara göre değişkenlik gösteremeyeceğini, bunun konjonktürel olarak değerlendirilip uygulamaya geçirilemeyeceğini vurgulayan bir yapıya ve bunu hayata geçirecek özgürlükçü anayasaya ihtiyacımız var. Hukuk devletinin temel argümanlarından olan “hak haktır” anlayışı bizim pusulamız olmalıdır. Bu pusulayı elinde bulunduranlar makam, mevki ve statüye göre pozisyon belirlemezler ve bu pozisyona göre “hak” kavramını değerlendirmezler. Başta işaret ettiğimiz değişim yönü bu yönde olduğu takdirde “hak-güç” karşılaşmasının galibi hak yönünde olacaktır. Bazıları istemese de, siyaset yan çizse de bu kaçınılmazdır.'82 Anayasası’nın ruhundan beslenerek minare boyu rüya görenler için yılın şarkısı bile hazır: “Buraya kadar...” 23.06.2009 E-Posta: [email protected] |