06 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

AB üyeliği için önümüzde çok uygun 2.5 yıl var

İsveç 1 Temmuz’dan itibaren Çek Cumhuriyetinden AB bayrağını teslim aldı. İsveç’in işi çok ve zor. Ekonomik kriz, Lizbon Antlaşması’nın bekası, Kopenhag iklim zirvesi ve Türkiye ile ilgili yıl sonunda alınacak kararın hazırlığı dahi altı ayı doldurur.

İsveç AB ile Türkiye’nin bütünleşmesinin önemseyen ve bunu daima dile getiren bir ülke. Kim hükumet ederse etsin bu politika değişmiyor. ABD hükumetleri gibi. Bu iki ülke Sarkozi ve Merkelleri kızdırmak bahasına bu tutumlarını dile getirmekten hiç çekinmedi. Dışişleri Bakanı Bildt’in geçen ay Le Figaro gazetesine verdiği demeçteki Türkiye taraftarı beyanları sonucunda Sarkozi İsveç gezisini iptal etti. Başkan Obama’ya çemkirmeleri de Türkiye nedeniyle.

Carl Bildt ve ekibi son dakikayı beklemedi. Aylardır Avrupa, Türkiye, Kıbrıs arasında mekik dokuyor, ekipleri güçlendiriyor ve diğer ülkeler diplomatlarını da ekibe almaktan çekinmiyorlar. Stockholm’de kurulan’Kıbrıs Çalışma Grubu’bu şekilde çalışıyor. İsveç, Kıbrıs müzakerelerinin Türkiye’nin üyelik müzakereleri ve genelde AB ilişkisine olan muazzam etkisini çoktan idrak etti ve çabalarını Kıbrıs üzerinden yürütüyor.

Keza Ankara’da kurulan’Türkiye’nin AB üyeliği konusunda benzer düşünen ülkeler’enformel grubu güçleniyor. İngiltere, İspanya, İsveç ve İtalya tarafından başlatılan bu gruba Belçika, Estonya, Finlandiya, Letonya, Litvanya, Macaristan ve Polonya da dahil oldu. Danimarka ve Hollanda’nın da zaman zaman destek verdiği söyleniyor. Diğer taraftan 27 Eylül’deki Almanya seçimlerinden çıkacak yeni Alman hükumetinin tavrı İsveç ve İspanya dönem başkanlıkları için önemli. Ben Türkiye’ye karşı olacak bir koalisyon çıkmasını beklemiyorum. 26 Haziran’daki Hükumetler Arası Konferans’ta bir fasıl daha açılabildi. Açılan 11. fasıl olan Vergilendirme için AB’ye yıl sonuna dek tütün mamulleri üzerindeki vergilerin gözden geçirilmesi taahhüdü verildi. Ancak Türkiye ile bu kadar ilgili olan İsveç dönem başkanlığı esnasında açılacak fasıl bulunamayabilir. Yıllardır söylüyoruz: Önünü göremeyen, katılım garantisi olmayan ve Sarkozigiller tarafından sürekli terslenen Türkiye fasıl açmak için gereken önharcamaları ve ticarî tavizleri veremez. Hükumetin giderek bu imkânsızlığın arkasına saklandığı ve AB işinin bu yüzden yürümediğini ve yürüyemeyeceğini düşündüğü anlaşılıyor. Oysa her şey daha bitmedi. Haziran 2007’de Sarkozi beş başlığı askıya alma kararı verdiğinde ve Brüksel’de çocuk gibi ’katılım’ sözcüğünü içeren her cümleye müdahale etmeye kalkıştığında Fransa’dan diplomatik biçimde hesap sorulmalıydı. Bu hala yapılabilir.

Önümüzde 2011 sonuna dek gayet elverişli, şimdi İsveç, arkadan İspanya, Belçika, Macaristan ve Polonya AB başkanlık dönemlerine tekabül eden iki buçuk yıl var. Bu süre zarfında müzakerelerin her koldan önünü açmak için çaba sarf etmek gerekiyor. Bu bağlamda Sarkozi ile uğraşmak lâzım. Temmuz’da başlayacak ve dokuz ay sürecek olan Fransa’da Türkiye Mevsimi doğrudan bir karşı iletişim vasıtası olacak. 2010 İstanbul Avrupa Kültür başkenti de öyle.

