Lahika |
Pekçok muvakkat lezzetler var ki, zevalleri daimî elemleri intaç ettiği gibi; çok elemlerin zevali de, leziz lezzetlere bâis olur.
İşârâtü'l-İ'caz, s. 197 |
13.07.2009 |
Bir Mahkeme-i Kübrâ var!
Evet, görüyoruz ki, alelekser, gaddar, facir zalimler lezzetler, nimetler içinde pek rahat yaşıyorlar. Yine görüyoruz ki, masum, mütedeyyin, fakir mazlûmlar zahmetler, zilletler, tahkirler, tahakkümler altında can veriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini de götürür. Bu vaziyetten bir zulüm kokusu gelir. Halbuki kâinatın şehadetiyle, adalet ve hikmet-i İlâhiye zulümden pak ve münezzehtirler. Öyleyse, adalet-i İlahiyenin tam mânâsıyla tecellî etmesi için haşre ve mahkeme-i kübraya lüzum vardır ki, biri cezasını, diğeri mükâfatını görsün. S İşaratü’l-İ’câz, s. 60, (yeni tanzim, s. 99) *** Hem, o celâl ve izzete uygun bir dâr-ı mücâzât olacaktır. Çünkü, ekseriyâ zâlim izzetinde, mazlûm zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor, tehir ediliyor; yoksa, bakılmıyor değil. Bâzan dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki, insan başıboş değil; bir celâl ve gayret sillesine her vakit mâruzdur. Evet, hiç mümkün müdür ki, insan, umum mevcudât içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuâtıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan İmân ile O’nu tanımazsa; hem, bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibâdetle kendini O’na sevdirmese; hem, bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini O’na gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamd ile O’na hürmet etmese, cezasız kalsın, başıboş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl, bir dâr-ı mücâzât hazırlamasın? Hem, hiç mümkün müdür ki, o Rahmân-ı Rahîmin kendini tanıttırmasına mukabil, İmân ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibâdetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukabil şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü’minlere bir dâr-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin? Üçüncü Hakikat: Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adâlet ve mîzanla Rubûbiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, Rubûbiyetin cenâh-ı himâyesine ilticâ eden ve hikmet ve adâlete imân ve ubûdiyetle tevfîk-ı hareket eden mü’minleri taltif etmesin ve o hikmet ve adâlete küfür ve tuğyan ile isyan eden edebsizleri te’dib etmesin? Halbuki, bu muvakkat dünyada, o hikmet, o adâlete lâyık binden biri insanda icrâ edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan, ehl-i hidâyetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor. (...) Hakikî adâlet ister ki, şu küçücük insan, şu küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinâyetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nisbetinde mükâfat ve mücâzât görsün. Mâdem, şu fânî, geçici dünya, ebed için halk olunan insan hususunda öyle bir adâlet ve hikmete mazhariyetten çok uzaktır; elbette, Âdil olan o Zât-ı Celîl-i Zülcemâlin ve Hakîm olan o Zât-ı Cemîl-i Zülcelâlin dâimî bir Cehennemi ve ebedî bir Cenneti bulunacaktır.
Sözler, s. 66-67, (yeni tanzim, s. 110-114)
LÛGATÇE:
alelekser: Çoğunlukla. facir: Günahkâr tahakküm: Baskı, istibdat. münezzeh: Kusur ve noksanlıktan uzak olan. mahkeme-i kübra: En büyük mahkeme, ahirette kurulacak haşir mahkemesi. celâl: Sonsuz büyüklük, haşmet, ululuk, yücelik ve haşmet sahibi olan Allah. dâr-ı mücâzât: Ceza yeri. kurûn-u sâlife: Geçen asırlar, önceki asırlar. mütemerrid: İnatçı. tevfîk-ı hareket: Uygun hareket. saadet-i uzmâ: Büyük saadet. |
13.07.2009 |
