M. Latif SALİHOĞLU |
|
Terörü Doğuran Irkçılığın Panzehiri (10) |
Yasakçılık, yarayı azdırır
İkincisi: Yüz yıldır kanayan ırkçılık yarası
Şu husus tarihî bir realite ve gayet açık bir gerçektir ki, ırkçılık illeti bize Batı'dan, yani Avrupa'dan, Avrupa'nın da sinsî zalimlerinden gelmiştir. Bozuk ve gaddar Avrupa kısmı, ırkçılığı İslâm âlemini parçalamak ve yutmak maksadıyla içimize atmıştır. Bizdeki sosyal ve siyasî mevkii yüksek bazı kimseler de bu illeti adeta misk û amber addederek yüzüne gözüne sürmüş ve başkasına da bulaştırma gayretkeşliğinde bulunmuştur. Irkçılık fikri, gayet zevkli ve cazibelidir, mıknatıs gibi çekicidir. Onun içindir ki, pek çok millet, zarar ve tehlikelerine rağmen, bu fikre bir derece meyil vermekte, iştiyak göstermektedir. Bediüzzaman'ın tarifiyle ırkçılık: "Birbirine tesanüt edip yardım eden gaflet, dalâlet, riyâ ve zulmetten mürekkep bir mâcundur." (Mesnevî–i Nuriye, s. 96) Bu cümlenin devamında ise, şu hükmî ifade yer alıyor: "Bunun için milliyetçiler, milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar." Irkçılık damarıyla hareket eden adam, kendine muhalif olan bir caninin hatası sebebiyle, onun masum kardeşini, akrabasını; hatta partisinin ve aşiretinin fertlerini öldürmekte kendini haklı görür. Sonunda o derece canavarlaşır ki, takip ettiği ırkçılık politikasına ters düştüğü yerde, kendi ırkdaşı bile olsa, "içimizdeki hain" damgasını vurarak ona da hayat hakkı tanımaz ve hiç çekinmeden öldürür. Üstad'ı dinlemeye devam edelim: "Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb–i Umumîdeki hâdisât–ı müthişe dahi, menfi milliyetin nev–î beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi. "Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlûm ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil–i İslâmiye içinde, fikr–i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. (Bu vaziyet) adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirmektir." (1) Bu derdin asıl çaresi, nuranî İslâmiyet milliyetine dahil olmaktır. Zira "Hamiyet–i İslâmiye, nur–u imandan in’ikâs edip dalgalanan bir ziyadır." İslâmiyet, bütün insanlara bir babanın (Hz. Adem'in) evlâtları nazarıyla bakar; ırkî mânâdaki üstünlük taslamalarını reddeder, dolayısıyla bu hastalığı kökünden kesip atar.
Üçüncüsü: Yasakların kaldırılması
Kürtlerin dili, milliyet ve kimliği üzerindeki inkârcılık ve nisyan perdesi, Cumhuriyet tarihinin ilk çeyreğinde alabildiğine koyulaşıp kalınlaştırıldı. Bu zulüm ve zulmet perdesinin bir şekilde aralanması ve kalkması lâzımdı. Ne var ki, ikide bir nükseden darbe ve muhtıra sıtması dönemlerinde, nisbeten elde edilen kazanımlara sekte vuruldu; bir bakıma red ve inkâr perdesi koyulaştırılmaya devam edildi. Oysa, bir unsurun dil ve kültürünü kaldırmaktan, yahut yasaklamaktan yana olmayı ne İslâmîyet ve ne de insanîyet kabul eder. Kürtlerin dilini, milliyetini ve kimliğini yasaklayabilmek için, acaba hangi âyet, hangi hadis, hangi ahkâm ve esastan, hangi milletler arası antlaşmadan veya beynel–milel hangi beyannameden bir delil getirebiliriz? Bize mahsus böylesi bir garabetin esaslı ve makul hiçbir dayanağı yoktur ve olamaz. Devletin elbette bir temsil dili olacak ve bunun da resmî Türkçe olmasına kimsenin bir itirazı olmaz. Ancak, Kürtlerin de kendi ana dilleriyle konuşma, eğitim–öğretim yapma ve medyadan yararlanma hakkı elinden alınmamalı; onlara yasak konulmamalı. Ayrıca, çocuğuna isim verme serbestiyeti sağlanmalı; köy ve diğer yerleşim birimlerinin isimleri rızasız, hazımsız ve zoraki bir şekilde değiştirilmekten vazgeçilmeli. Son yıllarda bir derece serbestlik oldu. Ancak, bunlar hem yetersiz, hem de hukukî / kànunî temelden yoksun. Bu hususta neden korkuluyor ve neden bir kanunî düzenlemeye gidilmiyor, anlamak kolay değil. Acaba, yasaklar tamamen kalkar da tam serbestlik sağlanırsa, ülkede bir bölünme mi söz konusu olur? Bu, evham ve kuruntudan ibaret bir ihtimal, bir varsayımdır. Gerçekle ilgisi yoktur. Devletin, kendi yaptıklarının doğruluğuna ve haklılığına güvenmesi esastır. Şayet, devletin kendisi bir yanlışın içine düşerse, illa bir aksiliğe muhatap olacak, bir çıkmaza saplanacaktır. Şayet, Kürtlerin ana dilleriyle rahatça eğitim–öğretim yapmaları sağlanmaz, üstelik bir de yeni yasaklar konulur ve cehalete meydan verilirse, bunun neticesinin ne olacağı ve bunun nelere mal olabileceğini çok iyi hesaplamak gerekir. Bundan ta yüz yıl önce doğru teşhislerde bulunan Bediüzzaman, bugünleri adeta görürcesine şunları söylemektedir: "…Bu ise (cehalet, maarifsizlik) ehli hamiyeti düşündürüyor… Bu ise vahşeti, keşmekeşi ve dolayısıyla Garb'ın şematetini (kuru gürültüsünü) dâvet ediyor… Ve bu üç nokta, Kürdler için müstakbelde bir darbe–i müdhişe hazırlıyor gibi ehl–i basireti dağdar etmiştir." (2)
(Çare teklifleri devam edecek)
................................... (1) Mektubat, Yeni Asya Neşriyat , İst. 1996, s. 311. (2) Şark ve Kürdistan Gazetesi, Teşrinisani 1324/1908. 06.07.2009 E-Posta: [email protected] |