Buna koşut olarak Kıbrıs’ta çözümü güçlü bir biçimde desteklemek ve en canalıcısı AB’den katılım yılı istemek gerekiyor. Hele bir tarih telaffuz edilmeye ve tartışılmaya başlansın bunun arkası illâki gelecektir.

Zira Sarkozigillerin Türkiye konusundaki iletişim, beyan ve mesaj tekelinin artık kırılması şart. Verilecek karşı mesajların ise en az Sarkozigillerin mesajları kadar ağır ve düşündürücü olması gerekiyor. Sarkozi ’ağzınızla kuş tutsanız AB üyesi olamazsınız’ dediğinde Türkiye taraftarı ülkenin bize dönüp ’merak etmeyin, bize de çok kötü davranmışlardı, sabredin, çalışın’ demesi yetmez. ’Biz Türkiye’yi artık şu yıl AB üyesi olarak aramızda görmek istiyoruz’ demesi ve esas bunu Avrupa’da söylemesi gerekir. İhtiyaç duyulan iletişim budur.

Vatan, 5 Temmuz 2009

Cengiz Aktar

06.07.2009


Darbe endişesi vehimden mi ibaret?

“Bütün bunları yaptıran vehim, darbe olacağı vehmi” diye yazıp çizenler var ya, belki de adamlar doğru söylüyorlar, ne malum? En ufak kıpırtıya ‘darbe’ hazırlığı olarak bakma kuruntusu Ak Parti’ye hâkim olamaz mı?

Askeri yargının görev alanını daraltan iki maddelik yasa değişikliği sonrasında, CHP sözcüleri ile CHP’nin basındaki sözcüleri, “Ak Partililerin vehminin sonucu” diye yazıp çizdikçe benim içimde de bir ses, “Ya doğru söylüyorlarsa?” hatırlatmasını yapıyor.

Özellikle Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un son basın toplantısında birkaç kez tekrarladığı “Demokrasi-dışı formüller peşinde koşanları Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içinde barındırmayız” sözü de, hemen ardından eklediği “Genelkurmay Başkanı olarak sarf ettiğim bu sözün teminatı benim” teyidi de kulaklarımda çınlayıp duruyor.

İnsanın gönlüyle akıl ve mantığının çatıştığı konular olur ya, bu da benim için onlardan biri: Gönlüm ‘vehim’ tezine çok yatkın, “Artık bundan sonra darbe olmaz” teminatı da doğrusu gönlümü okşuyor... Ancak yarım asrı aşan kendi ömrümün bütününde bizzat tanığı olduğum olaylar aklımı ve mantığımı kolayca esir alabiliyor; sonunda gönlümü okşayan ‘tez’ mantığıma fazla inandırıcı gelmiyor.

Adnan Menderes’in Genelkurmay Başkanı (Gen. Rüştü Erdelhun) da muhtemelen benzer yatıştırıcı sözler sarf ediyordu; büyük ihtimalle samimi görüşünü de yansıtıyordu o sözler... Oysa alttan alta çalışan bir ‘cunta’ onu da Yassıada’da yargılayacak bir hazırlığın içerisindeydi.

‘9 Subaylar Olayı’ diye bilinen bir cunta faaliyeti, içlerinden birinin (Samet Kuşçu) ihbarıyla ortaya çıktığında, “Benim ordum darbe yapmaz” diyen Adnan Menderes’in tavrı sonucu, cuntacılar 27 Mayıs’ı gerçekleştirmek üzere serbest bırakılırken ‘ihbarcı’ hapse gönderilmişti.

Süleyman Demirel’in 12 Eylül’e (1980) gidilen süreçte Cumhurbaşkanı Vekili olarak Çankaya’da oturan TBMM Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil’i dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Kenan Evren’in ağzını yoklamakla görevlendirdiği, darbenin bir gün öncesinde bile, “Öyle bir niyetleri yok” raporunu aldığı da biliniyor...

12 Mart (1971) müdahalesi öncesinde Milli Savunma Bakanı Ahmet Tahtakılıç görevlendirilmişti aynı sebeple; her seferinde aldığı “Ortalık süt liman” yatıştırıcı bilgisi Süleyman Demirel’in basiretini bağlamıştı.