Şarkta, nurlu bir seyahat ve müjdeli bir işâret
Aziz Üstad’ımın “Risâle-i Nur medreseden çıkmış, ilim içinde hakikate yol açmış, hakikî sahipleri ve taraftarları medreseden çıkan hocalar olduğuna binâen…” 1 diyerek işaret ettiği hakikatten yola çıkarak hazırlamaya niyetlendiğim çalışmamı tamamlamak üzere serhat şehri Van’a gittim. Van, Üstad Hazretlerinin ömrünün yirmi yılını aşkın süresini kapsayan bir mekândır. İlk defa 1890’larda Van’a gelerek Başet Dağı, Horhor Medresesi, Van Kalesi ve Vali Tahir Paşa’nın Konağı gibi yerlerde kalarak ilim ve medrese faaliyetlerini sürdüren Üstad Bediüzzaman Hazretleri, daha sonraki yıllarda defalarca Van’a gelmiştir. Onun, Van’ı çok sevdiğini ve hatta Van’a olan alâkadarlığını “Vatanım” 2 diyerek de ortaya koyduğunu eserlerinde görmek mümkündür. Van’da değişik zamanlarda Nurşin Camii, Erek Dağı, Artemit (Edremit), Çoravanis Köyü gibi yerleri mekân ittihaz eden Üstad Hazretleri, 1925 yılında, Şeyh Said hadisesi bahane edilerek—hadiseyle ilgisi olmamasına, hatta hadisede yatıştırıcı bir rolü olmasına rağmen—Erek’ten alınarak, doğudaki diğer nüfuzlu kimseler gibi Anadolu’ya sürgüne gönderilmiştir. Van’a her gelişimizde Üstad Hazretlerinin burada şereflendirdiği Nur menzillerini tekrar gezer, Aziz Üstadımıza olan hasret ve iştiyakımızı tazelemiş oluruz. Yine Erek Dağı, Nurşin Camii ve Van Kalesini bu vesileyle gezerek Üstadımızın mübarek ruhuna Fatihalar yolladık. Bu defaki Van ziyaretimizde, kadim dostumuz, eski medrese hocalarından ve hâlen Edremit’te bir camide imam-hatiplik vazifesini sürdüren kıymetli Eta Hocamıza da uğradık. Kendileri, çalışmalarımız sırasında bize rehberlik etmiş, şark ulemasının Üstad hakkındaki kanaatlerini araştırmamızda bize yol göstermiş ve kıymetli fikirleriyle de destek vermişlerdir. Bu defaki Van ziyaretimizde ele aldığımız konu ve araştırmalarımız esnasında öne çıkan husus, doğuda cereyan eden menfî hadiselerin çaresinin, Bediüzzaman’ın Kur’ân’dan istihrac ettiği ve “Risâle-i Nur” isminin eserlerde mevcut olduğu gerçeği idi.
VAN’DAN BİTLİSE DOĞRU... Van’daki tesbitlerimizin ardından Bitlis’e geldik. Burada, şehir merkezindeki bir çayhanede iki vatandaşın bizi yanlarına dâvet etmesiyle aramızda geçen bir diyalogdan söz etmek istiyorum. Elimizdeki çantaya bakarak, bizi hazine arayıcıları zannetmişler meğer. “Biz sizi hazine arayıcıları zannettik abi, bizim bu işlere merakımız var da” dediler. Bunun üzerine ben de “Buralara hazine aramaya geldim zaten” dedim. Hayret içinde kaldılar. “Sizin hemşehriniz olan Bediüzzaman’ın hayatı gerçek bir hazinedir. İşte ben onun hayat hazinelerini aramak için yollardayım” dedim sonra. Bu sözüm karşısında mahcubiyet içinde pişmanlık göstererek: “Abi vallâ sen haklısın, Bediüzzaman’ı biz de severiz” demişlerdi. Bediüzzaman Hazretleri, Bitlis’e bağlı Hizan kazasının Nurs Köyünde dünyaya gelmiş ve küçük yaşlarda oradan ayrılarak medreselerde okumuştu. Hayatı hep gurbet illerinde geçen Üstad Hazretleri, I. Dünya Savaşı’nda Rus ve Ermenilerin birlikte hareket ederek Bitlis’i işgal hareketlerine mukabil talebeleriyle birlikte çarpışmış, kahramancasına vatanı müdafaa ederek, çok yararlı hizmetlerde bulunmuştur. Bu savaş sırasında birçok talebesini ve yeğenini de şehit veren Bediüzzaman, çarpışmalar esnasında esir düşerek Rusya’ya esir kampına gönderilmiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin, Bitlis’teki çarpışmalar sırasında ayağı kırılarak kaldığı yeri de ziyaret ederek, orada aziz şehitlerimizin ruhlarına Fatihalar yolladık. Akabinde Bitlis’ten ayrılıp, Siirt’e, Baykan’a doğru yola koyulduk.
