Mehmet C. GÖKÇE |
|
Duânın gücü |
Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’e verilen mu’cizelerin en büyüğüdür. Malûmdur ki, Yüce Allah, görevlendirdiği bütün peygamberlerine, kendi dönemlerinde makbul olup revâçta olan bir olgunun benzerini mu’cize olarak vermekte ve söz konusu peygamberini böylece takviye etmektedir. Başka bir deyimle, vazifeli peygamberin çağdaşları ne ile meşgul olup neden anlıyorlarsa, Yüce Allah o dönemdeki peygamberine o nev'î mu'cize vermekte ve muhataplarının dikkat ve ilgilerini çekmeye çalışmaktadır. Meselâ, Hz. İsa (as) zamanında insanlar, önceki dönemlere oranla tıbbî hadiselere daha çok ilgi duyduklarından Hz. İsa’ya (as) verilen mu'cizeler, ağır hastaların onun duâsıyla şifa bulması; ölülerin geçici bir süre için de olsa canlanması vb. tıbbî vak'aları andıran mu'cizelerdir. Nitekim Hz. Musa’ya (as) verilen âsâ mu'cizesi de işleri-güçleri sihir olan o zamanki insanları âciz bırakmıştır. Edebiyat, belâgat ve şiirle uğraşan, Hz. Muhammed (asm) Efendimiz’in döneminde yaşayanlara karşı en büyük mu'cize de, Kur’ân-ı Kerim olmuş ve onlara meydan okumuştur. Kur’ân-ı Kerim’in pek çok özelliğinin üzerinde durmak gerekir. Öğrenilmesi, okunması, mesajları, bizden istedikleri, sözlerinin özelliği, kelime ve cümle yapısı, âhengi ve diğer yönleri kitaplara bile sığmayacak açıklama ve izahlar gerektirmektedir. Elimizdeki Mushaf’ın ilk sûresi olan Fatiha Sûresi, adeta Kur’ân’ın özü ve özeti mahiyetindedir. 114 sûrenin ilki olan Fatiha, tıpkı diğer sûreler gibi sonsuz rahmet ve merhamet sahibi Allah’ın Yüce ismiyle başlamakta ve O’nun bu özelliği ilk sözün başında şöylece vurgulanmaktadır: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…” Yedi âyetten ibaret olan bu sûrenin ikinci âyetinde ise: “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur” buyrularak, ezelden ebede her türlü şükür, minnet ve övgünün O’na ait olduğu belirtilmektedir. Üçüncü âyette yine Yüce Allah’ın rahmetinin bütün varlıkları kuşattığı; bütün yaratıklarının her türlü rızkını merhametiyle yetiştirdiği; mahlûkatına karşı son derece şefkatli ve merhametli olduğu gerçeğine vurgu yapılarak: “O Rahman’dır… O Rahîm’dir” denilmektedir. Dördüncü âyette ise haşir ve kıyamet gününe dikkat çekilerek adeta o güne hazırlıklı olunması gerektiği mesajına yer verilmekte ve şöyle buyrulmaktadır: “O hesap gününün sahibidir”… Böyle bir günün varlığından haberdar olan mü’min böylece hareketlerine çeki-düzen verecek, otokontrolünü yapacak, zulüm ve haksızlıklardan uzak duracak, sağlam ve yararlı bir insan olma yolunda mesafe alacaktır. Allah’ın rahmet ve merhametiyle birlikte hesap gününü de göz önünde bulundurarak hayatını sürdüren mü’min, kime ibadet etmesi gerektiğini bilecek ve bu konuda herhangi bir kuşkusu kalmayacaktır. Bu yüzden bu iman, beşinci âyette şöyle dile getirilmektedir: “Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz.” Evet, ibadet edilmeye lâyık olan sadece O; sığınılmaya değer yegâne varlık yine O’dur. Rabbine iman ve ihlâsını arz edip beyanda bulunan kul, tam bu noktada O’ndan istenilmesi gereken en saygın ve en değerli isteğini açıklayacak ve bunun gerçekleşmesi için yalvaracaktır: “Bizi doğru yola ilet.” Altıncı âyetin bu ifadesi bir bakıma duâ ve niyazın hülâsasıdır. Tanımı ise bir sonraki yedinci âyette yer almaktadır: “Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun kimselerin yoluna… Gazabına uğrayanların ve sapıtmış olanların yoluna değil!”. Kul yüce Rabbinden yolların en güzelini; salih kulların, peygamber ve Allah dostlarının yolunu talep etmekte, duâ ve niyazda bulunmaktadır. Zaten sonunda adeta ‘imza’ niteliğinde, ‘duâmı kabul buyur’ sadedinde “âmin” diyerek son noktayı koymakta ve yaptığı yalvarış ve yakarışın farkında olduğunu dile getirmektedir. Görüldüğü gibi, Fatiha Sûresi, aslında en güzel duâ örneğidir. Rahmetin, mağfiretin, hamd ve minnetin, tevhid ve ubudiyetin bolca vurgulandığı bir niyaz kapısıdır. Bir yalvarış ve yakarıştır. Yüce Yaratıcının varlığını, insanın sorumluluğunu, ahiret ahvâlini, doğru ve güzel yolu öz bir şekilde özetlemesi bakımından çok dikkat çekicidir. Her gün en az kırk kez okuduğumuz Fatiha Sûresi’ni bundan böyle bu gözle okuduğumuzda daha çok manevî haz duyacağımız muhakkaktır. En azından neyi isteyip neden kaçındığımızı; Yüce Allah’a ne tür söz verdiğimizi bilmemiz bizlere sorumluluğumuzu hatırlatacak ve kulluğumuzu daha anlamlı hâle getirecektir. Okuduğunu anlayıp uygulayan ferdler olmamız temennisiyle… 06.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (23.12.2008) - Efendim, hoşgeldiniz! (10.12.2008) - Söz’ün değeri ve Hz. Ali (ra) (21.10.2008) - Dinleme zahmeti |