“Benim ordum darbe yapmaz” diye düşünmeyi engelleyici en çarpıcı örnek ise Milli Mücadele’nin ikinci büyük komutanı İsmet İnönü’nün, 1960 sonrası başbakanlığı döneminde, sonuca varamamış iki darbe girişimine muhatap olmasıdır; TSK içerisinde örgütlenmiş bir ‘cunta’ İsmet Paşa’nın tarihî kişiliğine aldırmaksızın eli silâhlı olma gücünü kullanmaktan çekinmemişti...

27 Nisan ‘e-muhtırası’ Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) yolunda emin adımlarla yürüdüğüne inandığımız bir zaman diliminde (Nisan 2007) Genelkurmay internet sitesine konmadı mı? Şimdilerde “Metnini bizzat yazdım” diye övünen komutan (Org. Yaşar Büyükanıt), görevi sırasında ‘demokrasi-yanlısı’ mesajlar vermiyor muydu?

Vardığım sonuç şu: Askeri yargının yetkilerini darbecileri sivil mahkemelerde yargılamayı da içerecek biçimde tırpanlayan iki maddelik yasa değişikliği galiba vehim veya kuruntu eseri değil; somut olaylardan hareketle alınmış bir tedbire benziyor.

Son bir soru: Diyelim ki, ‘tez’ doğru, TSK içerisinde ‘darbeci’ bir filiz kalmadı; bu durumda -nasıl olsa kimseye uygulanması gerekmeyeceğine göre- o iki maddede yapılan değişiklik neden bu kadar büyütülüyor?

Bir de mülâhaza: Genelkurmay başkanlarını da sivil mahkemede yargılamaya kalkan olur endişesiyle mi değişikliğe itiraz ediliyor? O endişeyi giderecek yasal hazırlık sürüyor, ama şunu da unutmayalım: Şimdilerde bu endişeyi duyanlar, kısa süre önce, Sincan yargıcı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü yargılamaya kalkıştığında hiçbir tepki vermemişlerdi...

Yeni Şafak, 5 Temmuz 2009

Fehmi Koru

06.07.2009


Din subaylığı

Bugün pazar, belki bir tatil günü yazılacak konu değil ama bugün yeni bir tartışma başlatmak istiyorum.

Acaba Türk Ordusu'nda "din subaylığı" müessesesi kurulsa nasıl olur?

"Hoppala, bu da nerden çıktı?" diyenleriniz olacaktır mutlaka.

Ben de zaten bunu demenizi istiyorum.

Din subaylığı bugün pek çok Batı ordusunda var olan bir kurum.

Piyade gibi, topçu gibi, istihkam gibi, ordunun sınıflarından biri.

Din subaylarının görevi, askerlerin din konusundaki ihtiyaçlarını gidermek, gerektiğinde moral vermek, gerektiğinde soru yanıtlamak, sorun çözmek.

Pek çok Avrupa ordusunda, Amerikan ordusunda bu kurum var.

Bu ordularda bu kurum uzun zamandır işlevsel ve şimdilerde pek çoğunda gereklilik nedeniyle Müslüman din subayları da istihdam edilmeye başlandı.

Acaba Türk Silahlı Kuvvetleri'nde de böyle bir birime ihtiyaç var mı?

"Dini sokmadığımız bir orası kalmıştı zaten" diye düşünmek de mümkün ama Türk Silahlı Kuvvetleri'nin büyüklüğü, yapısı ele alındığı zaman böyle bir kurum acaba faydalı olabilir mi?

Acaba bu kurum vasıtasıyla askerlik süresince hem din hizmeti vermek hem de en azından askerlik döneminde gençlere dini bilgiler aktarmak ve yanlışlarla mücadele etmek iyi olabilir mi?

"Laik bir ülkede bu olur mu?" sorusu da akla gelebilir.

Ama din subaylarının ille de İslâm dininden olması gerekmiyor. İhtiyaca göre farklı dinlerden subaylar istihdam edilebilir.

Bunun hem TSK'ya hem de Türkiye'ye ne yarar sağlayacağını düşünmek gerek.

Haber Türk, 5 Temmuz 2009

Fatih Altaylı

06.07.2009


İki tarz-ı tefsir

Başlığı, durup durup bize saldıran ite kopuğa uyuzluk olsun diye Osmanlıca attık, büsbütün kudursunlar diye... Herhalde ne anlama geldiğini sormayacak kadar Osmanlıca’nız vardır... Dolmuştan “müsait” bir yerde inen, “evrak” hazırlayan, “ikametgâh” senedi çıkarttıran, “ruhsat” alan vatandaş bu başlığı da anlar.