BAYKAN Baykan, aynı zamanda Veysel Karâni Hazretlerinin medfun olduğu ve yörede adına “ziyaret” dedikleri yerdir. Bitlis ile Baykan arası zaman zaman insanı ürküten dere ve vadilerle çevrilidir. Geçmiş yıllarda bir çok terör hadisesinin de yaşandığı bu mıntıkalarda minibüsle yol alırken, yanımda oturan yolculardan birisi, bu yörede dağ köylerinin birinde imam olarak vazife yaptığını söyledi. Söz dönüp dolaşıp Bediüzzaman’a geldi ve yöredeki problemlerin hâl çaresinin, Bediüzzaman Hazretlerinin telif ettiği eserlerde bulunduğu fikrinde birleştik. Bediüzzaman Hazretlerinin fikirlerinden istifade ederek yolculuğumuza devam ederken, yörede “Hizanlı Gavs” olarak bilinen Hizan’a bağlı Gayda kasabasında medfun Seyyid Sıbgatullah ile Bediüzzaman arasındaki münasebetlere dair sorulan sorular öne çıktı. Gavs Hazretlerinin, Hazret-i Üstad henüz dünyaya gelmeden onun mânevî şahsiyetinden haber verdiği vak’asından bahsettik. Üstadın mânevî şahsiyeti karşısında saygı ve hürmetlerini dile getiren yol arkadaşım köy imamı ile diğer yolculardan ayrılarak Baykan’da bulunan Veysel Karânî Hazretlerinin kabrini ziyaret edip, aziz ruhlarına Fatihalar yolladık. Sonra oradan da ayrılıp Siirt’e, oradan da Tillo’ya gitmek üzere başka bir vasıtaya bindik. Şarkta cereyan eden menfî hadiselerin cehalet, fukaralık ve ihtilâftan kaynaklandığını, çözümün ise yine Bediüzzaman Hazretleri’nin tesbitiyle san’at, marifet ve ittifakta olduğunu, yanımda oturan şarklı ile tezekkür ettik. Veysel Karani Hazretlerinin Türbesinin bulunduğu yerden Siirt’e kalkan vasıtalara binildiğinde, yarım saatte şehir merkezine ulaşmak mümkün. Siirt’e vardığımızda, değerli dostlarımızdan Ahmet Cemil Bey’in yanı sıra Ali Bey ve Tillolu Burhan kardeşimizin yakın ve sıcak ilgilerini gördük. Ali Bey ve Tillolu Burhan Bey’le birlikte, medrese hocalarıyla görüşmek üzere Tillo’ya gittik.
TİLLO Tillo çok mübarek bir beldedir. İbrahim Hakkı Hazretleri, Fakirullah Hazretleri, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri gibi çok sayıda maneviyât erine ve gönül sultanına mekân olmuştur. Şarktaki eski medreseler, burada yoğun bir biçimde, hâlen aynı şevkle tedrisâtına devam etmektedir. İşte biz de, bu medreselerde hocalık yaparak yüzlerce insanın mâneviyât hamuru ile yoğrulmasına sebep olan muhterem zâtlarla görüşmek için gitmiştik Tillo’ya. Onlarla Üstadımızı konuştuk. Molla Burhaneddin, Molla Şeyh Hafız Taha gibi değerli âlimlerle bizzat görüşerek Üstadımız hakkındaki görüşlerini aldık. Siirt merkezde bulunan Molla Bedreddin Efendiyi de bularak, Üstad ve Risâle-i Nurlar hakkındaki manidar ifadelerini tesbit ettik. Bu muhterem zâtlar gibi şarkta medrese hocalığı yapan daha bir çok âlimle de görüşerek, bu çalışmamızı İnşallah bir kitap hâline getirmeyi düşünüyoruz.
