Sami CEBECİ |
|
Ölümsüzlük ülkesinin göç kervanı |
Her nefis ölümü tadacaktır” âyetinin kat’î fermanı ile her yaratılan varlık, vakti geldiğinde ölüm gerçeğiyle karşılaşacaktır. O vakit ise, kader denilen Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Kur’ân-ı Kerim’in belirttiği gibi “Ecel geldiği zaman ne bir an geri ve ne de bir an ileri gitmez.” Ecel değişmez. Tekâmül kanununa tâbi olan bu âlemde her canlı doğar, büyür ve ölür. Bu kanunun pençesinden hiçbir şey kurtulamaz. Meyveli bir ağaç, yahut mahlûkâtın en şereflisi olan insan ölümden kurtulamadığı gibi, büyük bir insan, yahut muazzam bir ağaç hükmündeki kâinat dahi kıyametle ölecek ve haşir sabahıyla birlikte ebediyet kazanarak âhiret şeklinde inşâ edilecektir. Bu kâinatın maddesi, âhiretin bir kısım inşaatında değerlendirilecek ve asla israf edilmeyecektir. Toprak altına ekilen tohumlar, zâhiren çürür ve ölür. Ancak, Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, öyle intizamlı bir ölüme mazhar olur ki, o çekirdeğin ölümü, daha muntazam ve mükemmel olan sümbülün hayatına mukaddeme ve hazırlık olur. Hayat mertebelerinin en aşağısı ve basiti olan bitki hayatının başına gelen ölüm böyle hikmetli olursa, elbette yer altına giren bir insan da zâhiren çürür, fakat bâkî ve ebedî bir hayat sümbülü verir. İnsan için ölüm; yokluk, hiçlik, idam, adem, mahvolmak ve ebedî ayrılık değil, yüzde doksan dokuz ahbaba kavuşmak vesilesidir. Zaten, cesedden bağımsız ve emir âleminden gelip, başına şuur takılan ve canlı bir kanun olan insan ruhu, berzah tabakalarındaki rûhanî hayatını sürdürür. Haşir sabahında yeniden yaratılan bedenine emr-i İlâhî ile girerek, ruh beden müşterekliğinde bir hayata ya ebedî cennette mazhar, yahut ebedî cehennemde muhatap olur. Günah kirlerinden temizlenen aşırı günahkâr mü’minler ise, temelli orada kalmaz, imanlarına mükâfat olarak onlar da cennete girerler. Mâzinin en derin derelerinden ve yokluk karanlıklarından çıkarılıp, bu aydınlık dünya memleketine gönderilen insanlar, büyük bir kervan gibi istikbalin müzeyyen bağlarına doğru seyahat ediyor. Kafile kafile arkasından bu âlemden göçüp, bâki âlemlere doğru sevk olunuyorlar. Günde ortalama dört yüz bin çocuk dünyaya gelirken, üç yüz elli bin insan da bu dünyadan göçüp gidiyor. Geçtiğimiz Cumartesi günü halamın beyi Mustafa eniştem de bu göç edenlerin arasındaydı. Otuz senedir hayatı hastanelerde geçti. Kalp büyümesi, yüksek tansiyon gibi hastalıklarına, son zamanlarda böbrek yetmezliği ilâvesinden dolayı diyalize bağlanmak da eklenmişti. Ama o, bunlara hep sabrediyordu. Hâtem-i Tâi gibi cömert bir insandı. Evinden misafir eksik olmazdı. Sağlam hasta kim olsa, hısım akraba mutlak ona uğrardı. Çok varlıklı birisi değildi. Ama, evinden bereket eksik olmazdı. Halam da gelen bütün misafirlere mutlaka yemek çıkarır, doyurmadan göndermezdi. Regaip Gecesi ağrıları iyice artan eniştem, sabaha kadar “Allah’ım yardım et!” diye yalvarmış. Üç Aylar içinde, Cuma akşamı ruhunu Rahman’a teslim eden eniştemi, Cumartesi günü öğle namazını müteâkip, anne babasının ve sâir akrabalarının medfun bulunduğu köy kabristanına götürdük ve bütün sevdiklerinin yanına uğurladık. İman ne kadar güzel bir hakikat ki, ölen kimseleri İstanbul’a gönderir gibi, fâni âlemden bâki âleme uğurlamak tarzında nazara gösteriyordu. İki metreye yaklaşan iri vücudu, fakat pamuk misâl yumuşak kalbiyle dağ gibi bir adamı, ebediyet yurdunun ilk menziline tevdî etmiştik. Yetmiş beş sene sona ermişti. Başında okunan aşr-ı şerifler ve duâlardan sonra kalabalık cemaat dağıldı. Herkes gibi o da amelleriyle baş başa kaldı. Mekânı Cennet olsun, âmin.. Aynı gün dayımı da ziyaret etmek istedik. Ama, olmadı. Çünkü, yoğun bakımdaydı. Şuuru yerinde değildi. Kimseyi yanına sokmuyorlardı. Mecburen Ankara’ya döndük. Pazar sabahı bir grup arkadaşla Isparta’ya, Bediüzzaman Mevlidi’ne gittik. O gün âdetâ Isparta’nın bayramıydı. Ulu Cami’de toplanan, yurt dışından ve çeşitli illerden gelen Nur Talebeleri birbirleriyle kucaklaşıp hasret giderirken, bulutlarla kaplanan semadan şimşek parıltıları, gökgürültülerinin nâraları yağmurun geleceğini müjdeliyordu. Mevlit dağılırken rahmet tecellisi olan yağmur yağmaya başladı. Her tarafa faydalı bu yağmur bir müddet devam etti. Aynı akşam geç vakit Ankara’ya döndük. Pazartesi sabah yedi civarında dayımın vefat haberini aldım. Sür'atle köye ulaştığımızda öğle namazı kılınmış, yıkanıp kefenlenen dayımın naaşı önünde ilçe müftüsü ibretli bir konuşma yapıyordu. Topluca cenazeyi mezarlığa taşıdık. Kılınan cenaze namazından sonra, sağlıklıyken tesbit ettiği yere dayımı defnettik. Şimdi o, çam ağaçlarının gölgelediği kabrinde haşir sabahını bekliyor. Son görüşmemizde bir hayli sohbet etmiştik. Geride onlar taze bir hatıra olarak kaldı. Okunan Yasin-i Şerif, diğer sûre ve duâlardan sonra, onu da amelleriyle baş başa bırakarak dağıldık. O da yetmiş beş yaşında hayata veda etmişti. Mekânı Cennet olsun, âmin.. İki gün içinde, iki yakınımızı ölümsüzlük ülkesine giden göç kervanına dahil ettik. Allah hepimize hayırlı ömürler ve hayırlı ölümler nasip etsin ve ebediyen rızâsında ayırmasın, binler âmin...
NOT: Yakınlarımızın vefatı münasebetiyle, yurdun çeşitli il ve ilçelerinden ilân ve telefonlarla tâziyetlerini bildiren değerli gönül dostlarımıza şükranlarımızı arz ederiz. 03.07.2009 E-Posta: [email protected] |