Konuya gelelim. TÜSİAD, yani büyük sermayenin, özellikle de İstanbul sermayesinin sesi, askere sivil yargı yolunu açan kanun değişikliğinin “aceleye getirildiğini” söylemiş. Reformlar hızlandırılmalıymış ama bu reform hızlandırılmamalıymış. Enine boyuna tartışılmalıymış ki sulandırılsın, tıpkı Ergenekon davası gibi.

Dernek söylemez tabii, lafı ağzından çıkaran, başkanları Arzuhan Doğan Yalçındağ.

İmdi... (Alın bir Osmanlıca kelime daha)... Buna iki çeşit yorum yapılabilir. Yapalım.

Bir: Yüzeyden yorum.

“Hayırlı kerimenin yeri” pederinin dizinin dibidir. Armutlar da diplerine düşerler. Arzuhan Hanım elbette öyle söyleyecektir, çünkü babası hükümete düşmandır. Nedenini belki elli kere yazdık. Ailece sergiledikleri, laiklik kavgası değil, çıkar kavgasıdır.

İki: Daha derinden yorum.

Türkiye Cumhuriyeti’ni Türk milleti kurmadı. Türkiye Cumhuriyeti’ni, Türk milleti adına hareket eden askerler kurdular, bazı sivil memurlar da onlara yardımcı oldular.

Bu yüzden de ordu hep “ayrıcalıklı” kaldı. Memleketin efendisi köylü falan değil, oydu.

HER DEVLETİN BİR ORDUSU VARDI AMA TÜRKİYE’DE, TAM TERSİNE, ORDUNUN BİR DEVLETİ VARDI!

Aslında bu yeni ve beklenmedik bir gelişme de değildi, çünkü Osmanlı’da da bir “süper bürokrat sınıfını” oluşturanlar hep ayrıcalıklı olmuşlardı. Gelenek sürmekteydi.

Türkiye’de aristokrasi yoktu, onun yerine, aristokrasi gibi davranan memur zümresi vardı.

Burjuvazi de vardı ama bunlar gayrımüslimlerdi.

Gerek İttihat ve Terakki Fırkası, gerekse Cumhuriyet Halk Partisi yönetimi, bir yandan bu gayrımüslim burjuvaziyi tasfiye ederken, bir yandan onun yerine bir “Türk burjuvazisi” yetiştirmek istedi.

Ama kör topal, eli kolu bağlı ve kendisine çizilen sınırlar içinde kalmak şartıyla! İktidara ortak olmaya, hele onu hepten ele geçirmeye kalkmadan! İktidar onlara verilemezdi, eğitim şarttı. Koskoca ilkokul öğretmeni varken, sanayici kaç paralık adamdı?

Bu yüzden de bu “besleme sermaye” hep zayıf, hep Ankara’dan ödü kopan, sopanın ucunu görünce pısan bir “zengin zümresi” olarak kaldı. Bürokrasiye ilk ciddi başkaldırı olan Serbest Fırka’yı da, Demokrat Parti’yi de İstanbullu zenginler değil, Anadolu eşrafı örgütlemiştir.

Artık kasnaklar iyice çatırdıyor... İstanbul’un “laikçi” sermayesinin rüşdünü ispat edip de beceremediğini, Anadolu’nun dindar sermayesi başarmak istiyor.

İşte bunun için Anadolu kaplanı “Türk aristokrasisine” karşı son derece cesur, İstanbullu çıtkırıldım da son derece ürkektir. (...)

Bizde ele geçirip yıkılacak bir “Bastille kalesi” olmadığı için de, kavga başka platformlarda cereyan eder. Öncelikle mecliste... Fransa’da da aslında öyle olmuştu.

“Aristokrasinin ayrıcalıklarını ortadan kaldıran” o ünlü 4 Ağustos 1789 geceyarısı oturumuyla, yüksek rütbeli askerin ayrıcalığını ortadan kaldıran 24 Haziran 2009 geceyarısı oturumu arasında böyle bir benzerlik vardır. (...)

Sabah, 5 Temmuz 2009

Engin Ardıç

06.07.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.