‘SİZ RİSÂLE-İ NUR TALEBELERİ, KORKMAYINIZ!’ Bu yazımızda, şimdilik, “Hafız Taha Hoca” olarak tanınan Muhammed Taha Gültekin’in anlattıklarından bazılarını aktarmakla yetinelim. Şöyle anlatıyor Hafız Taha Hoca: “1956’da Ankara’ya gitmiştim. Üstad Hazretlerinin Talebesi Said Özdemir Ağabeyin ziyaretine gittiğimde, bana Üstad’ın Tarihçe-i Hayat’ını hediye etti. Aşk ve şevk ile okudum. Üstadın muhabbeti iliklerime kadar işleyip kalbime doğdu. O tarihten beri Risâle-i Nurları zevkle okumaya devam ediyorum. Hatta hocam Molla Bedreddin Sancar’ın yanında okuyorken, muhterem hocam Risâle-i Nurları ve Üstad’ı çok sevip takdir ettiğinden, her gece yatsıdan sonra bütün talebelere Risâle-i Nur’dan bir ders okumamı emretmişti. Çünkü Risâle-i Nur’un bereketinin çok olduğunu ve herkesin faydalanması gerektiğini ifade buyuruyordu. “Bizim, Üstad Hazretlerini kelimelerle anlatmaya çalışmamız çok zor. Ancak şunu söyleyebilirim ki, o kesinlikle vazifelidir. Cenâb-ı Hak, onu, bu asrın ihtiyacı çok olduğundan vazifelendirmiştir. Ali Ulvi Kurucu Ağabeyin dediği gibi “Milyonların imanını kurtardı cihadın, / Par par yanar imanlı gönüllerdeki yâdın. / İmanlı nesiller seni takip edecektir, / Yıllarca, asırlarca peşinden gidecektir” ve yine Denizli kahramanı Hasan Feyzi Ağabeyin dediği gibi “Hele ol nur-u şerifin kime değmişse eğer, / Küçücük zerre de olsa, meh-i taban olacak” ve yine “Kab-ı Kavseyn’den alıp dersim bildim ki ayân, / O güzel nûr-u bedî’, mânevî sultan olacak” buyurduğu gibi ben de o kanaatteyim ki Risâle-i Nur bu zamanda yeryüzünde mânevî saltanat makamındadır. 54 lisana çevrilmiş ve bütün dünyada okunan bu muhteşem eser ve müellifini, ancak Risâle-i Nur’u okuyanlar anlar ve takdir eder. “Cenâb-ı Hakk’a şükürler olsun ki, Üstadın yakın talebeleriyle defalarca görüşme şerefine nâil oldum. Ayrıca bir gün Van’a Üstad’ın mevlidine iştirak için gittiğimizde ve mahkemeye sevk edildiğimizde müdafaamızı yapan fedakâr, rahmetli Bekir Berk Ağabeyi de rahmetle anıyorum. Bu vesileyle, şevke medar olması bakımından, bir hatıramı da paylaşmak isterim: “Mahkemeye gitmeden bir hafta önce bir yaz günü sabah namazından sonra Fahr-i Kâinat ve Eşrefü’l-Mahlûkat olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı rüyada görme şerefine nâil oldum. Defalarca yed-i mübarekini öptüm. Rüyada Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’a dedim ki: ‘Yâ Resûlallah! Bu asırda kendimizi nasıl kurtaracağız ve nasıl muhafaza edeceğiz?’ Allah Resûlü (asm) şöyle buyurdu: ‘Siz Risâle-i Nur Talebeleri, korkmayınız!’ Bu, hem benim, hem de Nur Talebeleri için dünya ve içindeki her şeyden daha kıymetli bir müjde ve şerefti. Bu rüyayı kardeşlerime anlatınca çok sevindiler ve rahatladılar. Çoravanis Köyüne mahkemeden sonra giderken, bu rüyayı rahmetli Bekir Berk Ağabey ve diğer kardeşlerime de anlatmıştım. “Risâle-i Nurlar hakkında en güzel değerlendirme, yine Risâle-i Nurlar’da mevcuttur. Tarihçe-i Hayat’tan aynen aktarmak daha muvâfık olur kanaatindeyim: “‘Kur’ân’ın hakîkatlerini müsbet ilim anlayışına uygun bir tarzda izah ve ispat eden Risâle-i Nur Külliyatı, her insan için en mühim mesele olan ‘Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye gideceğim? Vazifem nedir? Bu mevcudât nereden gelip nereye gidiyorlar? Mâhiyet ve hakîkatleri nedir?’ gibi suâllerin cevabını vâzıh ve kat’î bir şekilde, çekici bir üslûp ve güzel bir ifade ile beyân edip ruh ve akılları tenvir ve tatmin ediyor. Yirminci asrın Kur’ân felsefesi olan bu eserler, bir taraftan teknik, fen ve san’at olarak maddiyâtı, diğer taraftan îman ve ahlâk olarak mâneviyâtı câmî ve hâvî olacak Türk medeniyetinin, sadece maddiyâta dayanan sâir medeniyetleri geride bırakacağını da ispat ve îlân etmektedir.’ (Tarihçe-i Hayat, s. 592)”
Dipnotlar:
1- Emirdağ Lâhikası, s. 224. 2- Lem’alar, 26. Lem’a, 13. Rica. |
MUSTAFA ÖZTÜRKÇÜ 13.07.2009 |