Şükrü BULUT |
|
Gökyüzünü yıldızlarıyla istiyorum… |
Yüksek yüksek binaları, ağaçsız daracık sokakları ve gürültülü kocaman arabaları çocukluğunda yaşamamışların, büyük şehre ayak bastıkları andaki şaşkınlığına benzer bir şaşkınlıkla irkilen çocuk annesine sordu: “-Anneciğim Türkiye´de neden gök yüzü yok?” Önce şaşırdı annesi… Cevap vermeye çalıştı… Güneşin doğmasından, yağmurun yağmasından bahsetti… Fakat çocuk üsteledi: “Hayır, hayır burası gibi değil… Bak burada her yerde gökyüzünü görüyorsun… Baksana…” Neşeli neşeli dallarıyla çocuğa el sallayan büyükçe çınar, ıhlamur ve akasyaların kuşları ürkütmeyen tepelerinden masmavi gökyüzüne parmağı uzattı, çocuk. Parmağını semaya değil de, sanki ülfet perdesine uzatmıştı çocuk… Belki de minnacık eliyle yıllardır anneciğinin ufkunu kapatmış kalın ve uzun perdeyi… Bu defa cevap vermekten vazgeçti… Zaten çocuk da bir önceki cevapla tatmin olmadığından, yeni cevaplara da ümitli değildi. Yürüdükleri mahalle Avrupa'nın metropolü sayılacak tarihî bir şehrin merkez noktasına üç yüz metre ötede bir yerdi. Cadde boyunca yükselen dev ıhlamurların çiçekleri, rayiha tutkunlarını şarhoş edecek nitelikteydi. Çocuğun sorusuyla ülfet zemininden kopan annenin zihnine yeni yeni sorular hücum etti… Belki de memleketiyle, içinde yaşadığı şehirle mukayeseler, sorular, karşılaştırmalar, yeni keşifler ve gel gitler… Med cezirler arasında yürüyen anne ilk olarak bir şehirde yaşamadığını, yani kendi ülkesindeki şehirlerle mukayese edilecek olunursa, adeta bir köyün ormana açılan tarafında yaşadığı hissine kapıldı, bir kuş cennetinde gibi kendisini hissetti. Çok önceleri Almanya'nın Walsrode şehrindeki meşhur kuş cennetinde buna benzer bir duygu yaşamıştı. Fakat bu şehrin her semtinde, her mahallesinde ayrı bir kuş ayini… İç içe korular, fakat o denli ahenkli… Musikîdeki makamlar gibi birbirlerine neşe katıyorlar… Anne, yavrusunun açtığı patikada yürümeye çabalarken, çocuk annesinin ilgisizliğinden, doğrusu dalgınlığından yararlandı. Çok güzel traşlanmış çimenlerin üzerinden çalılıktan çalılığa koşturan tavşanların peşine düştü. Bazen yaklaştı bazen kovaladı… Ürkekliklerini görünce de yavrularının otları nasıl koparıp yediğine daldı… Yavrucağın dalgınlığını iki ağaç arasında zıplayan sincabın neşesi bozdu. Kuyruğu bedeninden ihtişamlı hayvancık çok hoşuna gitti. Yavrusunu, tavşan yavrularıyla neşeli sincap arasında mütehayyir gören anne; yaşadığı şehirden, etrafında gezindiği mahalle parkından ve haşmetli ağaçların gölgesinden iyice uzaklaştı. Sincabı Anadolu’da düşündü. Önce bir silâh sesi ve sonra da kahraman edasıyla vurulmuş sincabı kuyruğundan tutarak ev ahalisine gösteren delikanlıyı hayal meyal gördü… Sonra da, metrelerce karda zavallı tavşanın peşine düşmüş silâhlı beş altı avcıyı… Dağ, dere, tepe demeden kovaladıkları tavşan akşam kimin sofrasına düşecekti… Kâbus görmüş gibi irkildi. Buruşmuş simasına tekrar çekidüzen verdi… Hayal ve düşüncelerini kovalamak üzere “Nurullah!, Yavrum Nurullah!” dedi. Nurullahdan beklediği çekirdek veya fındığı göremeyen sincap ağaca tırmanırken, Nurullah çalıların altına kaçan yavruların peşinde koşuyordu. Gurbette Cennetî duygular yaşayan anneyi “Öz yurdundaki kâbus” ürkütmüştü. Sonra Türkiye´nin büyük veya küçük şehirleriyle şu diyarın şehirlerini karşılaştırdı. Bu kadar güzel bakımlı ve tabiî güzelliğe sahip parklar ülkemizde olsaydı, mutlaka ücret ödeyerek gezebilirdim diye düşündü. Peki neden yoktu, geniş parklar ve dev ağaçlar? Üzerinde yaşadığı ülkenin toprak genişliğiyle Türkiye'nin yüzölçümünü karşılaştırdı: Türkiye iki buçuk defa daha genişti şu gurbet diyarından. Evlerin bina edilişindeki intizama baktı. Balkonlardan diğer balkonlardaki insanları görmek zor olduğu kadar, bütün binaların etrafını yeşillikler sarmıştı. Göğe temenna çakan ağaçlar... Dört kıt'a, yedi iklimi bahçesinde toplamaya çalışan sıra sıra evler pek de yüksek inşa edilmemişlerdi. Beş-altı katı geçen apartmanlar pek azdı. Evlerin balkonlarından bir başka çiçek raksının yaşandığı bu mimarî düzenin Müslüman İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa gibi güzelim şehirlerde olmamasına hayıflandı. Sorular zinciri yeniden hayalini ve duygularını bağladı, sevdalısı olduğu Türkiye’ye ‘’Niçin, ama niçin?’’ diye söylendi. Dindardı, tesettürlüydü ve vatanına çok bağlıydı Nurullah’ın annesi. Nurullah’ın bilmeden yırttığı ülfet perdesinin aralığından sorular, istifhamlar ve mukayeseler sökün ediyordu. Bu düzen, bu nizam, bu çevre, hayvanlara bu şefkat ve insana bu ilgiyi, dininde bulduğu halde vatanında bulamayan anneyi, parkın güzelliği, havanın tatlılığı ve kuş cıvıltıları mutlu etmiyordu şimdi. İstanbul’un ve memleketin diğer şehirlerinin gökyüzünü kapatan sokaklarını, bırakın sincapları, insanları ürküten gürültülü caddelerini ve şehrin betondan gözlerine mil çekilmiş tarihî ve fıtrî sîmasını hayal etmeye çalıştı. Bakışları hep korkunç manzaralara takıldı. Ruhu güzelliklerle çirkinlikler arasındaki med-cezirlerden yoruluyordu. Çocukluğu Avrupa’nın şirin bir kasabasında geçmişti. Annesi babası ‘vatan’ demişler, onu sıla ile evlendirmişlerdi. Kendileri de tekaütden sonra Türkiye’ye yerleşeceklerdi. Ankara veya İstanbul olabilirdi. Ev almışlardı her iki metropolde. Nurullah’ın annesi, doğumdan Avrupa vatandaşlığını elde ettiğinden, memleketine gidişine vizeler engel olmuyordu. Belki de sıla veya seyahat duygusunu bu şekilde tatmin ediyordu. Nurullah’ın iki kıt'a arasında büyümesinden gizlice zevk alıyordu. Bugünkü hayalî ve fikrî sarsıntıya kadar şu hissettiklerinden pek şikâyetçi olmamıştı. Belki de ülfet perdesiyle farklı dünyalar arasındaki uçurumları kapatmıştı, duymuyordu. Fakat yavrucağın dünyası bu tezatları taşıyamamış ve minnacık parmağıyla otuz senelik dünyasını alabora etmişti. Öncelerinde zevk aldığı manzaralar, yaşayışlar ve varlığından mutlu olduğu kaideler, genç kadını bu saat için mutsuz ediyordu. 06.07.2009 E-Posta: [email protected] |